Prof. Dr. Osman Eğri
Zannetti ki zâlim ve mel’ûn yezîd ve Emevîler bitirdiler Ehl-i Beyt’i. Allah onların dikkatinden kaçırdı Ehl-i Beyt’in ikinci babası İmâm Zeynü’l-Âbidîn’i. Onunla tamamlandı nûr, o anlattı dîni. O bitirdi kibr ü kîni; sevindirdi fakiri, yetimi.
Unuttular Medîne’de hitâbetin ocağından gelen mahzûn Hazreti Zeynep’i. Vicdanı ölmemiş Medîne’lilere, Seyyide Zeynep anlattı, Kerbelâ’da işlenen vahşeti. Geldi ansızın ötelerden bir yiğit; Muhtâr es-Sakafî. Tek tek buldu Ehl-i Beyt’in katillerini. Menzil etti onlara Cehennem’i.
Okuttukları fitne hutbelerinde Evlâd-ı Rasûl’e, Hânedân-ı Ehl-i Beyt’e yetmiş yıl küfreden Emevîlerin sarayları bir üflemekle yıkıldı. Ebû Müslim el-Horasânî, Türkistan’dan Esedullâhi’l-Gâlip Ali bin Ebî Tâlip’in kervanına katıldı. Bitirdi devr-i saltanatı. Tâc ü tahtları üç kuruşa satıldı.
İmâm Muhammed Bâkır. Dünyaya tapmışlara âhireti hatırlatır. Yarar dağları ilm ü irfânı çıkartır. Cilâlar kalpleri, kararmış rûhları parlatır. Oğludur onun İmâm Ca’fer-i Sâdık. Elinde Kur’an var; belirdi gayrı fecr-i sâdık. Kurdu rahle-i tedrîsini; bitirdi Emevîlerin iblîsini.
Nesl-i Muhammed, evlâd-ı Ali. Cânın verdi ama vermedi imânınını. Zulüm gördü; şehîd oldu ama irşâd etti ihvânını. Yedi iklim dört kıtaya yayıldılar. Nice gâfiller onların hak kelâmıyla gafletten ayıldılar. Milyonlarca gayr-i müslim sohbet-i cânanlarına bayıldılar.
Kevser ırmağı Fâtıma Ana evlatlarına dedik; “On İki İmâm”. Din onların elinde olmuştur tamâm. Hepsi de cânından geçti; içtiler şehâdet şerbetini. Niceler de andını içti; gördü onların gayretini. Nefes ve nutukları nice gönülleri mayaladı. Yalan dünyadan Cennet’e dört kapı araladı.
Bitmez tarihte Ali’ler ve Velî’ler. Malatya Serdârı Seyyid Battal Gâzî’ler. Malatya’dan Eskişehir’e çekmiştir hüsn-i hattı. Zulüm değil Anadolu gayrı ilm ü irfân sathı.
Bir nefer dahi geldi Horasan’dan güvercin donunda. Dili oluptur Zülfikâr; hem kılıcı kınında. Yetmiş iki milletin dilince konuşur. Azlar çok olur; açlar tok olur; azgınlar yok olur. Seyyid Muhammed’dir adı; derler Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî. Anadolu’ya böyle bir arslan daha evvel gelmedi. “Ele, dile, bele…” dedi; tekkesine varanlar, birbirinden râzı oldu, rızâ lokmasını yedi.
Gönderdi Hünkâr Seyyid Sarı Saltuğu Balkanlar’a. O varmadan nâmı vardı meydânlara. On iki dilde, dört kitâbın manâsını söyledi. Yetmiş iki millet ondan sohbet dinledi. Atı Düldül idi, kılıcı Zülfikâr. Dedesidir Fâtih-i Hayber, hem Haydâr.
Kavm-i yezîd ya yalan, ya da talanla satın aldı ödlekleri. Destek olmadılar dîne, bitmedi köstekleri. Doymadı nefisleri, dinmedi hevesleri. Lâkin yerin göğün Sâhibi, her devirde gönderdi bir Hakk’ın Eri, hakîkatın serveri.
Onlar hem şâhid; hem de şehîddirler. Bir ölür; bin dirilirler. Sabah gider; akşam yine gelirler. Sayılmazlar parmak ile; bitmezler kırmak ile. Yeşil mi yeşildir renkleri; kavî mi kavîdir cenkleri. Bükülmez bilekleri. Hakk aşkı ve halk sevgisi ile doludur tertemiz yürekleri.
Kıyâmete kadar yürüyecek sürekleri…
Yurtlarından sürüldüler. Cânî gibi görüldüler. Gözlerinde imân gözlüğü olanlar gördü onlardaki nûru. Akıllarında yalan sözlüğü olanlar, onlara olmadık kulpları takanlar uyanırlar görünce nârı.
Gerçeğe Hüü, mü’mine yâ Ali!
İlgili