SİVAS KATLİAMI VE SEBEPLERİ

SİVAS KATLİAMI VE SEBEPLERİ

Prof. Dr. Osman Eğri

Yine bir 2 Temmuz ve yine hüzün ve gözyaşı, 27 yıldır tazelenen acılar, sönen ocaklar, kaybedilen canlar, kapanmayan yaralar… İnsanın bazen “Anadolu’da katledilmek Alevîlerin kaderi mi?” diye sorası geliyor. Ama arkasından inancım bana söylüyor ki; “Kaderin yolları sebep taşları olmadan döşenmez.” Alevîlerin katledilmesine sebep olan unsurlar tespit edilmeden ve ortadan kaldırılmadan da bu kader değişmez. Bu yazımda sizlerle tarihten bugüne Alevî katliamlarına neden olan zihniyeti analiz etmeye çalışacağım.

Anadolu’da gerçek hayatta daha çok “temiz, dürüst, şefkatli, merhametli, güvenilir ve misafirperver” olmalarıyla bilinen Alevîler yaklaşık olarak dört asırdır türlü iftiralara uğramış talihsiz bir toplumdur. 20. yüzyılda Dersim, Kahramanmaraş, Çorum, Sivas ve Gazi Mahallesinde yapılan Alevî katliamlarında bu iftiralar birer dinî argüman olarak kullanılmıştır. Alevîlerin “din dışı, dinsiz, sapkın” şeklinde algılanmalarına yol açan bu iftiralar, provokasyonlar sırasında da “Alevîler camiyi yakmışlar vb.” şeklinde bir söylemle Sünnî kitleleri kolaylıkla harekete geçirebilmiştir.

Alevîler hakkındaki iftiraların hemen hepsi malesef dinî terimler kullanılarak uydurulmuştur. Örneğin; “Alevîler gusül abdesti almazlar.” “Cemlerde mum söndü oynarlar.” “Alevîler ana bacı bilmezler.” “Kestikleri yenmez, diktikleri giyilmez.” “Alevîlerden kız alınmaz, kız verilmez.” “Alevîden Müslüman olmaz.” “Alevîler yaptıkları yemeğin içine tükürürler.” “Alevîler, Alevî Dedesinin ayağını yıkadıkları suyu içerler.” şeklindeki ifadeler dinî alana göndermeler yapan ve dinî değerleri kullanarak insanları ikna etmeye çalışan ve böylece kin ve nefret duyguları oluşturmayı amaçlayan iftiralardan sadece bazılarıdır.

Daha da ötesi Alevîler hakkındaki önyargı, kin ve nefret, küçümseme ve aşağılamaların çoğu ne yazık ki 16. yüzyılda siyâsî nedenlerden dolayı Ebussuûd ve İbn-i Kemâl gibi Şeyhülislamlar tarafından verilen fetvalarda yer almıştır. “Alevîler namaz kılmazlar, oruç tutmazlar.” “Alevîler; ‘bizim namâzımız kılınmış, orucumuz tutulmuştur’ derler.” “İlk üç halîfeye hakâret ve küfür ederler.” “Alevîler Peygamber olarak Hazreti Muhammed’i değil, Hazreti Ali’yi kabul ederler.” “Alevîler Hazreti Ali’yi ilâh olarak kabul ederler.” gibi gerçeğe dayanmayan iftiralar bunlardan sadece bazılarıdır.

Özellikle bu Şeyhülislam fetvalarının Sünnî camianın algı dünyasında anlam ve meşruiyyet kazanması açısından çok fazla olumsuz etkisi olmuştur. Osmanlı döneminde meşîhât (fetvâ) makâmı gibi resmi kurumlar ne yazık ki hiçbir zaman bu fetvaların belirli bir dönem için siyaseten yazıldıkları ve siyâsî şartların değişmesi ile birlikte geçerliliklerinin de kalmadığı şeklinde bir açıklama dahi yapmamışlardır. Belki de yapmak istememişler olabilir. Ama Alevîler hakkında halkın dilinde dolaşan iftiraların önemli bir kısmı bu fetvalarda yer alan ifadelerden oluşmaktadır.

Nitekim Osmanlı devletinin resmi kayıtlarında Vak’a-ı Hayriyye olarak isimlendirilen Yeniçeri Ocağı’nın kapatılması ile birlikte Hacıbektaş Dergâhı Hacıbektaş evlatlarının elinden alınmış ve dergâhın son postnişini Hamdullah Çelebi’ye sürgün edildiği Amasya’da kadı tarafından cevaplandırılmak üzere yine benzer sorular yöneltilmiştir. Bugün elimizde bulunan Hamdullah Çelebi Savunması’nda tek tek bu iftiralara cevap verildiği görülmektedir.

