Prof. Dr. Osman Eğri
Şah Hasan’ın ismi gönülden gitmez
Şah Hüseyin diyen diller yorulmaz
Bu yolda ölene sorgu sorulmaz
Gel Muhammed Ali dergâhına gel
Pir Sultan Abdal
İmâm Hasan (r.a.), bizzat ilim şehrinin kendisi olan, ceddi iki cihân serveri Muhammed Mustafâ (s.a.v.)’nın dergâhındaki imân, ilim, ibâdet ve ahlâk atmosferini teneffüs etmiş, bu kutlu şehrin kapısı olan zâhir ve bâtın ilimlerinin şâhı Aliyyü’l-Murtazâ’nın elinde yetişmiş, mecmaü’l-bahreyn (iki denizin birleştiği) bir hakîkat kahramanıdır. O bizzat kendi gözleriyle Cebrâil (a.s.)’in Hz. Peygamber’e vahiy getirmesine şahitlik etmiş, Hz. Fâtıma gibi bir Cennet annesinin kucağında, ocağında yetişmiş, gözü ve gönlü Kur’ân’ın boyası, Ehl-i Beyt’in mayasıyla bezenmiştir. İmâm Hasan mazlûmeyn-i şehîdeynden (iki mazlûm şehid) ve Hz. Muhammed Mustafâ’nın dünyada kokladığı iki reyhândan birisidir. Gönülleri tevhîd hakîkatiyle buluşturan, kalpleri Allah sevgisiyle coşturan, fikir, zikir ve şükrün muallimleri, kalplerin kandilleri Seyyid Abdülkâdir Geylânî’lerin, Seyyid Ahmed er-Rufâî’lerin, Seyyid Ahmed el-Bedevî’lerin, Seyyid Hüsâmeddîn Uşşâkîlerin, Seyyid Hüseyin Gâzîlerin, Seyyid Hünkâr Hacı Bektaş Velîlerin, Seyyid Emir Sultanların babası, Allâh’a duyulan aşkın, nefsi terbiye, rûhu tasfiye ve kalbi tezkiye etmenin ârifleri olan Hasan’ı Basrî’lerin, Cüneyd-i Bağdâdîlerin hocasıdır.
Anadolu’da çok okunan Gülzâr-ı Haseneyn kitabının yazarı Fazlullâh-ı Rahîmî eserinin başında İmâm Hasan’ı şu vasıflarla tavsîf ederek sözüne başlar: “Hazret-i İmâm Hasan on iki imâmların ikincisidir. Dedesi Peygamberler sultânı, babası velîler şâhı, annesi kadınların en hayırlısıdır. Künyesi Ebû Muhammed’dir. Cennet gençlerinin efendisi, Hazret-i Peygamber’in vârisi, Kevser şarabının sâkisi, Allâh’ın sevgilisinin göz nûru, Cenâb-ı Zehrâ’nın ciğerpâresi Hazret-i İmâm Hasan Efendimiz, hicrî tarihin üçüncü senesinde Ramazan’ın on beşinci günü, Medine’de doğmuş ve bir hakîkat güneşi olarak cihânı aydınlatmıştır.”[1]
- Rasûlullâh’ın Gonca Gülü
İmâm Hasan hafif kırmızıya çalan beyaz bir tene sahipti. Gözleri kara idi. Yanaklarının eti az idi. Sakalı sık idi. Boyunları gümüş ibrik gibi idi. Kemikli idi. İki omuzlarının arası geniş idi. Ne çok uzun, ne de çok kısa olup, orta boylu idi. Yüz bakımından insanların en güzeli idi. Saçları kıvırcık idi. Güzel ve ölçülü bir vücuda sahip idi.[2] Enes bin Mâlik der ki; “Hasan bin Ali insanlar içinde Peygamberimize en çok benzeyen idi.” Özellikle Hz. Hasan’ın vücudunun göğüsten yukarı kısmı, Hz. Hüseyin’in de göğüsten alt kısmı Rasûl-i Ekrem Efendimize benzerdi.[3]
Hz. Hasan’a ismini bizzat Hz. Peygamber vermiştir. Isparta Senirkent/Uluğbey’de bulunan yazma bir eserdeki rivâyete göre önce Hz. Ali ona Harb (savaş) ismini vermek istemiş, bunun üzerine Cibrîl-i Emîn yeryüzüne inerek Hz. Peygamber’e Allah’ın selamını getirmiş ve ona Hârun aleyhisselâmın oğlu Şübeyr’in ismini vermesini söylemiştir. Hz. Peygamber de Allah’ın emrini yerine getirerek, dünyaya yeni gelen torununa “Hasan” ismini vermiştir.[4] Hz. Hüseyin ve Muhassin’in doğumlarında da aynı olayın meydana geldiği, Rasûlullah’ın onlara da “Hüseyin” ve “Muhassin” isimlerini verdiği rivâyet edilmektedir.[5]
İmâm Hasan ve Hüseyin’e olan sevgisini çok farklı şekillerde gösteren Hz. Peygamber’in onların kundaklarını dahi taşıdığı rivâyet edilmektedir. Üsâme bin Zeyd’in anlattığına göre; bir gün Rasûlullah’ın kapısını çalmış, Hz. Peygamber kucağında sarılı bir şey olduğu halde dışarıya çıkmıştır. İşi bitince Rasûlullah’a kucağında sarılı şeyin ne olduğunu sormuş, o da kundağı açarak içerisinde uyuyan Hasan ve Hüseyin’i göstermiş ve şöyle söylemiştir: “Bunlar benim iki oğlum ve kızımın iki oğludur. Allâh’ım! Ben bunları seviyorum, sen de sev ve onları sevenleri de sev.”[6]
Hz. Peygamber Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e olan sevgisini onların Cennet gençlerinin efendileri olduklarını müjdeleyerek vurgulamıştır. Rivâyete göre onların Cennet gençlerinin efendileri olduğunu Cebrâil müjdelemiştir. Rasûlullâh’ın şöyle dediği nakledilmektedir: “Bu melek daha önce yeryüzüne hiç inmemiştir. Rabb’inden izin alarak bana selam vermek ve Fâtıma’nın Cennet hanımlarının efendisi, Hasan ve Hüseyin’in de Cennet gençlerinin efendileri olduklarını müjdelemek için gelmiştir.”[7]
Nakledildiğine göre; Hz. Hasan’ın yeni konuşmaya başladığı bir dönemde Rasûlullah onunla beraber evden dışarıya çıkmıştır. Rasûlullah tekbîr getirdiğinde Hasan da tekbîr getirmiştir. Onun tekbîr getirmesi Rasûlullah’ı çok memnun etmiş ve bu memnuniyet yüzüne yansımıştır. Rasûlullah yedi tekbîr getirmiş, Hz. Hasan da onu tekrar etmiştir. Yedinci tekbîrde Hasan durmuştur. Rasûlullah ise kırâatini (Kur’ân-ı Kerîm’i) okumuş ve rükûa eğilmiştir. Sonra ikinci rek’âta kalkmış, Rasûlullah tekbîr getirmiş, Hasan da onunla beraber tekbîr getirmiştir. Beşinci tekbîre kadar böyle devam etmiştir. Bu sefer beşinci tekbîrde Hasan susmuştur. Bu durum böylece bayram namazının sünneti olmuştur.[8]
Bir gün Hazret-i Peygamber Efendimiz minberde hutbe okurken, İmâm Hasan mescide girer. Torununun düşe kalka yürümesine tahammül edemeyen Efendimiz, konuşmasını yarıda keserek, minberden iner, onu kucağına alır ve tekrar minbere çıkarak, konuşmasına devam eder. Konuşma esnasında bir torununa, bir de cemaate bakmakta olan Efendimiz şöyle buyurur: “Benim bu oğlum Efendidir. Belki de Yüce Allah, bu oğlu sebebiyle, mü’min olan iki topluluğun arasını bulup, sulh temin edecektir.”[9]
Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.v.)’in rahmet, şefkat ve bereketli ellerinde yetişen İmâm Hasan, Hz. Fâtıma ve İmâm Ali’nin de terbiyesiyle süslenmiş, dinî-ahlâkî değerleri hâne-i saâdetin feyizli ortamında yaşayarak öğrenmiştir:
Mü’minlerin Emîri Ali bin Ebî Tâlip, oğlu Hasan’a şöyle sordu: Ey oğlum! Doğruluk nedir? Hasan babasına şöyle cevap verdi: “Ey babacığım! Doğruluk kötülüğü iyilikle ortadan kaldırmaktır.”
