HOŞGÖR YÂ HÛ…

HOŞGÖR YÂ HÛ…

Eskiden Anadolu veya Balkanlar’daki tekke ve dergâhların duvarlarında asılı olan levhalarda; “Edeb yâ Hû/Allah” ile birlikte “Hoşgör yâ Hû/Allah” da yazardı. Derviş olmanın nişânı/alâmeti olan edeb ve erkânın en önemli parçası; kendisi gibi inanmayan veya ibadet etmeyen, farklı etnik köken, meşreb veya mezhepten olan insanlara karşı hoşgörüyle bakmak ve davranmaktı. Bu çizgide tavır ve tutum geliştiren Müslüman dervişler, bulundukları coğrafyalarda birlikte yaşama kültürünün, çoğulcu toplum modelinin güvencesiydiler.

Balkanlardaki en eski Bektâşî Tekkesi olan Bosna-Hersek’in Mostar şehri yakınlarındaki Blagay Tekkesi’nde yaşayan dervişlerin, hâl ve tavırlarıyla adeta yürüyen birer Kur’ân oldukları, zamanın zâlimlerine karşı halkın yanında bulundukları, onların haklarını gözettikleri, fakirlere ve yolculara yemek yedirdikleri, rûh ve fikir doygunluğu verecek sohbet ve hizmet meclisleri oluşturdukları, açık kalpli ve hoşgörülü davranışlarının bölgede yaşayan Ortodoks ve Katoliklerin güvenini sağladığı dile getirilmektedir. Bu tekkeye gelip yerleşmiş olan Seyyid Sarı Saltuk ve dervişleri sayesinde, on binlerce Hıristiyan ve Yahudi İslâm’ın güleryüzüyle tanışmışlardır.

Hatta Balkanlar’daki bu tekke ve zâviyelerin bazı dervişleri, yeni Müslüman olmuş Hıristiyanlardır. Uzun yıllar zâviyelerde meskûn bulunan Hıristiyan hizmetkârların, coşkulu dinî/tasavvufî ayinlerin tesiri altında kalarak, Müslüman olmaları tabii görülmelidir. Müslüman olduktan sonra bu dervişler, İslâm dininin evrensel değerlerini bölgede yaşayan insanlara iletme konusunda daha heyecanlı birer “gönüllü” haline gelmişlerdir. Bunun yanı sıra, Müslüman olmadan da tekke ve dergâhlarda mihmandârlık yapıp gelen ve geçene, konan ve göçene bir insanlık görevi olarak hizmet edenler de olmuştur.

XIII. yüzyıl âriflerinden birisi olan Âşık Paşa-yı Velî, Garibnâme adlı eserinde, Anadolu’da, sosyal uyum ve ahengin sigortası gibi işlev gören Müslüman dervişlerin Hıristiyan ve Yahudiler tarafından da niçin bu kadar çok sevildiklerinin izahı noktasında; onların duygu, düşünce ve davranışlarına hakim olan karakteristik özellikleri şöyle sıralar: “Nefse hakim olmak, kimseye kin tutmamak, kötü söz söylememek, hırs sahibi olmamak ve her türlü kötü huydan uzak durmak.” Güzel ahlâka sahip bir dervişi, herkesin nasıl ve niçin seveceğini de şu satırlarda dile getirmektedir:

Ger Müselmân, ger Cuhut (Yahudi), ger Nasrânî (Hıristiyan),

Kim bakıp görür ise seve anı,

Cümle halk andan yana iver (taraf) ola,

Kamuları (hepsi) dahi ânı (onu) sever ola,

Devlet ola yetmiş iki millete,

Düşmeye anı sevenler mihnete (sıkıntıya).

Âşık Paşa-yı Velî, yukarıdaki satırlarda bir taraftan dervişlerin psiko-sosyal durumlarını tasvîr ederken, diğer taraftan da dervişler için ideal bir “derviş modeli” çizmektedir. Bakışı, duruşu, oturup-kalkması, tavır ve davranışlarıyla, insanların sevgisini kazanamamış bir derviş, yol ve erkânın hakkını da verememiş demektir. O, yetmiş iki millete “devlet” olacak bir insan prototipini yetiştirmenin peşindedir. Çünkü onun yaşadığı devirde, Anadolu’da her üç dinden de topluluklar bulunmaktadır ve Âşık Paşa-yı Velî, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudiler arasında ortak yaşam alanları oluşturmak istemektedir.

