Prof. Dr. Osman Eğri
GİRİŞ
Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî, hem bir “velî (Allah dostu)”, hem de bir mürşid (eğitimci)dir. Velî talebeler ve halîfeler yetiştirerek onları da irşad vazîfesi ile görevlendirmiştir. O, zihninde kendisinden sonraki zamanlar ve farklı mekanlar için projeleri olan bir mürşid-i kâmildir. XI. yy’da Türkistan’ın Sayram kasabasında doğan pîr, daha küçük yaşta ilim tahsil etmek maksadıyla Yesi’ye gitmiş, daha sonra hakîkat ilmini öğrenmek üzere Buhara’da Yûsuf el Hamedânî’ye intisab etmiştir. Yûsuf el Hamedânî, onu üç halîfesinden biri olarak seçmiştir.[1] Tekrar Yesi’ye dönen Hoca Ahmed Yesevî, hakîkat çerağı ile Sır-Derya havalisini, Taşkent çevresini aydınlatmış, Buhâra, Semerkant ve Horasan şehirlerindeki Türkler çevresine toplanmıştır.[2] Söylediği “hikmet”lerle geniş kitleleri dînî, tasavvufî ve ahlâkî yönden etkilemiş; eğitmiştir. Pek çok mutasavvıf, âşık, şâir onun takipçisi olmuştur.[3]
Hoca Ahmed Yesevîile Hacı Bektâş Velîarasında bir mürşid-mürid ilişkisinin olduğu Velâyetnâme-i Hünkâr Hacı Bektâş Velî’de anlatılmaktadır. Hoca Ahmed Yesevî, Lokman-ı Perende’yi çocukluk çağındaki Bektâş’a hoca tayin ederek, onun eğitim-öğretim sürecine doğrudan etki etmiştir.[4]Hacı Bektâş Velî’nin vasiyyetnâmesi olarak da bilinen Kitâbü’l-Fevâid adlı eserdeki, “Hoca Hazreti Ahmet Yesevî, Hünkâr Hacı Bektâş Velî’ye buyurdu ki…”[5] ifadesinden aralarındaki mürşid-mürid ilişkisine hükmetmek mümkündür. Velâyetnâme’deki bilgiye göre; Hoca Ahmed Yesevî, Hacı Bektâş Velî’ye nefes oğlunun kurtarılması görevini verecek kadar güvenmektedir. “Bedehşan ilindeki kâfirlerin nefes oğlunu esir aldığını” söyleyerek, Hünkâr’dan oraya gidip onu esaretten kurtarmasını ve oradaki kâfirleri İslâmlaştırmasını istemiştir. Hünkâr da, “Allah’ın yardımıyla Bedehşan iline gidip bütün kâfirleri Müslüman yapacağına” dair söz vermiştir.[6] Hünkâr’ı Anadolu’ya gitmek üzere görevlendiren de yine Hoca Ahmed Yesevî’dir.[7]
Velâyetnâme’de anlatıldığına göre; Hacı Bektâş Velî, kutbü’l-ârifîn, kutbü’l-aktâb[8] makâmlarını erkâna uygun olarak emânet ve icâzetlerle birlikte bizzat Hoca Ahmed Yesevî’den almıştır.[9] Kaygusuz Abdal, Vücudnâme’sindekutbü’l-aktâbın; bütün dünyanın durumundan, ihtiyaç ve problemlerinden haberdar olan, gerekli çözüm projelerini üreten ve onları sürdürecek elemanları yetiştiren kişi olduğunu söylemektedir.[10] Hünkâr, kutbü’l-aktâbın toplum içersindeki konumunu şöyle dile getirmektedir: “Allah’ın velîsi, kendi zamanının Nuh’udur. Onun yardımı, Allah’ın kullarını tûfan belâsından koruyan gemidir. Su tûfanında her ne kadar su bela ise de, vücutlara yönelik olduğu için ondan kurtulmak kolaydır. Ancak, cehâlet tûfanı ondan daha zordur, daha kötüdür. Çünkü onda boğulan kimse ilelebet kurtulamaz.”[11] Hacı Bektâş Velî, kendi zamanının Nûh’u olmuş; yetmiş iki milletten insanlar cehâlet tûfânından kurtulabilmek için “ilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diyen Hünkâr’ın ilim, irfân ve îman gemisine binmişlerdir.