İmâm Ali: Şeref nasıl hâsıl olur? Hasan (r.a.): “İnsanlara yemek vermek, eza ve cefâya katlanmakla hasıl olur.”
İmâm Ali: Hoşgörü nedir? Hz. Hasan: “Zorlukta ve kolaylıkta fedakârlığı elden bırakmamaktır.”
İmâm Ali: Alçaklık ve cimrilik nedir? Hz. Hasan: “Kişinin malına sıkı sıkıya yapışıp, yalnızca kendisi için harcamasıdır.”
İmâm Ali: Korkaklık nedir? Hz. Hasan: “Arkadaşın üzerine gitmeye cür’et edip, düşmandan kaçmaktır.”
İmâm Ali: Zenginlik nedir? Hz. Hasan: “Nefsin, Allah’ın taksim ettiğine razı olmasıdır. Velev ki bu taksimde kendisine az düşsün.”
İmâm Ali: Hilim nedir? Hz. Hasan: “Öfkeyi bastırmaktır. Nefse hâkim olmaktır.”
İmâm Ali: Kuvvet ve izzet nedir? Hz. Hasan: “Çok güçlü olup, insanların en kuvvetlisi ile çekişmeyi göze almaktır.”
İmâm Ali: Zillet nedir? Hz. Hasan: “Belânın geldiği anda korkuya kapılmaktır.”
İmâm Ali: Külfet nedir? Hz. Hasan: “Seni ilgilendirmeyen hususlarda konuşmandır.”
İmâm Ali: Ululuk ve iyi haslet nedir? Hz. Hasan: “Kıtlık anında bile iyilik etmek ve kötülüğü affetmektir.”
İmâm Ali: Yiğitlik nedir? Hz. Hasan: “Güzel işe sarılıp, çirkin işi terk etmektir.”
İmâm Ali: Akılsızlık nedir? Hz. Hasan: “Aşağılık olana tabi olmaktır. Azgın olan ile sohbet etmektir.”
İmâm Ali: Gaflet nedir? Hz. Hasan: “Mescidi terk edip, fesat ehline itâat etmektir.”[10]
- İmâm Hasan: Sulh İçin Verilen Cân
Hazret-i İmâm Ali Kûfe’de şehîd olarak ahireti teşrif buyururken, imâmet emanetini ve hilâfet dayanağını, Hazret-i İmâm Hasan’a teslim etmiştir. Hz. Hasan hilâfet işlerini haiz olduktan sonra, Kûfe’deki bütün ashâbını meclise davet eder ve şu hutbeyi okur: “Ey insanlar! Bu gece sizin içinizden öyle bir zât-ı şerîf çıkıp gitti ki, sizden önce gelenler, o zâtın benzerini görmedikleri gibi, sizden sonra gelenler de onun bir benzerini göremeyeceklerdir. Zira Hazret-i Şâh-ı Velâyet, öyle cesur bir zât idi ki, Hazret-i Rasûlullah onu düşmanlarla savaşa memur eder ve muharebe ederken Cebrâil sağından, Mikâil solundan yardım ederlerdi. Kendisi de, fetih ve zafer gerçekleşmedikçe savaştan geri dönmezdi. Şâh-ı Velâyet öyle mübarek bir gecede göçtü ki, Hazret-i Mûsâ ibn-i İmrân o gecede ahirete irtihal etmiş ve Îsâ ibn-i Meryem o gecede göğe yükselmişti.”[11]
Tarihten bugüne her asırda Ehl-i Beyt’in öncelikli davası; kendilerine emanet olarak bırakılan Kur’an’a ve Muhammed Mustafâ ahlâkına canları pahasına sahip çıkmak olmuştur. İmâm Hasan da hilâfet makâmına oturduktan sonra Allah ve Rasûlü’ne bağlılığını ifade eden bir hutbe okuyarak dert ve davasının ne olduğunu bütün açıklığıyla ilan etmiştir: “Ey şerîat hükmünün perde tutucuları! Ey ibâdet ve temizlik hazinesinde hazır bulunanlar! Ben müjdeleyicinin ve korkutucunun oğluyum. Peygamberlik sultanının vârisi, velâyet mülkünün hakimiyim. Büyük dedem, sizi hak dinine davet etti ve babamdan size hidâyet ve saâdet erişti. Hala ben de onların yolundayım. Muhakkak bilin ki, bana uymak, onlara itâat etmektir. Bana karşı gelmek, onlara karşı gelmektir.”