Son postnişin Cemâleddin Çelebi’nin “Müdâfaanâme” adlı eseri de aynı şekilde Alevîlere atılan iftiraları cevaplandıran bir içeriğe sahiptir. Ancak bu cevapları kaç kişi bilmektedir? Toplumun hiçbir zaman Alevîlere atılan bu iftiralara verilen cevaplardan haberi olmamıştır. Aksine iftiralar alabildiğine yaygınlık kazanmış, Sünnî camiadaki insanlar çocukluklarından itibaren anne ve babalarından, çevrelerinden bu iftiraları dinleyerek yetişmişlerdir.

Alevî katliamları yapılırken özellikle Cuma günlerinin seçilmesi ve provokasyonların da cami cemâati üzerinde yapılması bu görüşümüzü doğrulamaktadır. Maraş, Çorum ve Sivas olaylarında seçilen gün ne yazık ki Cuma’dır ve galeyana getirilen halk Alevîlerin oturduğu mahallelere ‘tekbîr” sesleriyle saldırmışlardır. Örneğin Çorum’da bir Cuma günü tam da hutbe sırasında, aynı anda bir çok camide “Alevîler Alaaddin Camisini yakıyorlar” iftirası atılmış, halk galeyana getirilerek Alevî mahallesine doğru yöneltilmiştir. Alaaddin Cami Alevî nüfusun yoğun olduğu mahallede bulunmaktadır ve provokasyon için ne yazık ki bu cami en uygun seçim olmuştur.

Kullanılan dinî argümanlar kin ve nefreti doruğa ulaştırma açısından insanlar üzerinde öylesine etkili olmuştur ki katliamlarda yer alan gözü dönmüş katiller Çorum’da bir Alevî Dedesini fırına atarak yakabilmişler, Alevîlere ait ev ve iş yerlerini ateşe vermişlerdir. Tarlalarda karnında bebeği ile öldürülmüş kadın cesetleri bulunmuştur. Çocuklar ve yaşlılar dahi bu katliamların masum ve mazlûm maktulleri olmuşlardır. Çünkü fetvalarda “Bir Alevîyi öldürenin hangi manevî dereceleri elde edeceği, Cennet’te hangi nimetlere erişeceği” yazmaktadır. Katledilen her bir Alevî’den bu fetvaları verenler sorumludur. İşaretlenen evlerden, söndürülen ocaklardan bu fetvaların yanlışlığını açık bir dille ortaya koymayan dinî kurumlar sorumludur. Asıl bu konuda sempozyumlar yapılmalı, çalıştaylar düzenlenmelidir.

Sonuç olarak -birer iftira da olsalar- siyaseten yazılan bu fetvalar diyaneten yazılmış gibi karşılık görerek Alevîleri tanımlamada kabul görmüş, başta medrese hocaları ve cami görevlileri olmak üzere dindâr kesim Alevîleri her zaman dışlayagelmişlerdir. Hoca, müftü, kadı ve vâizler halkın Alevîlik hakkında bilgi almak için kendilerine yönelttikleri sorulara da çoğunlukla Alevîleri kötüleyen ve aşağılayan cevaplar vermişlerdir. Halen “Alevî’ye kız verilir mi, Alevîden kız alınır mı?” sorusu dahi dinî kurumlar tarafından net bir şekilde cevaplandırılmış değildir. Bu konuda bile sosyal bir uzlaşı, tavır ve tutum geliştirilememiştir.

Alevîlere atılan iftiralara en yetkili kurumlar tarafından kesin ve net cevaplar verilmediği ve yaygın bir şekilde kamuoyuna ilan edilmediği, özellikle camilerde, okullarda, kitle iletişim araçlarında eğitim yoluyla bu konu ciddi bir şekilde gündem yapılmadığı sürece Alevîlerin kaderi pek değişmeyecek gibi görünmektedir. Şüphesiz en köklü çözüm; Alevîlerin de kendilerini “eşit yurttaş” olarak hissedebilecekleri demokratik, çoğulcu, insan haklarına dayalı bir hukuk sisteminin işlerlik kazanmasıdır.

Konu tarihsel, kültürel, siyasî ve dinî boyutlarıyla akademik olarak araştırılmalı, doktora tezleri ve araştırma projeleri yapılmalıdır. Tabi ki eğer Anadolu’da Alevî ve Sünnîlerin barış içerisinde birlikte yaşamaları isteniyorsa…