Hacı Bektâş Velî, Rum (Anadolu)’un gözcüsü olarak Anadolu’da kurduğu otağından; dergâhından tüm dünyanın ahvâlini gözetlemiş, Kafkaslar’dan Balkanlar’a, Avrupa’dan Afrika’ya kadar uzanan bir sulh projesinin gerçekleştiricisi olmuştur. Yetiştirdiği velî ve halîfeler, adı geçen coğrafyaları hakîkat çerağı ile aydınlatmışlardır. Hünkâr, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî’nin Anadolu’ya attığı dut ağacını[12], görkemli bir çınara dönüştürerek bir cihan devleti olan Osmanlı’nın manevî mîmarlığını yapmıştır.[13] Her iki pîrin de ortak özelliği; vizyoner lider vasfı taşıyan inanç önderleri olmalarıdır.
Yesevî ve Bektâşî kaynaklarına göre; hem Hoca Ahmed Yesevî, hem de Hacı Bektâş Velî neseb olarak Ehl-i Beyt’e dayanmaktadır.[14] Bu husûsiyetleri, Ehl-i Beyt âşığı olan Türk milletinin gönlünde sarsılmaz bir taht kurmalarına neden olmuştur.[15] Türkler, Yûsuf Has Hacib gibi bilgelerinin tavsiyelerine[16] uyarak; Peygamber nesline hürmet etmeyi devlet ve saâdetin anahtarı bilmişlerdir. Onları “Peygamber’in uğuru” bilerek gönülden sevmişlerdir. Ehl-i Beyt mensupları da, cedleri (dedeleri) olan Hz. Muhammed’in dînini, Peygamber torunu olmalarının getirdiği sorumluluk ve bilinçle yetmiş iki millete ulaştırma azmi ile yaşamışlardır. Gerek din anlayışlarında, gerekse dîni anlatış üsluplarında Hz. Muhammed’in rahmet ve şefkat eksenli yaklaşımını görmek mümkündür.
Yesevîlikten Bektâşîliğe
Fuat Köprülü, Hoca Ahmed Yesevî’den gelen tarîkatleri sayarken, Bektâşîliği de bunların içine dahil etmiştir.[17] Köprülü’nün bu tespitini doğrulayacak kendisinin sunduklarından başka deliller de bulmak mümkündür. Meselâ; Hacıbektâş dergâhı tarafından verilen halîfelik İcâzetnâmeleri’ndeHacı Bektâş Velî’nin mürşîdi; Hoca Ahmed Yesevî olarak gösterilmektedir.[18] Bugün dahi Anadolu’da Hoca Ahmed Yesevî ocağına bağlı olduğunu ifade eden Bektâşî dede ve ocakları mevcuttur.[19] En önemlisi ise Türk kültür tarihini derinden etkilemiş olan bu iki mürşidin Velâyetnâme’de anlatılan görüşmeleridir.[20] Bu görüşmenin tarihî bir değeri olmasa bile, Bektâşî geleneğinde Hoca Ahmed Yesevî’nin oldukça saygın bir yeri bulunmaktadır.
Hoca Ahmed Yesevî, dînî ve ahlâkî esasları İslâmiyet dairesine yeni giren ve bu yüzden felsefî, kelâmî fikirlerin inceliklerini kavramakta zorlalan Türklere, basit, sade, şiirsel bir dille anlatmıştır. Onun şiirleri san’at yapma kaygısından ve lirizmden uzaktır. [21] Sade bir dil ve anlaşılır bir üslûbun Hacı Bektâş Velî’nin eğitim anlayışına da hakim olduğu görülmektedir. Şu satırlar, onun dînî bilgi ve yorumları halkın seviyesine indirebilmedeki başarısını göstermektedir: “Derviş, ilâhî düşüncelere dalmalı, sevgi meyvelerini dermeli, rûhunu tevhîd içinde tutmalı, ilâhî sırlara ulaşmaya gayret etmeli, başına ihlâs tâcı koymalı, huzûra çıkma kemeri kuşanmalı, ibâdet bineğine binmeli, teklik makamına erebilmek için kulluk kırbacını eline alıp, gayret atını birlik meydanında koşturmalıdır. Gönlünü tevhîd suyu ile beslemeli, rûhunu Hakk’ın görüntü nurlarıyla ışıklandırmalı insanın özü benim sırrımdır, Ben de onun sırrıyım incisine kavuşmak için görüntü denizinde dalgıçlık yapmalıdır.”[22] Yukarıdaki metindeki isim, deyim ve fiillerin hemen hepsi ovada, obada, bahçede, çadırda ve at sırtında zamanını geçiren Müslüman Türk’ün her an karşılaşabileceği gerçekliklerdir. O, vermek istediği bilgi ve mesajı insan hayatının içinden seçtiği örneklerle, muhataplarına mümkün olduğu kadar yakınlaştırmak; böylece anlaşılmalarını, öğrenilmelerini kolaylaştırmak istemiştir.