Bunun üzerine Abdullah ibn-i Abbâs, ayağa kalkıp şöyle söylemiştir:
“Ey kavmim! Bu çocuk, Rasûlullâh’ın oğludur. Sizden imâmlığına boyun eğdiğinize ve kendisinin emirlerine uymayı kabul ettiğinize dair söz ister. Ne dersiniz? Orada bulunanların hepsi birden; “dinledik ve itâat ettik” dediler.[12] Alevî Bektâşî geleneğinde sıkça kullanılan “Öl ikrâr verme! Öl ikrârından dönme!” anlayışında Hz. Peygamber’le başlayan ve imâmlarla devam eden, ikrâr ve beyat alma uygulamasının etkisi vardır. Âşık Virânî vücudu parça parça olsa bile verdiği söz ve ikrârından dönmeyeceğini İmâm Hasan’ı da zikrederek dile getirmektedir:
Gel beru ey kavm-i a’dâ ben Hudâ’dan dönmezem
Çün şehâdet etmişem kim Mustafâ’dan dönmezem
Pâre pâre bu vücûdüm sad hezârân etseler
Ben gulâm-ı hânedânem Murtazâ’dan dönmezem
Zehrini nûş eyledim verdim Hasan râhında baş
Uş Hüseyn’em ben Hüseyn-i Kerbelâ’dan dönmezem[13]
“Edeb erkân dervişe nişan” diyerek, Allâh’ı cehrî olarak zikreden erenler ve velîlerin mirâcı remzeden maneviyat sofrasında kırklar meclisini kurup döndükleri semahla on sekiz bin âlemi çarh eden Alevî Bektâşî canların giydikleri kıyafetlerdeki yeşil renk İmâm Hasan’ın içtiği zehri remzeder. Bir gün Hazret-i Rasûlullâh Efendimiz odasında otururken, bir dizine Hazret-i Hasan’ı, diğer dizine de Cenâb-ı Hüseyin’i alır. Muhabbetle bir Hazret-i Hasan’ın nûr yüzüne, bir Hazret-i Hüseyin’in gül cemâline bakarak onları okşar ve iltifat buyurur. O anda Cebrâil nâzil olarak, ikisine işaretle; “Ey Allâh’ın nebîsi, bunları çok sever misin?” der. Hazret-i Peygamber, “Evet çok severim, evlatlarımız ciğerlerimizdir.” buyurur. Cebrâil; “Yâ Rasûlallâh, muhabbetleri eşit midir? Aralarında fark var mıdır?” diye sorar. Hazret-i Rasûlullah, “Aralarında fark yoktur, her ikisi de aynı velâyet denizinin mücevherleridir.” buyurur. Cebrâil, “Yâ Habîballâh! Bu şehzâdelerin birini zehirle, diğerini kılıçla şehîd edecekler.” der. Cenâb-ı Peygamber hüzünlenerek, “Bu ciğerpârelerime hangi zâlimler, ihanet edecekler ve ne suç veya ceza isnadıyla bu masumlar katledilecekler?” diye sorunca, Cebrâil; “Yâ Rasûlallah! Suç ve cinayetten uzak oldukları halde, vefasız ümmetlerin bu mazlumlara zulmedecekler.” dedi. Hazret-i Peygamber bu belâ haberinden son derece mahzûn olunca Cenâb-ı Hakk, Yûsuf Sûresi’ni indirerek, “Peygamberlerin kıssalarından en güzelini biz beyân ederiz.” der ve teselli bulur.[14]
Musîbet-i Hasan ü mihnet-i Hüseyn-i Şehîd
Demî ki oldı gam-efzâ-yı tab’-i Rasûl
Tesellî dil-i pâk-i Rasûl içün Hak’dan
Beyân-ı kıssa-i Ya’kûb ü Yûsuf itdi nüzûl.[15]
Fuzûlî Hz. Muhammed ile Hz. Hasan arasındaki duygusal yakınlığı, Allah Rasûlü’nün İmâm Hasan’ın başına gelecekleri bilircesine ona verdiği uhrevî müjdeleri edebî bir üslupla resmeder. Dünyâ ve onun içindeki nimetlerden vazgeçen Hakk âşıklarının yolunu aydınlatan İmâm Hasan’ın dilinden zâlimlerin elinden cevr ü cefâ gören mü’minleri ferahlatan şu olayı paylaşır: “Hz. Hasan anlatıyor: Bir gün dedem şöyle buyurmuştu. Cennet bahçelerinde dolaşırken, dünyadakilerin makamını bana gösterdiler. İki köşk gördüm. Biri yakuttan, öteki zümrüttendi. Güneşin parlaklığını etkisiz hale getirecek derecede bol ışıklı idiler. Meleklere köşklerin kimlere ait olduğunu sordum. ‘Bir İmâm Hasan’ın, diğeri de İmâm Hüseyin’indir’ dediler. Renklerinin böyle ayrı oluşuna sebep nedir deyince Cebrâil; ‘Yâ Rasûlallâh! Zümrüt köşk İmâm Hasan’a aittir. Şunun içindir ki, ölümü esnasında zehir içip bu zümrüt rengi ile dergâha gelecektir. Gül renkli köşk İmâm Hüseyin’indir. O da keskin kılıçla kanlara boğulup Cennet’e yönelecektir.”[16]
Karısı Cu’de bint-i Kays tarafından suyuna elmas tozu katılarak zehirlenen İmâm Hasan öksürmeye, kusmaya başlar. Öksürdükçe mübarek ciğerleri parça parça boğazından gelir, yüzünün rengi yeşile dönerek sararır, gül cemâli solar. Yanında bulunan yârânına, hânedân fertlerine yüzünün rengini sorar. Ağlayarak; “Renginiz yeşil oldu.” dediklerinde; “Rasûlullah doğru söyledi.” der. Aslında Rasûlullah’ın doğru söylediği tek doğru İmâm Hasan’ın şehâdet şekli değildir; Allah Rasûlü hilâfet otuz yıldır derken de İmam Hasan’ın hilâfetinin altı ay süreceğini, daha sonra ise saltanatın başlayacağını haber vermiştir. Hz. Muhammed (s.a.v.)’i bir Muharrem ayında görerek, Kasîde-i Bürde’ye tesbî’ kaleme alan[17], Ehl-i Beyt âşığı, Risâletü’l-Haseneyn kitabının yazarı, yine bir Muharrem ayının altıncı günü Hakk’a yürüyen Niyâzî-i Mısrî[18] İmâm Hasan’a içirilen zehri ve onlara kurban olduğunu dile getirmektedir:
Ol Hasan hazretlerine zehr içirdi eşkiyâ
Hem Hüseyin oldu susuzluktan şehîd-i Kerbelâ
İkisidir aslı nesli cümle Âl-i Mustafâ
Ben ânın Âl’ine Evlâd’ına kurbân olayım
Ben anın Evlâd ü Ensâb’ına kurbân olayım[19]
Hz. Hasan’ın birçok kaynakta yer alan söz ve vasiyetleri dikkate alındığında sanki o başına gelecekler üzerinden bütün mü’minlere inancın, kulluğun ve hayatın anlamı hakkında dersler vermektedir. Eserlerde çizilen tabloya göre o; bütün kötülükleri sabır, tahammül ve etkin liderlikle aşmayı bilmiş bir Peygamber torunudur. Vak’a-yı İmâm Hazret-i Hasan’da anlatıldığına göre; İmâm Hasan’ın karısı Cu’de, Muâviye tarafından oğlu Yezîd’le evlendirileceği vaadiyle kandırılarak, iki defa onu zehirlediğinde imâmın yaptığı ilk iş Hazret-i Rasûl’ün merkadine giderek dedesinden âfiyet istemek olmuş ve Allah’ın inâyetiyle de şifâ bulmuştur.[20] Ancak üçüncü defa zehirlendiğinde hemşiresi Hz. Zeynep’i uyandırarak, rüyâsında Cennet-i Alâ’da ceddi Muhammed Mustafâ’yı gördüğünü ve yanına kendisini de almak istediğini anlatmıştır.[21] İmâm Hasan’ın şifâ için dedesinin merkadini ziyaret etmesi ve onu rüyâsında görerek, Hakk’a yürüyeceğini anlaması evlâd-ı Rasûl’ün dedelerine ne kadar güçlü bir imanla bağlı olduklarını göstermektedir. Şüphesiz çeşitli kaynaklardan İmâm Hasan’ın hayatını okuyan canların da Hz. Peygamber’e olan inanç ve ikrârları tazelenmektedir.
