MERTLİK ALİ’DEN SİYASET MUAVİYE’DEN KALMIŞTIR

MERTLİK ALİ’DEN SİYASET MUAVİYE’DEN KALMIŞTIR

Prof. Dr. Osman Eğri

Çorum’da akademisyen olarak görev yaptığım yirmi bir yıl sırasında sürekli görüştüğüm ve kendisinin ilim ve irfânından çok istifade ettiğim rahmetli Durmuş Baba böyle söylerdi: “Oğlum! Mertlik Ali’den siyaset Muaviye’den kalmıştır.”

Bugün İslâm dünyasında olup bitenleri gördükçe Durmuş Baba’nın ne kadar da haklı olduğunu bizzat yaşayarak tecrübe ediyorum. Özellikle de Muaviye’nin siyaset tarzını özetleyen şu sözü günümüzdeki siyasi manevraları açıklamak için yeterlidir sanırım: “Parayla satın alabileceğim hiçbir kimseye makam vermedim. Makamla yanıma çekebileceğim hiçbir kimseyi tehdit etmedim. Tehditle sindirebileceğim hiçbir kimseyi dövdürtmedim. Döverek korkutabileceğim hiçbir kimseyi de öldürtmedim.”

Muaviye’nin benimsediği bu siyaset anlayışına göre; makamın bekâsı için her şey mubahtır. Gerekirse yalan söylenebileceği gibi, muhalifleri yıldırmak için, rüşvet, tehdit, şantaj, katil gibi her türlü yönteme de başvurulabilir. Muaviye’ye göre bu yöntemleri kullanmak utanılacak değil, övünülecek siyasi manevralardır.

Muaviye zamanında yaşanan olaylara baktığınızda, onun yukarıdaki sözünde geçen ifadeleri nasıl icraata dönüştürdüğüne şahit olursunuz. Nitekim İmâm Ali’nin kardeşi Akil bin Ebî Tâlib’i parayla satın almış ve Akil abisine muhalif olmuştur. İmâm Hasan’ın karısı Cûde bint-i Kays’ı, oğlu Yezid’le evlendirme vaadiyle kandırarak, Hazreti Hasan’ı ona zehirletmiştir.

Şam’da yaptırdığı sarayın şatafatını eleştirip; “Ey Muaviye! Eğer bu sarayı kendi paranla yaptırdıysan israftır ve haramdır. Eğer halkın parasıyla yaptırdıysan yine haramdır.” diyen Ebû Zerri’l-Ğıfârî’yi eşiyle birlikte çölde yaşamaya zorunlu bırakmış ve onları orada yalnız başlarına ölüme terk etmiştir.

Camilerde Cuma günleri hutbelerde okuttuğu “sebn-i Ali” (İmâm Ali ve Ehl-i Beyt’e küfredilmesi)ye karşı çıkan, sahâbenin ileri gelenlerinden Hucr bin Adiy’i iki defa dövdürtmüş, daha sonra da yedi arkadaşıyla birlikte idam etmiştir. Hasan-ı Basrî Hazretleri kendi zamanında Muaviye’nin yapıp ettikleriyle ilgili değerlendirmesinin bir yerinde özellikle Hucr b. Adî’nin öldürülmesini “bir yöneticiyi helâke götürecek sebepler” arasında anmaktadır.

İlk Müslümanlardan ve anne babası Mekke’de ilk şehitlerden olan Hazreti Ali tarafrarı Ammâr bin Yâsir, Muaviye’nin İmâm Ali ile savaştığı Sıffin’de şehit olmuştur. Abdullah bin Ömer bu olay üzerine Muaviye’ye Hazreti Peygamber’in; “Ya Ammâr! Seni azgın bir topluluk şehit edecek.” hadisini hatırlatarak “Ey Muaviye! Sen şimdi azgınlardan oldun.” deyince kendince cerbeze ve demagoji yeteneğini konuşturmuş ve Abdullah’a şöyle cevap vermiştir: “Ammâr’ı ben öldürmedim. Onu Sıffîn meydanına savaşmak için kim getirmişse onun ölümüne o sebep olmuştur ve dolayısıyla da onun katili Ali’dir.” Abdullah bin Ömer ise ona unutamayacağı bir cevap vermiştir: “Öyleyse bu durumda amcası Hazreti Hamza’yı da Hazreti Peygamber mi öldürmüş oluyor? Nitekim amcasını Uhud cengine o götürmüştür.” Muaviye akıl ve zekâ dolu bu ifadeye bir cevap verememiştir. 

Verdiği hiçbir sözde durmayan Muaviye, İmâm Hasan’ın Müslümanların kanları dökülmesin düşüncesiyle teklif ettiği anlaşma maddelerine de uymamıştır. Kendisinden sonra veliaht tayin etmeyeceğini taahhüt etmesine rağmen, yönetiminin sonlarına doğru oğlu Yezid’i veliaht tayin etmiş, İmâm Hasan’ı ise karısı Cûde’ye zehirletmiştir.

Hasan-ı Basrî Muaviye hakkında şu genel değerlendirmeyi yapmaktadır: “Muaviye’nin yaptığı dört çeşit iş vardır ki bunlardan her biri onu helâke götürücüdür. Birincisi; İslâm toplumu arasında seçkin sahâbîler ve fazîletli kişiler olduğu halde iş başına kılıç zoruyla geçmiş olması. İkincisi; çeşitli sebeplerle halk arasında olumsuz yönleriyle tanınan ve kamunun güvenine mazhar olamayan oğlu Yezid’i sağlığında veliaht tayin etmesi. Üçüncüsü; Allah Rasûlü; ‘Çocuk doğduğu yatağa aittir.’ buyurduğu halde Ziyâd’ı (ki bu kişi Kerbelâ katliamını gerçekleştiren Ubeydullâh’ın babasıdır) nesebine katması. Dördüncüsü de Hucr bin Adî ve arkadaşlarını idam ettirmesidir.”

Muaviye’nin bütün bu icraatlarının sonucu; on dört asırdır kanayan bir yara, yürek sızlatan bir facia olan Kerbelâ’dır. Ne yazık ki İslam Dünyası’nın Muaviye ve Yezid’leri hiç tükenmemiş, Kerbelâ’lar yaşanmaya devam etmiştir. Muaviye karakterli yöneticilere itaat eden, onların her türlü gayr-i meşru icraatlarını görmezden gelenler tıpkı Mervan, İbn-Ziyâd gibi istedikleri makam ve mevkileri elde ederek halka zulmetmiş, ona karşı çıkanlar ise kendilerini ya sürgünde, ya cezaevinde ya da mezarda bulmuşlardır.

İslâm Dünyası Muaviye zihniyetiyle yüzleşip İmâm Ali karakterli adalet, merhamet, hak ve hukuk gibi ilkelere uyarak her ırk, inanç, meşrep ve mezhepten insanın hayat hakkını garanti altına alan yöneticileri yetiştiremediği, onları başa getiremediği ve demokrasi kültürünü topluma anlatıp kabul ettiremediği sürece kıyım ve zulümlerle birlikte, kan ve gözyaşı da devam edecek görünmektedir.