Temel Referansları
Her ikisinin de fikir ve görüşlerini dayandırdıkları temel kaynak; Kur’an-ı Kerîm ve Hz. Muhammed’tir. Hoca Ahmed Yesevî, şu hikmetinde İslâm’ın bu iki temel kaynağına olan bağlılığını ifade etmektedir:
Benim hikmetlerim fermân-ı Sübhân
Okuyup anlasan mâni-i Kur’ân
Benim hikmetlerim kân-ı hadîstür
Kişi bunu bilmese bil ki habîstür[23]
Velâyetnâme’de HocaAhmed Yesevî’nin Allah’a; “Ey herkesin sırlarını bilen Rabb’im! Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin hakkı için…” şeklinde[24] duâ ettiği anlatılmaktadır. Bu ifade, pîrin nübüvvet inancını ve Peygamberlere olan bağlılığını dile getirmektedir.
Bütün eserlerindeki düşüncelerini âyet ve hadislerle temellendirdiğini gördüğümüz Hacı Bektâş Velî, Kur’ân’ın mâşuktan âşığa bir mektup[25] olduğunu söyleyerek dervişlere şu telkinde bulunmaktadır: “O halde ey derviş! Bilesin ki; Kur’an Allah kelâmıdır. Hz. Peygamber’e amel etmesi ve elçi olarak halka bildirmesi için indirilmiş bir kitaptır. Ey derviş! Bilesin ki; yüce Allah’ın rızâsını kazanmak ve Hz. Mustafâ’ya itaat etmek Kur’ân’ın emridir. Buna göre kendini Kur’ân’a layık hale getirmeyen, onunla aydınlanmayan, onun rahmetini ve izzetini kazanmayan kör olmuş demektir. Her kim, onu okur, duyar ve unutursa, onunla amel etmezse yüce Allah’ın şu buyruğundan kurtulamaz: Benim kitabımdan yüz çeviren kişinin dar bir geçimi olur ve kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz.[26] O zaman bu kör adam, Allah’ım beni neden kör olarak haşrettin? Oysa ki ben görüyordum[27] diyecek. Allah da buyuracak ki; Bizim âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları unuttun şimdi de biz seni unuttuk.”[28]
Hz. Ali’nin Kur’an hakkındaki net yaklaşımı, ahfâdı olan Hoca Ahmed Yesevî ve Hacı Bektâş Velî’yi Kur’ân’a bağlılık konusunda etkilemiştir. Haydar-ı Kerrâr’ın Nehcü’l-Belâğa’da yer alan Kur’an tasavvuru şu şekildedir: “Kur’an, öğüdünde aldatmayan, yol göstermede insanı azdırmayan, söyleyişte yalan söylemeyen bir öğütçüdür. Kur’an’la oturup kalkan, doğrulukla oturup kalkar. Bilin ki; hiç kimseye Kur’an’dan sonra bir ihtiyaç, bir yoksulluk gelip çatmaz. Dertlerinize onunla şifâ dileyin. Güçlükleriniz için onunla yardım isteyin. Allah’tan dileklerinizi onunla dileyin.”[29]
Velâyetnâme’de anlatılan şu menkîbe, Bektâşî dervişlerinin Hz. Muhammed’in nübüvvetine ve Kur’ân’ın vahy ürünü bir kitap olduğuna dair îtikatlarını güçlendiren unsurlardan birisi olmuştur. Menkîbeye göre; Hacı Bektâş Velî, Lokman-ı Parende’nin yanında ders okurken hocası Lokman-ı Perende bir gün Hünkâr’ın sağında ve solunda iki kişinin oturduğunu görmüş; onlara yaklaştığında ise kaybolmuşlardır. Hacı Bektâş’a onların kim olduğunu sorduğunda o, sağındakinin Hz. Muhammed, solundakinin Hz. Ali olduğunu, birisinin kendisine Kur’ân’ın zâhirini, diğerinin ise, batınını öğrettiğini ifade etmiştir.[30]