Ehl-i Beyt muhiblerinden birisi olan Üsküdarlı Hâşim Baba için de İmâm Hasan’a zehir içirenler eşkiyâdır. Âbid, ârif, âşık ve sâdık olma yolundaki her can için mazlûmeyn-i şehîdeynden ve Cennet gençlerinin efendilerinden birisi olan İmâm Hasan güzel dillerin söylediği güzellik kasîdesinin baş kahramanıdır:
Söyle ey dil-i ahsen Hasan Hüseyn’den bir haber
Zehr içirdiler ana mel’ûn-ı bî-dîn eşkıyâ.[22]
Fuzûlî’ye göre; İmâm Hasan’ın şeker saçan yakut gibi ağzı ağuyla acılaştığı günden bu yana, dünyada hiç kimsenin damağı tad alamaz olmuş; kılıç, Hüseyin’in güzel bedenini kan içinde bıraktığı günden beri, bir türlü kınına girip dinmemiş, rahat yüzü görmemiştir:[23] “Arılık ve doğruluk göklerinin ayı idi; adı Hasan’dı, yüzü de güzeldi. Cömertlik hazinesinin ilk incisi, varlık atölyesinin son eseri, Ehl-i Beyt manzumesinin ilk mısraı, Hazret-i Muhammed’in gözünün nûruydu. Can bağışlayan dili, bal ile şekeri kıskandıracak ölçüde tatlıydı. Zâlim feleğin elinden ağu içti; zehir, ağzını zümrüt rengine dönüştürdü; ciğerini paramparça edip yanan kömürünü kıvılcıma çevirdi. O kıvılcım, bütün dünyaya yayıldı da, herkesin yüreğini yaktı.”[24]
Gülzâr-ı Haseneyn’de İmâm Hasan’ın dilinden Kûfe halkının ikiyüzlülüğü, ahitlerinden dönmeleri ve Hz. Hasan’ın, onların vefâsızlıkları karşısındaki tutumu gözler önüne serilmektedir. Bu durumda dahi Peygamber torununun vakûr duruşu, kin ve düşmanlık duygularına kapılmadığı ifade edilmektedir. Askerlerin dünyaya aldanıp, nefislerinin harekete geçtiğini gören İmâm Hasan, ordu içinde dedikodu çoğalıp, fitne ateşi artınca, askerlere hitaben şu hutbeyi okur: “Ey Müslümanlar! Siz barışta ve savaşta bana tabi olmak şartıyla beyat ettiniz değil mi? canım kudret elinde olan Allah hakkı için, benim bu âlemde hiçbir kimseye kin ve düşmanlığım yoktur. Doğudan batıya dek bir kimse bulunması ihtimali yoktur ki, ben ondan incinmiş olayım. Benim indimde barış ve selâmet, kin ve düşmanlıktan daha sevgilidir.”[25] Eserlerde çizilen bu tablolar, Alevî Bektâşî geleneğindeki “incinsen de incitme” anlayışının temellerinin İslâm’ın ilk devirlerine kadar dayandırıldığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Benzer bir tabloda Anadolu’da Muharrem aylarında en çok okunan kitaplardan birisi olan Maktel-i Hüseyin’lerde çizilmektedir. Kerbelâ çölünde yetmiş iki evlâdı ve yârânıyla günlerce susuz bırakılan İmâm Hüseyin Kûfe’lilere, abisi İmâm Hasan’a yaptıkları vefâsızlığı hatırlatır:
Yedi gün oldu ki, susuz kalmışız,
Ey aceb biz size kıldık, ne hatâ.
Ya dahi nitdi size atam Hasan,
Kıldınız ağuyla anı hebâ.