Âşık Paşa-yı Velî’nin “Yetmiş iki millet tarafından sevilmek” ifadesi, Hünkâr Hacı Bektâş Velî’nin sözlerinde; “Yetmiş iki millete bir gözle bakmayan, halka müderris (hoca) olsa da Hakk’a âsîdir” şeklinde yerini bulmuştur. Hünkâr’ın bu yaşam felsefesine göre; ticarette, sanatta, komşuluk ilişkilerinde, hak ve hukukta, bir Müslümanı, bir Hıristiyan veya Yahudi’den üstün gören birisi, Allah’ın insanları birbirlerinden farklı yaratmış olma iradesine isyân etmiş demektir. Irkların, dillerin ve dinlerin farklılığı, ilâhî bir karardır ve insanların, bu kültürel çeşitliliğe saygılı olmaları; Allah’a inançlarının bir gereğidir.   

Buradan, XIII-XIV. yüzyıllarda Anadolu’da yaşayan manevî önderlerin Müslüman olmayan insanlara bakışlarının, birbirini desteklediği sonucu çıkartılabilir. Geniş bir hoşgörüyü yansıtan ve manevî liderlerin ittifakla dile getirdikleri bu bakış, Müslüman olmayan zümreler üzerinde güçlü tesirler icra etmiş; dolayısıyla Orta Asya’dan Anadolu’ya henüz yeni göç etmiş olan Müslümanlar sempatiyle karşılanmışlardır. Erenlerin, birlik ve dirlik mesajları veren nefes ve nutukları, çokkültürlü Anadolu’da bir nevî sosyal bir sözleşme görevi icra etmiştir.

Dervişin, Allah’ın hoşnutluğunu ve insanların sevgisini kazanması için, nefsine, gönlüne, diline ve eline hakim olması gerekmektedir. Gönlünü kötü duygu ve düşüncelerden arıtarak Hünkâr Hacı Bektâş Velî’nin ifadesiyle “kazandığı lokmayı hâk eden; oturduğu yeri pâk eden” bir kişiye, elbetteki Yahudi, Hıristiyan veya Müslüman olan herkes rağbet edecek, onu gönülden sevecektir. Hiç şüphesiz, dinler ve kültürlerarası ilişkilerde, “sevgi” ve “saygı”nın bu şekilde paylaşılarak anonim duygular haline gelmesi, sosyal uyum ve ahengin gerçekleşmesini kolaylaştırmıştır.

Farklı din mensuplarını bir arada tutan önemli sosyo-kültürel koşullardan birisi de, güçlü bir iletişim (diyalog)den destek alan karşılıklı anlayışla birbirini “tanıma” sürecinin gerçekleşmesidir. İnsanlar, çoğu zaman aynı şeyleri, farklı tanımlar veya isimlendirirler. İsim ve tanımlamalardaki farklılıkların, münakaşalara, çekişmelere veya ayrışmalara yolaçması sıklıkla yaşanan bir durumdur. Âşık Paşa-yı Velî, bu tür durumların yapay gerginliklere yol açtığını bir örnek olay anlatarak açıklamaktadır:

Biri Arap, biri Acem (İran’lı), biri Türk ve biri de Ermeni olmak üzere dört kişi birlikte seyahate çıkarlar. Hiçbiri diğerlerinin dilini bilmez. Yolculuk sırasında dördünün de canı “üzüm” ister ve her birisi de kendi dilinde “canının üzüm istediğini” söyler. Fakat hiç birisi diğerlerinin ne istediğini bilemediği için, önce tartışmaya, sonra da kavga etmeye başlarlar. Bu gereksiz kavganın sonunda ise, aslında herkesin kendi dilince “üzüm” istediğini anlarlar. Bektâşî Erkannâmelerinde, pîr/mürşid yetmiş iki milletin dilince konuşabildiği veya onları anlayabildiği için Süleymân peygambere benzetilmiştir. Yukarıda bahsi geçen Seyyid Sarı Saltuk’u da bu kadar etkili kılan özelliği, üç-beş yıl kadar kaldığı her coğrafyanın dilini öğrenerek, on iki dili konuşabiliyor olmasıdır. Bu dillerin arasında Tevrat’ın dili; İbranice ve İncil’in dili; Latince de bulunmaktadır.