Bektâşîliğin kurumsallaşmasında Balım Sultan’dan sonra ikinci isim olan Kaygusuz Abdal, Allah’ı bilmenin yolunun, Ahmed-i Muhtar olarak ifade ettiği Hz. Peygamber’e uymaktan geçtiğini belirtmektedir. Bu düşüncesini kelimelere şöyle dökmektedir: “Ahmed-i Muhtar’ın ne söylediğinden haberdar ol. Bu nenzilde ona nasıl layık olacağını düşün. Bak bir kere Cebrâil’in kitabı ne demiş. Bu nenzile ulaşmanın mükâfâtı nedir? Dünya, âhiret ve kıyâmet günü nedir? Hadîs, âyet, ilim ve kitap nedir? Haberdar ol bu durumdan.”[31]
Bir Bektâşî dervişi olan Cabbar Kulu’nun kaleme aldığı ve Bektâşî dervişlerinin başucu kitaplarından birisi olan el yazması Erkânnâme’de de Hz. Peygamber’e ve Kur’an’a bağlılık şiirsel bir dille ikrâr edilmektedir: “Emrolanı Muhammed ümmetine duyurdu. Hak bâtıl seçildi. Âleme nurlar saçıldı. Perde kalktı; aradan cümle hicâblar açıldı. Küffârlar îmâna geldi. Kimi şöyle hâricî kaldı. Dîn-i İslâm âşikâre çıktı. Hüküm Muhammed’in oldu. Cabbar Kulu eydür: Aklınuz yetmez mi? Kitap böyle hüküm etmez mi? Hani sizden evvel gelenler? Onlar size örnek yetmez mi?”[32]
İnsan Tasavvurları
Hoca Ahmed Yesevî ile Hacı Bektâş Velî arasındaki fikir ve anlayış birliği, öncelikle insan tasavvurlarında göze çarpmaktadır. Sahip oldukları insan tasavvuru, insanın manevî yönden eğitilebilirliği, manevî gelişimin safhaları ve eğitimin hedefleri gibi konularda belirleyici bir rol oynamıştır.
Hoca Ahmed Yesevî, insanın yaratılışı konusunu Kur’an-ı Kerîm’e paralel bir şekilde işlemektedir. [33] Ona göre; insanın aslı su ve toprağa dayanmaktadır:
Aslın bilsen, su ve kil, yine kile gider ya
Başım toprak, kendim toprak, cismim toprak
Hakk’a kavuşur muyum diye ruhum müştâk
Şebnem olup yer altına girdim ben işte[34]
Hacı Bektâş Velî’nin Makâlât’ında da insanın yaratılışı, su ve toprakla birlikte ateş ve havaya dayandırılmaktadır.[35] Hacı Bektâş Velî, insanların manevî ve ahlâkî nitelikleri ile ilgili yapmış olduğu açıklamalarda “dört unsur”dan büyük ölçüde yararlanmıştır.[36] Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye adlı eserinde nefsin basamaklarını dört unsurla özdeşleştirerek şöyle açıklamaktadır: “Ey derviş bil ki, Âlemlerin sahibi olan Allah, insan kalıbını ateşten, rüzgârdan ve topraktan yarattı ve onlara kırk makam verdi. İlk on makam, nefs-i emmâreden gelmektedir. Nefis zâlim bir pâdişahtır ve yaptığı her hareket kötüdür.”[37] Kur’ân-ı Kerîm’deki “Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefis kötülüğü emreder”[38] âyetini bu düşüncesine delil olarak gösteren Hünkâr’agöre, nefis ateşe aittir ve nefs-i emmâreden hasıl olan on makam şunlardır: Cehâlet, öfke, cimrilik, düşmanlık, küsmek, kin beslemek, kibir, haset, küfür ve nifak.[39] Nefs-i levvâme, rüzgâra aittir ve ondan hasıl olan on makam şunlardır: Zühd, takvâ, tevâzû, kulluk, zekât, oruç, hac, umre, humus ve cihat.[40] Hacı Bektâş Velî, nefs-i levvâmeyi hem iyilik, hem de kötülük yapmaya, hem temiz, hem de kirli olmaya eğilim göstermesinden dolayı rüzgârla birlikte suya da benzetmiştir.