Âhir ol Tanrı Rasûlü’nün kızı,
Anasıdır atamın ol hûb-likâ.[26]
Muâviye’ye bir mektup yazarak barış daha hayırlıdır[27] âyeti gereği sulh yolunu seçen ve dedesinin öngörüsü ile Müslüman kanı akmasına mani olan İmâm Hasan hilâfetten vazgeçince, onun ashâbı şöyle demişlerdir: “Bu mü’minler için bir âr (utanç)dır. Böyle diyenlere Hz. Hasan şöyle cevap vermiştir: Utanç (âr), ateş (nâr)dan hayırlıdır.[28]
Fazlullah Rahîmî bir gün Ali bin Beşir Hamedânî’nin, Hazret-i İmâm Hasan efendimizle görüşerek; “Ey Rasûlullah’ın oğlu! Muâviye ile barış yapılmasına rıza göstermeniz münasip değildi.” dediğini nakletmektedir. İmâm Hasan ona şöyle cevap vermiştir: “Ey ibn-i Beşir! Biz hikmet hazinesinin idarecisiyiz. Bize malum olan sırlar size gizlidir. Bizim idrak ettiğimiz ilâhî bilgi sizin idrakinizden uzaktır. İki taraftan savaş için hazırlanan askerin kanlarının dökülmesi, Allah tarafından ertelenmiş ve henüz kan dökülmesine rıza gösterilmemiştir. Allah’ın hikmet hazinesinden kana bulanmış olan elbise Hüseyn-i Mazlûm’a verilmiştir. Savaş yerinde Hüseyin için şehâdet tertip eden Allah, benim için zehirli kadeh hazırlamıştır. Hüseyn-i Mazlûm’a Irak topraklarında Cenâb-ı Murtazâ’ya yakınlık kararlaştırıldığı gibi, bana da Medîne’de Hazret-i Mustafâ’nın civarı kararlaştırılmıştır.”[29] Anadolu’da tarihten bugüne halen okunan Mâtemiyye’lerde de; “Kan dökmeyi istemedi Şâh Hasan, yetmez miydi, heder olan bunca cân” denilerek Hz. Hasan’ın dilinden onun niçin sulh yolunu tercih ettiği açıklanmaktadır.[30]
Fuzûlî ise İmâm Hasan’ın Ali bin Beşir Hamedânî’ye şöyle cevap verdiğini rivâyet eder: “Ey Ali! Biz hikmet hazinelerinin muhafızları ve velâyet meydanının süvarileriyiz. Bize malum olan şeyler, sizin için gizlidir ve bizim anladığımız sırlar, sizin anlayışınızdan uzaktır. Henüz iki yandan dövüşüp vuruşmak için hazır olan askerin kan dökücülük vadesi geri bırakılmıştır. Vakitsiz olarak karşılamaya kaza hakiminin rızâsı yoktur. Kanlı kaftan gerçek hazinesinden masum Hüseyin’e verilmiştir. Benim çalışmalarımı, zaman revâ görmez. Heyecan arsasında Hüseyin için ölüm safları tertip eden, bela meclisinde benim için de içi zehir dolu kadehi hazırlamıştır. Mazlum Hüseyin’e Irak’ta Murtazâ yanında bulunmak kararlaştığı gibi, bana da Medine’de Mustafâ’nın komşuluğu kısmettir.”[31] Vak’a-yı İmâm Hazret-i Hasan adlı eserde Ali bin Beşîr Hemdânî’den nakille muharebenin Hz. Hasan’a nasip olmadığı, biraderi Hazret-i Hüseyin’e müyesser olacağı ifade edilmektedir.[32]
Hz. Ali ile Hz. Hasan arasında geçen konuşmalar da değerlendirildiğinde sanki İmâm Hasan başına geleceklere karşı başta Hz. Peygamber olmak üzere, büyükleri tarafından hazırlanmış, ilâhî kader ve yazı kendisine ihtar edilmiştir. İmâm Ali oğlu Hasan’a şöyle vasiyet etmiştir: “Şunu kesin olarak bil ki sen arzuna erişemezsin, senin için belirlenen yaşama süresinin ötesine geçemezsin. Sen şu anda senden önce yaşamışların geçtikleri yolda yürüyorsun. Öyleyse isteklerini kıs, kazançta mutedil ol. Çünkü nice istek var ki savaşa dönüşür. Kaldı ki, her talep eden rızıklanmaz ve her mutedil davranan da mahrum olmaz.”[33] Her işte nefsini Allâh’a sığındır. Böyle yapmakla koruyucu bir mağaraya, güçlü bir engelin arkasına sığınmış olursun.[34]
- Âl-i Beyt’in Evlâdı: Kur’an’dır Feryâdı
İmâm Hasan’ın kaynaklara yansıyan konuşma ve nasihatları dikkate alındığında, onun duygu, düşünce ve davranışlarına yön veren temel referansların Kur’ân-ı Kerîm ve dedesi Hz. Muhammed’in sünneti olduğu görülmektedir. Hayata verdiği anlamda, geliştirdiği tavır ve tutumda Kur’an’ın boyasını Ehl-i Beyt’in mayasını gözlemlemek mümkündür. O Âdem Peygamber’den Hâtem Peygamber’e kadar süzülüp gelen hikmet, adâlet, şefkat ve merhamet yörüngeli nebevî duruşun sarsılmaz bir takipçisidir. Fitne ve tefrikaların, kargaşa ve bozgunların sebeplerini insanların kalp ve gönüllerinde bulup, yakalayan ve asla bu şeytan tuzaklarına düşmeyen bir fütüvvet kahramanıdır. İmâm Hasan bir sözünde der ki: “İnsanı üç şey helâk eder: Kibir, hırs ve çekememezlik. Kibir dinin de helâkidir. İblis bu özelliğinden dolayı lanete uğramıştır. Hırs nefsin düşmanıdır. Âdem, hırsı yüzünden Cennet’ten çıkarılmıştır. Çekememezlik ise, insanı kötülüğe yöneltir. Kâbil’in Hâbil’i öldürmesinin sebebi de çekememezliktir.”[35] Bu sözlerde insanlık tarihi boyunca süregelen şeytânî olanla Rahmânî olan arasındaki savaşta Hakk’ın yanında duran bir yiğidin basîret ve ferâsetini görmek zor değildir.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hâne-i saâdetinde vahiy atmosferinde ve Şâh-ı Velâyet İmâm Ali’nin irfân sofrasında yetişen İmâm Hasan insanı Allah’a ulaştıran yolları bilen bir yol gösterici, insanın hakîkat ve Cennet yolculuğunda önünde dikili engellerden haberdar olan bir kalp, gönül ve nefis okuyucusudur. Öğütlerinden birisi şöyledir: “Ey Âdemoğlu! Allâh’ın haram kılmış olduğu şeyleri bırakırsan; âbid olursun. Allâh’ın sana taksim ettiği rızka razı olursan; zengin olursun. Komşuna iyilik edersen; Müslüman olursun. İnsanlara onların sana davranmalarını istediğin gibi davranırsan; âdil olursun. Çok mal toplayıp sağlam bina inşa edenlerin, uzun emel sahibi olanların sonu hüsrânla bitmiş ve meskenleri kabire dönüşmüştür. Ey Âdemoğlu! Senin ömrün ana rahmine düştüğünden beri hızla tükenmeye devam ediyor. Önündekine bakacağına, elindekine bak. Mü’min yol için azık hazırlar, kâfir ise har vurup harman savurur. Azıklanın! Şüphesiz en hayırlı azık, takvâdır.”[36] İmâm Hasan hayat yoluculuğundaki musibet ve afetleri bildiği kadar, âbidlikten ârifliğe kadar hakîkat yolculuğunun da duraklarını bilen bir kalp doktoru, gönül mimarıdır. Her biri bir kandil, bir çerağ olan Ehl-i Beyt mensupları insanları cehâlet karanlığından hakîkat aydınlığına götüren mürşid-i kâmiller olmuşlardır.