Dillerin farklılığı, o dilleri bilenler için sadece bir zenginliktir. Âşık Paşa-yı Velî yukarıda yaptığı bu göz önünde canlandırmada herkesin Ma’bûd’unun (Yaratıcısının) bir olduğunu, farklılıkların sadece isimlendirmede bulunduğunu anlatmak istemektedir. Kavgadan kurtulmanın yolu diğerinin/ötekinin ne istediğini bilmekten geçmektedir ve insanlar olarak hepimizin de isteği; barış, huzur ve mutluluk değil midir? Bu arada Âşık Paşa-yı Velî’nin bildiği dillerden birisi de; Ermenicedir. O, Anadolu’da yaşayan milletleri sıralarken, Çerkez’lerden, Türk’lerden, Kürtler’den, Moğol, Ermeni ve Frenk’lerden bahseder ve dilleri ve renkleri farklı olsa da, bütün milletlerin cevherlerinin aynı (toprak) olduğunu söyler. Âşık Paşa-yı Velî, İslâm’daki tevhîd (Yaratıcı’nın birliği) inancını, sadece kavramakla kalmayıp, yaşadığı coğrafyanın sosyo-kültürel gerçeklerine de uyarlayan, adı üzerinde bir “Hakk âşığı”dır.

İnsanlar arasındaki problemlerin çoğu, kullanılan dillerin farklı oluşundan kaynaklanmaktadır. Bu yüzden, İslâm’ın güzelliklerini temsil eden sûfîler, zaman zaman bu iletişim problemini çözmek için muhataplarının dilini kullanmışlardır. Mesela Mevlâna, Rumca şiirler de yazmıştır. Fuad Köprülü, onun Rumcayı Rum olan eşinden öğrenmiş olabileceğini ifade etmektedir. Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled de, Rum dilini çok iyi kullanabilmektedir ve bu dilde şiirler yazmıştır. Demek ki Rumlar arasında da sevgi ve hoşgörü duygularını işleyen bu şiirleri seven ve okuyan kimseler bulunmaktadır.

Mevlâna ve Sultan Veled’in İslâm’ın herkesi kuşatan mesajlarını, muhataplarının dilinde işlemeleri sayesinde Rum, Ermeni ve Yahudiler Mevlevî dervişlerine olumlu karşılık vermişler, Anadolu coğrafyasında dindarlararası dostluklar yaygınlaşmıştır. Günümüzde, medeniyetlerarası çatışmanın teori olmaktan çıkıp pratiğe dönüştüğü günümüzde çokkültürlü ve çoğulcu toplum modelinin inşası için, tarihimizde değerli bir hazinenin var olduğu tartışılmaya gerek duyulmayacak kadar açıktır. Yeter ki tüm insanlık olarak; kültürel mirasımızı aşk ve şevkle yeniden keşfedelim ve tozlu raflarda klişe halinde kalmış bu değerleri yeniden canlandırarak günümüz insanlarına uygun yöntemlerle aktarabilelim. Eğer İslâm’ın Taliban, el-Kaide ve IŞİD gibi kin, nefret ve terör örgütleriyle özdeşleşmesini istemiyorsak başka bir çıkar yol da görünmemektedir. Bir başka ifadeyle; gençlerin farklı inanan veya düşünen insanlara sevgi ve saygı duyguları yerine, kin, nefret ve düşmanlık duygularını taşıyarak terörize olmalarını; eli silahlı biere katile dönüşmelerini istemiyorsak, Anadolu’yu cennet yurdu haline getiren Fâtıma Ana’nın sevgi mayasını yeniden keşfetmeliyiz.