[41] Nefs-i mülhimeden şu on makam meydana gelmektedir: Akıl, bilgi, vahiy, ilham, hayır, mal, fazîlet, cömertlik, iyilik ve ihsân. Kur’ân-ı Kerîm’den bir âyeti delil gösteren[42] Hacı Bektâş Velî, nefs-i mutmainnenin, toprağa ait olduğunu ifade etmektedir. Nefs-i mutmainneden hasıl olan on makam da şunlardır: Fakirlik, sabretmek, âdil olmak, insaflı olmak, ilim, rızâ, tahkîk, kesin olarak bilmek, ahit ve vefâ.[43]
Hoca Ahmed Yesevî ve Hacı Bektâş Velî’nin her ikisi de toprak olmayı; yüksek değer taşıyan olumlu davranış ve hallerin sembolü olarak yorumlamışlardır. Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet’inin bir yerinde toprak olmayı, nefsin arzularından kurtulabilmekle özdeşleştirmiştir:
On üçümde nefsânî arzuları ele aldım
Nefs başına yüz bin belâ sarıp saldım;
Kibirlenmeyi ayak altına basıp aldım
Ondördümde toprak gibi oldum ben işte.[44]
Nefsin arzularından kurtulabilmek için, onunla mücadele etmek; savaşmak gerekmektedir. Hz. Muhammed’in gözünde gerçek savaştan daha çetin bir mücadele gerektiren nefisle savaşa erken yaşlarda başladığını belirten Hoca Ahmed Yesevî, ahlâkî olgunluğa erişmenin yolunun toprak gibi olmaktan (tevâzûdan) geçtiğini ifade etmek istemiş olabilir. Zîra toprak, insanın mayası olduğu ve bir çok ürün vererek hayatın devamına imkân verdiği halde, yerdedir.[45]
Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye’de Hz. Peygamber’in bir hadîsinden nakille; toprağın babasının Hz. Ali olduğunu ifade etmektedir. Hz. Ali’nin lakabı; “Ebû Türâb” (toprağın babası) dır. Hz. Peygamber’in; “Ben size iki emânet bırakıyorum, biri Allah’ın kelâmı diğeri Ehl-i Beyt’imdir”[46] hadîsini zikreden Hünkâr, kurtuluşa ermenin yani toprağa ait nefs-i mutmainne makamına ulaşmanın yolunun; “Allah’ın kelâmına ve Peygamberlerin Sultânı Hz. Muhammed’in evlâdına (Ehl-i Beyt’e) tutunmak” olduğunu söylemektedir.[47] Hânedân-ı Ehl-i Beyt’ten olan velîlerin sultanı Hz. Ali, nefsi olgunlaştırarak Allah’a yakınlaşmanın Bektâşî erkânındaki sembolik ismidir. “Gayb perdesi açılsa îmanımda bir ziyâdeleşme olmaz” diyen ve bu ifadesi, Bektâşî icâzetnâmelerine de yansıtılmış olan Hz. Ali[48], yakîn derecesindeki bu inanca ve ahlâkî olgunluğa nefsi ile giriştiği çetin savaşı kazanarak ulaşmıştır. Cenknâmeler’de anlatılanHz. Ali’nin meşhur cenkleri, Bektâşînin hafızasında elde kılıç düşmanla yapılmış savaşlar olduğu kadar, nefse karşı kazanılmış zaferlerdir de. Hacı Bektâş Velî, maneviyat şehrini îmar edebilmesi için dervişe nefs (benlik)e saldırmasını, onu yağmalayıp yakmasını, kökünden söküp atmasını tavsiye etmektedir.[49] O, tasavvuftaki genel anlayışa paralel olarak; nefis ve şeytanla girişilen bu savaşın adını “mücâhede” koymuştur. “Derviş, gece ve gündüz nefis ve şeytanla savaşırsa, Allah ona ihlâs kapısını açar ve o, Allah ile huzur bulma aşamasına ulaşır”[50] demektedir.