İmâm Hasan’ın Allah’a imânı ve güvenci tamdı. Manzûm sözlerinde bu konudaki duygu ve düşüncelerini şu şekilde ifade etmiştir: “Yaratılmışa değil, yaratana güvenin. Yalancıya da doğru söyleyene de el açmayın. Rahmân olan Allah’tan rızkını talep edin. Allah’ın dışında rızık veren yoktur. İnsanların kendisine fayda vereceğini zenneden Rahmân’a güvenmiyor demektir. Rızkı kendisinin kazandığını zannedenin Yaratıcı’nın yolundan ayakları sapar.”[37]
Kötü söz ve davranışlara tahammül etmek, hilim ehli olmak Ehl-i Beyt’in en belirgin özelliklerinden birisidir. “Tahammül bütün kötülüklerin mezarıdır” sözünün sahibi İmâm Ali’nin oğlu İmâm Hasan’ın hilmiyle alakalı şöyle bir olay rivayet edilmektedir: Şamlı biri İmâm Hasan’ı bir gün binek sırtında görür ve ona lanet okumaya başlar. Ama İmâm Hasan ona cevap vermez. Adam lanet okumaya son verince, İmâm Hasan ona dönerek güler ve şöyle der: “Ey ihtiyar sanırım sen yabancısın, belki de beni birine benzettin. Eğer seni memnun etmemizi isteseydin, seni memnun ederdik. Bizim sana yol göstermemizi isteseydin, sana yol gösterirdik. Yükünü yüklemende yardımcı olmamızı isteseydin, yükünü yüklemene yardım ederdik. Eğer acıkmışsan seni doyururduk; çıplak isen seni giydirirdik. İhtiyaç sahibiysen, senin ihtiyacını karşılardık. Şayet sürgünsen seni barındırırdık. Eğer kafileni bize doğru sürseydin, göçüne kadar bizim konuğumuz olurdun. Seni ziyaret ederdik. Çünkü bizim yerimiz geniş, makamımız büyük, malımız da çoktur.” Adam bu sözleri duyunca, ağlar ve şöyle der: “Senin Allâh’ın yeryüzündeki halifesi olduğuna şahitlik ederim. Sen ve baban yeryüzünde en çok öfkelendiğim kimseler idiniz. Şu anda sen yeryüzünde en çok sevdiğim kimsesin.” Ardından bineğini ona doğru çevirdi ve ayrılık günü gelip çatana kadar onun konuğu oldu.[38] İmâm Hasan’ın bu davranışı akıllara rahmet Peygamberi Hz. Muhammed’in geniş hoşgörüsünü anlatan; “Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirdi.”[39] “Fakat onlar ne yaparlarsa yapsınlar, sen yine de kötülüğü en iyi tarzda sav!”[40] âyetlerini getirmektedir. Kevser Havuzu’nun başına kadar birbirlerinden ayrılmayacak olan Kur’an ve Ehl-i Beyt emanetleri İmâm Hasan’ın şahsında birleşmiş görünmektedir.
Dünyâ ve ukbâdan vazgeçerek, sadece Allah’ın rızâsına odaklanan âşık ve sâdıklara rehber olan Ehl-i Beyt’in her söz ve davranışında huzur ve saâdetin anahtarları bulunmaktadır. Dünya ve içindekilere aldanarak, hırs, öfke, haset, kin, kibir ve düşmanlık gibi olumsuz duygu ve davranışların etkisinde kalan insanlara İmâm Hasan, Cenade’ye yaptığı meşhur öğüdünde şöyle seslenmektedir: “Sonsuza kadar yaşayacakmışsın gibi dünyan için çalış ve yarın ölecekmişsin gibi ahiretin için çalış. Şayet aşiretin olmadan, onur ve iktidarın olmadan heybet sahibi olmak istiyorsan, Allâh’a isyan etmenin zilletinden çıkıp, Allâh’a itâat etmenin onuruna eriş.”[41]
İmâm Hasan malını üç defa Allah için taksim edip, insanlara vermiştir. Hatta bir keresinde ayakkabısına varıncaya kadar vermiştir.[42] Bir defasında İmâm Hasan’a; “Ey Hasan! Zor durumda olsan bile, senin hiçbir dilenciyi geri çevirmediğini görüyoruz. Niçin böyle davranıyorsun?” diye soruldu. Hz. Hasan şöyle cevap verdi: “Biz, Allah’tan diler ve umarız. Hal böyle iken, kendim Allah’tan dilenirken bana dilenmeye gelen bir kimseyi nasıl geri çevirebilirim. Böyle davranmaktan hayâ ederim. Allah nimetlerini benim üzerime yayar. Ben de onları insanlara dağıtırım. Şayet ben bu dağıtma işine son verirsem, Allah’ın da nimetlerini bana göndermeye son vermesinden korkarım.”[43]
Hz. Hasan’ın annesi Hz. Fâtıma ve babası Hz. Ali, kendisi ve küçük kardeşi Hz. Hüseyin bir defasında hastalandıklarında, Hz. Peygamber’in tavsiyesi üzerine şifâ bulmaları niyetiyle üç gün oruç tutmayı adamışlar, onlar iyileştiklerinde de adaklarını yerine getirmişlerdir. Ancak kendileri aç oldukları halde Ehl-i Beyt, iftar sofrası için hazırladıkları mütevâzi yiyeceklerini, üç gün peş peşe kapılarına gelen fakir, miskin ve yetime ikrâm etmişlerdir. Bu olay üzerine nâzil olan âyet-i kerîme Ehl-i Beyt’in bu “yemeyip yedirme” davranışını tüm insanlığa yol gösteren bir nümûne olarak ser-levha yapmıştır: “Kendileri de aç oldukları halde yiyeceklerini, sırf Allah’ın rızâsına ermek için fakire, yetime ve esire ikrâm ederler.”[44] İmâm Hasan’ın yetiştiği ortam maldan ve candan her türlü fedâkarlığın yapıldığı bir gönül cömertliği iklimidir.
