Prof. Dr. Osman Eğri
Tarihten bugüne bizleri taşıyan değerlerimizi kaybedince malesef insanlığımızı da kaybettik. Sevgi, saygı, hoşgörü ve tevazu artık semtlerimize uğramaz oldu. Akılla birlikte vicdan da bizleri terk etti. Şefkat ve merhamet sahibi olmak zayıflık alameti sayılıyor şimdi bizlerde.
İyi insanların süsü olan güzel bir söz, gülen bir yüz yerini asık bir surata, kurşun gibi rûhları inciten taşlama ve suçlamalara bıraktı. Küfür ve hakâretlerden yüzler kızarmaz oldu. Düşmanlıkta ileri gitmek, elinden gelen her türlü kötülüğü yapmak başarı ölçüsü bu günlerde.
Kalp kırmak, gönül yıkmak güçlü olmanın göstergesi haline geldi. Kin ve nefrette aşırılığa gitmek ve dostları dahi kendimize düşman etmek hayatın gayesi haline geldi. “İyi komşuluk, vefâlı arkadaşlık, güçlü akrabalık” gibi deyimler eski hatıralarda, unutulmaya yüz tutmuş hikâyelerde kaldı.
Eskiden rûhumuz ve cânımızda Hünkâr Hacı Bektaş Velî, Ahî Evran Velî, Mevlâna Celâleddin Rûmî nefesi, himmeti ve çevremizde kokusu vardı. Şimdi gulyabânîler gönül bahçelerimizi sardı. Güllük-gülistanlık kalplerimiz kin ve nefret çalı ve dikenleriyle doldu. Göz pınarları kurudu; yaşarmaz oldu.
Kaba-saba, kibirli, taş kalpli varlıklar haline geldik. Sosyal uyum ve âhenk bozulunca birlik ve beraberliğin yerini bitmeyen çalkantılar, zulüm ve işkencelerden kaynaklanan feryâd ü figânlar aldı. Ocaklar söndü, yurtlar, yuvalar dağıldı. Annesi babası hapiste olduğu için ortada kalan veya annesiyle birlikte hapis yatan çocuklar kimsenin rûhunu incitmiyor.
Gördüğü zulümden dolayı ölen insanlara üzülmek yerine “oh olsun!” diyen insanlıktan nasibini almamış hayırsızlar çoğaldı. Ağlayanlara gülenler, dert ehli olan kulların yerini aldı. Düşenin dostu olanların, çaresizlere çare sunanların evlatları şimdilerde düşenlere vurmayı fazilet sayan fırsatçılara dönüştü.
Peki hep böylemiydik biz? Elbette hayır. Yunus gibi; gökyüzünü çadır, yeryüzünü sedir yapıp muhabbet soframıza yetmiş iki milleti mihmân eylediğimiz günler de vardı. Zulüm ve haksızlığa uğrayanlar, canının derdine düşenler bize sığınır, bizden yardım umarlardı.
Bir kimse incitmeyi hak etse bile onu incitmemeyi, güçlü olduğu halde dahi affetmeyi fütüvvet (gençlik ve yiğitliğ)in, dervişliğin ve tâlipliğin nişânı bilirdik. Kimsenin rengini, cinsini, ırkını değil topraktan gelen cevherini görürdük.
Erenlerin nefesi marifet ve muhabbetimizi artırır, çiğliklerimizi pişirir, ham rûhlarımızı olgunlaştırırdı. Hiç kimseye hor bakmaz, gördüğümüz ayıpları yazmazdık. Sövene dilsiz, vurana elsizdik. “Allah Allah” sesleriyle arınırdık dergâhlarda; temiz ve lekesizdik.
Değerlerimizi unutunca kendimizi de, insanlığımızı da unuttuk. Değerlerimizi ve bizi biz yapan erenlerimizi yeniden keşfetmenin zevkine dalmadığımız sürece kaybedeceğimiz şeylerin adını dahi yazmak istemiyorum şimdi.
Bilmem ki sevmekten, adâlet ve merhamet sahibi olmaktan korkanlar geleceklerini kaybetmekten de korkarlar mı? Korkarlar da, akıllarını başlarına, vicdanlarını da kalplerine alıp korkmaktan korkarlar mı?
İlgili