İnsanın Manevî Eğitimi Konusundaki Görüşleri
Tasavvufî eğitimin temel amacı; insana (derviş ve tâlibe) Allah’a ulaşmanın yollarını öğretmektir. Hacı Bektâş Velî, Allah’a ulaşmanın yollarının üç olduğunu ifade etmiştir. Bunlar: 1. Hayvansal davranışlardan kurtularak nefsi arındırmak, eğitmek. 2. Yüce Allah’tan başkasından kopmak, yani kalbi temizlemek. 3. Maddî sıfatlardan kurtularak, rûhu yüceltmek.[51]
Nefsin eğitilmesi sürecinin ilk basamağı olan şerîat kapısında insana yardımcı olacak davranışlar; “Allah’la buluşma” şeklinde değerlendirilen namaz, oruç, zikir gibi ibâdetlerdir. Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet’inde şerîat kapısında yer alan bu ibâdetleri erken yaşlarda yerine getirdiğini ifade etmektedir:
Beş yaşımda belim bağlayıp ibâdet eyledim
Nâfile oruç tutup âdet eyledim
Gece gündüz zikrini deyip rahat eyledim
O sebepten altmış üçte girdim yere[52]
Hacı Bektâş Velî’ye göre; namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, seferberlik olunca gazâ eylemek, cenâbetten gusül ederek temizlenmek, nefse ait arzuları istememek, dünya sevgisini terk edip, âhireti arzulamak âbidlerin ibâdetleridir.[53]
Hünkâr, ibâdetlerin yerine getirilmesi gereken farzlar olduğunu belirtmekle birlikte, onların taşıdıkları anlam üzerinde de durmuş; onları tarîkat, marifet ve hakîkat kapıları açısından yorumlamıştır. Böylece ibâdetlere daha derûnî bir anlam yükleyerek, onların dervişlerin manevî eğitim süreçlerindeki rollerini etkinleştirmek istemiştir. Hz. Peygamber’in namaz mü’minin mîracıdır hadîsini zikrederek, hangi namazın mü’minin mîrâcı olduğunu şöyle açıklamaktadır: “Dünyadan el yumalı ve âhiretten el etek çekmeli, nefsini kurban etmeli, kalıcılığa (bekâya) ulaşabilmek için yokluk denizinde boğulmalısın. Böyle bir namaz, mü’minin mîrâcı olur.”[54] Hünkâr, namazın, bedensel hareketlerle sınırlı tutulup, kalbin Hakk’ın huzûrunda olduğunu hissetmemesi durumunda, insanın helâkinin söz konusu olabileceğini belirtmektedir.[55]
Namazın sonu; ilâhî olgunluk, zekâtın sonu; gönlü Hakk’tan gayrisinden temizlemek, orucun sonu ise; Hakk’da zenginleşerek yaratılış unsurlarından (maddî şeylerden) uzak durmaktır.[56] Yapılan bütün ibâdetler, Hakk’ın dîdarına ermek; O’nu hoşnut etmek içindir.
Hoca Ahmet Yesevî de, ibâdetlerin insanı Hakk’a ulaştırma; O’nunla buluşturma fonksiyonunu şu hikmetlerde dile getirmektedir:
Âlimlere kitap gerek, sûfîlere mescid gerek
Mecnunlara Leylâ gerek, bana Sen gereksin
Âlem bütün Cennet olsa, bütün hûrîler karşıma gelse
Allah bana nasîb eylese, bana Sen gereksin[57]
Hünkâr da, mürşidi Ahmed Yesevî gibi; ibâdetlerin Cennet sevgisi veya Cehennem korkusu için değil, Allah sevgisi için yapılması gerektiği görüşündedir. Ona göre; mü’minin uğraşısı üç çeşittir: İbâdet, ubûdiyet ve ubûdet. İbâdet; Cennet sarayları, hûrî-gılmanlar ve Cennet nîmetlerinden faydalanmak için yapılır. Ubûdiyet; Allah’a yakınlaşmak ve uhrevî dereceleri elde etmek için yapılır. Ubûdet ise; Allah’ın zatı ve sevgisi için yapılır.[58] Böylece, yapılan ibâdetler niyetlere göre derecelendirilmiş olmaktadır. Önemli olan Cennet ve uhrevî derecelerin ötesindeki; Allah’ın zatını hoşnut etme ve sevgisini kazanma hedefini gözetebilmektir.