Cömertlik Ehl-i Beyt’in en önemli vasfıdır. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in cömertliği, onun evlâdı olan imâmlarda da çeşitli şekillerde tezahür etmiştir. Yedinci imâm Mûsâ Kâzım’ın ölçüsüz cömertliği meşhurdur. İçlerinde un, hurma ve para bulunan sepetler hazırlatarak, bunları Medîne’nin fakirlerine dağıtması onun adetlerindendir. Yanında daima üç yüz, dört yüz ya da iki bin dinarlık para keseleri bulundurur, bunları karşılaştığı fakirlere ihtiyaçlarına göre verirdi. İmâmdan böyle bir yardım gören fakir, maddi sıkıntılarından büyük ölçüde kurtulmuş olurdu. Hatta ‘Mûsâ’nın kesesi’ sözü, birisinden beklenmedik şekilde gelen maddi yardımlar için kullanılan bir deyim haline gelmişti.[45]
İmâm Hasan çocuklarını da ümmet-i Muhammed’e nümûne-i imtisâl olarak yetiştirmişti. O hilimle, şefkat, merhamet ve güzel öğütle evlat yetiştirmeyi Hz. Muhammed Mustafâ ocağında öğrenmişti. Muhammed bin Bişr, Hz. Hasan’ın oğlu Zeyd hakkında şunları söylemiştir: “Zeyd, her kış vakti insanların baharı idi. Gök gürültüsü ve yıldırımlar değişirken, o, karanlıkları aydınlatan bir kandil idi.”[46] Kudâme bin Mûsâ, Zeyd Hakk’a yürüdükten sonra onu şu sözlerle anlatmıştır: “Şayet yer, Zeyd’i örtüp bürümüş ise Zeyd orada da iyilik ve cömertlikle meşgul olur. O, defnedilip toprağın altında kalmış da olsa, onun yapmış olduğu işler övgüye şayan işlerdir. O, zorda kalmışa, yoksula yardımı hemen ulaştırırdı. Onlardan bir seyyid ölürse, yerine bir kıymetli ve cömert seyyid daha gelir. Onların yücelik sarayı kaldığı yerden inşaya devam eder.”[47]
İmâm Hasan oğullarından birine şöyle nasihat eder: “Yavrucuğum! Girdiği, çıktığı yeri bilmedikçe biriyle arkadaşlık etme. Onu iyice denedikten sonra ve arkadaşlığından memnun olduktan sonra, onu kendine dost edin. Ona karşı az hata etmeye ve hayatta yardımlaşmaya çalış.”[48] Aklı olmayanın edebi de olmaz. Himmeti olmayanın sevgisi de olmaz. Dini olmayanın hayâsı da olmaz. Aklın başı insanlara güzel muâmele etmektir. Dünya ve âhiret akıl ile tedarik olunur. Akıldan mahrum olan, bu ikisinden de mahrum olur.[49] İlim tahsil edin. Şayet ilmi ezberleyip, aklınızda tutamazsanız, o ilmi yazın ve evinize koyun.[50]
Hânedân-ı Ehl-i Beyt, ilim şehrinin kapısı, hikmet ve irfânın ocağıydı. İmâm Hasan’ın da nefes ve nutukları, hikmet dolu olup, tüm mü’minlere yol gösteriyordu. İmâm Hasan bir gün gusledip, evinden çıktı. En güzel elbisesini giyinmişti. Yolda önüne vaziyeti çok düşkün olan bir Yahudi çıktı. Hz. Hasan’ı durdurup, ona şöyle dedi: “Deden; ‘dünya mü’min için bir hapishanedir. Kâfir içinse bir Cennet’dir’ derdi. Sen mü’minsin ben ise bir kâfirim. Fakat dünya senin için bir Cennet, benim için ise bir hapishane haline gelmiş. Şu halime bak. Ne sefil durumdayım.” İmâm Hasan adamın bu sözünü işitince şöyle dedi: “Ey kişi! Şayet Allâh’ın ahirette benim için hazırlamış olduğu mükâfatı görseydin, şu an içinde bulunduğum durumun bir hapishaneden farksız olduğunu anlardın. Şayet ahirette senin için hazırlanmış olan azabı görseydin, şu an beğenmediğin durumun için Cennet’teyim derdin.”[51]
Alevî Bektâşîler on iki imâmlara sevgi ve bağlılıklarını özellikle cemlerde düvâzdeh-imâm adı verilen manzûm eserler okuyarak ifade etmektedirler. Her cemde zâkirler tarafından mutlaka okunan ve canların “Allah Allah” sesleriyle coşku ve heyecanlarını ortak ettikleri bu eserlerle on iki imâmların edeb ve ahlâkına bağlılık tazelenmekte, çocuk ve gençler onların sevgisiyle yetişerek, onlarla bütünleşmektedirler:
Hasan’ım, hem Hüseyin’im, Âbidîn’im,
Benim gözüm nûru, İmam Bâkır-ı Bekâdur.[52]
Meşrebi, tarîkatı hangisi olursa olsun, evlâd-ı Rasûl olan bütün pir ve mürşidler için de İmâm Hasan bir şefâat-kânîdir. Âhirette mü’minler onlardan himmet isterler. Azerbaycan’dan Anadolu’ya kadar kalp ve gönülleri hakîkat çerağı ile aydınlatan Seyyid Mir Hamza Nigârî bu duygularını tâlib-i Hakk’larla şöyle paylaşmaktadır:
Dem-i imdâd meded-kârımız âyâ mahşer
Kim olur Şîr-i Hudâ Şâh-ı velâdan gayrı
Rûz-ı hasret dem-i dermândeni feryâdımıza
İrişür kim Hasen-i hüsn-likâdan gayrı[53]
Sonuç
Kıyâmete kadar nesli devam edecek olan “şerîf”lerin babası olan İmâm Hasan, bedence de, huy ve ahlâkça da Allah Rasûlü’ne benzeyen bir gonca güldü. Hz. Muhammed Mustafâ’nın Cennet Bahçesi’nde yetişti. Fuzûlî, Hasan ve Hüseyin’i resmederken onların mekânını “saâdete ermişlerin bahçesi” olarak tasvîr etti. İmâm Hasan dedesinin tebliğ ettiği iman hakîkatine canı ve malı pahasına şehâdet etti ve şehâdet şerbetini içti. Âşıklar sâdıklar, bağrı başı yanıklar ve bütün kalpleriyle hakîkate uyanıklar, İmâm Hasan’ın tutuşturduğu çerağın aydınlığında, zulüm, haksızlık ve düşmanlık gibi şeytan ahlâkını görüp, kaçındılar. Sabır, tahammül, adâlet, şefkat ve merhamet gibi Rahmânî sıfatları tüm insanlığa anlattılar.