Hacı Bektâş Velî, namaz gibi diğer ibâdetleri de niyet ve sonuç açısından derecelendirmiştir. Meselâ; oruç ibâdeti için üç derece tesbit etmiştir. Birincisi; halk (avam) derecesi. Bu derecedeki oruç; mideyi ve cinsel organları orucu bozan şeylerden korumaktır. İkincisi; seçkinler (havas) derecesi. Bu derecedeki oruç; gözü nâ mahreme bakmaktan, kulağı uygun olmayan sözleri duymaktan ve dili haksız konuşmaktan korumaktır. Üçüncüsü; seçkinlerin seçkinleri (havâss’ül-havâs) derecesi. Bu derecedeki oruç ise; Peygamberlere ve evliyâlara mahsustur ki onlar, gönlü Hakk’tan gayri her şeyden korurlar.[59]
Yesevîliğin Erkânnâmesi olarak bilinen Cevâhirü’l-Ebrâr min Emvâci’l-Bihâr adlı eserde rûhun, sırrın, kalb, gönlün ve dilin abdesti ile zâhir abdestin dervişin eğitimi sürecindeki fonksiyonları dile getirilmektedir: “Ruh abdesti, dervişi hayvanlık cehâletinden, Allah’tan gayrıyı görmekten ve bedenin zulmetlerinden arındırır. Sır abdesti, riyâ, nefsin istekleri, kendini beğenme, baş olma hevesi, dünya ve makam mevki talebinden arındırır. Kalb ve gönül abdesti, münâfıklık, azgınlık ve kötü ahlâktan arındırır. Dilin abdesti, yalan, gıybet, iftira, boş lakırdı, insanların ayıbını araştırma, müslümanların gizli hallerini ortaya dökme, ve mâlâyani (boş, lüzumsuz) konuşmaktan arındırır. Zâhir abdesti ise, azaların suyla temizlenmesidir ki bu da bilinen abdesttir.”[60]
Yesevîlikte abdest ibâdetine yüklenen bu derin tasavvufî anlam, Bektâşî erkânına da aynen yansıtılarak, günümüze kadar ulaşmıştır. Bektâşî tâlibi, tövbe ettikten sonra, tarîkata girme abdesti alır. Abdest sırasında “rehber”, tâlibin abdest ibâdetinin hakîkatini kavraması için bir taraftan su dökerken diğer taraftan ona şunları söyler: “Ey tâlib! Tâ ezelden bu ana gelinceye değin, her ne kadar Allah’ın yasak ettiklerine her ne kadar el uzattın ise, cümlesinden arı olmak için ellerini yumak, Cenab-ı Rasûl’ün sünnet-i seniyyesidir.” Ağzı için su dökerken: “Ey tâlib! Bu ana kadar, ağzından çıkan küfür ve hata gibi her ne olduysa, onların cümlesinden ağzını temizlemek içindir. Bu da Muhammed Mustafa’nın sünnet-i şerîfesidir.” Burnu için su dökerken: “Ey tâlib! Bezm-i elest gününden bu ana gelinceye kadar, kokladığın râyiha-i mekrûhe (kötü kokular)nin def ve izalesi için burnuna su vermek, Muhammed Mustafa’nın sünnet-i şerîfesidir. Yüzünü yıkarken: “Ey tâlib! Ezelden bu ana gelinceye kadar vuku bulan hayâsızlığın cümlesinden berî olmak için yüz yumak, Cenab-ı Hakk’ın farzıdır.” Kollarını yıkarken: “Ey tâlib! Küçük yaşından bu ana gelinceye kadar, kol salmış olduğun Allah’ın yasak ettiklerinin cümlesinden temizlenmek için kollarını yumak, Cenab-ı Hakk’ın farzlarındandır, yıka!” Başını meshederken: “Ey tâlib! Baş, âzâların mertebesi en yüce olanıdır. Gövde insanı taşıyıcı, baş; bilip anlayıcıdır. Akıl ve fikir baştadır. Bu ana değin şer’i kadîm ve akl-ı müstakîmin tersine hareketlerde bulundunsa, bütün işlediğin suçların cümlesinden ârî ve berî olmak için başını meshedersin. Bu dahî Cenab-ı Hakk’ın farzlarındandır. Ayaklarını yıkarken: “Ey tâlib! Ezelden bu ana değin Allah isteğine aykırı yanlış yol ve baş kaldırmaya götürücü yerlerde yürümüş isen cümlesinden temizlenmiş olmak için ayağını yıkarsın. Bu dahî, Cenab-ı Hakk’ın farzıdır.”[61]