Maktel’ler, Matemiyye’ler, Mersiye’ler, Düvâzdeh İmâm’lar gönüllerin Ehl-i Beyt’in sevgisiyle coştuğu sıdk u sadâkat bestelerine dönüştü. Gözler İmâm Hasan ve İmâm Hüseyin aşkına döktükleri gözyaşlarıyla, gönülleri onların mana sultânlığıyla bütünleştirdi. Gaflet halinden ölüm uykusuna yatmış kalpler, İmâm Celâlettin es-Suyûtî’nin ifadesiyle; “Ehl-i Beyt’in fazîletlerini öğrenip, yaşayarak canlandı”. Eşkiyânın zehir içirdiği İmâm Hasan için dökülen gözyaşları, kalp ve gönüllerdeki sevgi, saygı, birlik, beraberlik ve kardeşlik gibi duygu ve davranış tohumlarını tomurcuklandırdı. Hünkâr Hacı Bektaş Velî aslanla, ceylanı bir kucakta taşıdı. “Düşmanımız kindir bizim” diyen Yûnus Emre’ler, hoşgörü diliyle gökyüzü çadırının içerisine yetmiş iki milleti sığdırdı. “Biz ayırmaya değil, birleştirmeye geldik” sözünü Konya’daki müslim, gayr-ı müslim tüm insanlara duyuran Mevlâna Celâleddin Rûmî, tevhîde susamış gönülleri fethetti. İmâm Hasan’ın söz ve davranışları tarihten bugüne gavslara, kutuplara ser-tâc oldu. Hz. Muhammed Mustafâ ve O’nun Ehl-i Beyt’ine getirilen salavâtlar mü’minleri rahmet deryâsının içine itti. Rahmet Peygamberi’nin insanlığa takdim ettiği ve mü’minlere rahmet ve şifâ olan Kur’an, rahmet nesli olan evlâd-ı Rasûl’ün dilinden rahmet, şefkat, bereket, safâ nazar ve himmeti, irfân sofralarımıza getirdi. Selâm olsun onlara, aşk olsun yollarından gidenlere…
[1] Fazlullâh Rahîmî, Gülzâr-ı Haseneyn, haz. Arzu Meral, Revak Kitabevi, İstanbul, 2012, s. 5.
[2] Şeblencî, Nûru’l-Ebsâr Ehl-i Beyt, Pamuk Y., İstanbul, 2004, s. 416.
[3] Ahmet Lütfi Kazancı, Peygamberimin İki Gülü Hasan Hüseyin, Ensar Y., İstanbul, 2012, s. 27.
[4] Vak’a-yı İmâm Hazreti Hasan (Yazma Eser), Senirkent/Uluğbey, vr. 13b-14a.
[5] Mehmet Bahaüddin Varol, Hz. Hasan, TDV Y., Ankara, 2012, s. 49.
[6] Varol, a.g.e., s. 62-63.
[7] Varol, a.g.e., s. 62.
[8] Varol, a.g.e., s. 66.
[9] Kazancı, Peygamberimin İki Gülü Hasan Hüseyin, s. 33.
[10] Şeblencî, Nûru’l-Ebsâr Ehl-i Beyt, s. 424-425.
[11] Fazlullah Rahîmî, Gülzâr-ı Haseneyn, s. 9.
[12] Fuzûlî, Hadîkatü’s-Süedâ (Saâdete Ermişlerin Bahçesi), haz. Servet Bayoğlu, Kültür Bakanlığı Y., Ankara, 1996, s. 174.
[13] Âşık Virânî Divanı, haz: M. Halid Bayrı, İstanbul Maarif Kitaphanesi, İstanbul, ts., s. 150-151.
[14] Fazlullâh Rahîmî, Gülzâr-ı Haseneyn, s. 6-7.
[15] Fuzûlî, Hadîkatü’s-Süedâ, s. 14.
[16] Fuzûlî, Hadîkatü’s-Süedâ, s. 180-181.
[17] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân (İrfân Sofraları), çev: Süleyman Ateş, Ankara, 1971, s. 44.
[18] Limnili Şeyh Abdî-i Siyâhî, Limni’de Sürgün Bir Velî -Niyâzî-i Mısrî’nin Hâtıraları-, haz. Mustafa Tatçı, İstanbul, 2010, H Yayınları, s. 53.
[19] Niyâzi Mısrî Divanı, Maarif Kitaphanesi, ts., s. 114
[20] Vak’a-yı İmâm Hazreti Hasan, vr. 17b-18a.
[21] Vak’a-yı İmâm Hazreti Hasan, vr. 19b.
[22] Bkz. Mehmet Temizkan, Üsküdarlı Hâşim Baba’nın Fikrî Kimliği Üzerine Bir İnceleme, Üsküdar Sempozyumu, C. II, ss. 100-108, s. 103.
[23] Fuzûlî, Hadîkatü’s-Süedâ, s. 42.
[24] Fuzûlî, a.g.e., s. 70.
[25] Fazlullâh Rahîmî, Gülzâr-ı Haseneyn, s. 11.
[26] Maktel-i Hüseyin (Yazma Eser), Amasya/Merzifon Hasan Akdeniz Özel Koleksiyonu, vr. 350a.
[27] Nisâ, 4/128.
[28] Şeblencî, Nûru’l-Ebsâr Ehl-i Beyt, s. 423.
[29] Fazlullâh Rahîmî, Gülzâr-ı Haseneyn, s. 17-18.
[30] Mâtemiyye, haz. M. Sait Çetiner, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1961, s. 32.
[31] Fuzûlî, Hadîkatü’s-Süedâ, s. 174.
[32] Vak’a-yı İmâm Hazreti Hasan, vr. 15b.
[33] Mehdi Sadr, Ehl-i Beyt Ahlâkı, İnsan Y., İstanbul, 2003, s. 68.
[34] Mehdi Sadr, a.g.e., s. 160.
[35] Mehdi Sadr, a.g.e., s. 68.
[36] Şeblencî, Nûru’l-Ebsâr Ehl-i Beyt, s. 424; Bakara, 2/197.
[37] Şeblencî, s. 427.
[38] Mehdi Sadr, Ehl-i Beyt Ahlâkı, s. 40-41.
[39] Âl-i İmrân, 3/159.
[40] Mü’minûn, 23/96.
[41] Mehdi Sadr, Ehl-i Beyt Ahlâkı, s. 249.
[42] Şeblencî, Nûru’l-Ebsâr Ehl-i Beyt,s. 417.
[43] Şeblencî, a.g.e., s. 429.
[44] İnsân, 76/8.
[45] Mehmet Ali Büyükkara, Ehl-i Beyt ve Ehl-i Devlet, İFAV Y., İstanbul, 2010, s. 206.
[46] Şeblencî, Nûru’l-Ebsâr Ehl-i Beyt, s. 436.
[47] Şeblencî, a.g.e., s. 436.
[48] Mehdi Sadr, s. 358.
[49] Şeblencî, a.g.e., s. 425.
[50] Şeblencî, a.g.e., s. 426.
[51] Şeblencî, a.g.e., s. 420-421.
[52] Âşık Virânî, İlm-i Câvidân, haz. Osman Eğri, TDV Y., Ankara, s. 69.
[53] Nigârî Divanı, haz. Azmi Bilgin, İstanbul, 2004, s. 380
İlgili