Hoca Ahmed Yesevî, bir günlük zamanını üçe ayırmıştır: Bir kısmında dervişlerle sohbet edip, onlara dînî ilimleri öğretirken, bir kısmında çok sevdiği Rabb’ine ibâdet etmiş, diğer bir kısmında ise, geçimini alın teriyle kazanmak için fiilen çalışmıştır.[62] Kaşık yontarak, tahtadan kepçe yapmış ve bunları çarşıda sattırmıştır.[63] Hoca Ahmed Yesevî’ye göre; tasavvuf erbâbının mutlaka bir mesleği ve işi olmalıdır. O, “marifeti olmayanın kerâmeti de olmaz” görüşündedir. Bu gelenek ve anlayışı devam ettiren Hacı Bektâş Velî de, öğreticiliği ile birlikte, Allah’a ibâdet eden ve ekmeğini buğday ekerek topraktan çıkartan bir gönül eridir. Velâyetnâme’deanlatıldığına göre;onun kerâmetlerinden birisi olan; darı harmanı ve susam yaprağı üzerinde namaz kılması[64], ibâdetle çalışmanın insan hayatında birbirinden ayrılmaz iki parça olduğunun vurgulanması açısından mânidardır. Her ikisi de, alınlarının teriyle helâl kazanıp helâl lokma yemeyi kendilerine ilke edinmişlerdir. Kimseye yük olmaksızın[65], başkalarına yedirmeyi alışkanlık haline getirmişler; yemeyip yedirme, giymeyip giydirme konusunda örnek olmuşlardır.
Hoca Ahmed Yesevî, Sultan Sencer’in kendisine gönderdiği yüklü hediyeleri fakirlere dağıtmıştır.[66] O, başkalarını kendisine tercih edecek kadar nefsini aşmış bir insandır. Hacı Bektâş Velî’ye göre de en nitelikli insan; nefsini düşünmeyi bir kenara bırakabilen; yemeyip yedirmeyi başarabilen insandır. Hünkâr, insanları cömertlikleri bakımından beş gruba ayırmıştır: Kerîmler; yemeyip yedirenlerdir. Cömertler; hem yiyip, hem yedirenlerdir. Cimriler; kendisi yiyip başkalarına vermeyenlerdir. Kötüler; yemeyen ve yedirmeyenlerdir. Reziller ise; kendisi yemeyip başkasına vermediği gibi, başkasının iyilik etmesine de mani olanlardır.[67]
Hacı Bektâş Velî’nin çalışma ve cömertlik konularındaki yaklaşımı, Bektâşî erkânına da aynen yansımıştır. Bektâşî dervişi olmanın alâmet-i fârikalarından birisi, on iki dilimli Hüseynî/Edhemî tâc giymektir. Bu tâcı giyen bir dervişin on iki sıfatı da üzerinde taşıması gerekir ki bunlardan birisi; mârifet (meslek) sâhibi olmaktır.[68] Ayrıca bir dervişin üzerinde taşıması gereken yirmi nitelik arasında da cimri olmamak, cömert olmak gibi nitelikler sayılmaktadır.[69]
Dört kapı kırk makam, Yesevîlikle birlikte Bektâşîlikte de manevî eğitim sürecinin safhalarını belirleyen en önemli formülasyondur. Hoca Ahmed Yesevî, şerîat, tarîkat, marifet ve hakîkat olarak isimlendirilen dört kapının anlam ve önemini şu beyitlerde vurgulamaktadır:
Şerîatsız tarîkata geçmek olmaz
Hakîkatsız marifete yetmek olmaz
Pîrsiz asla şevk şarabını tatmak olmaz
Tadsa olmaz Pîr hizmetini kılmadıkça[70]
Erkânnâmeler, tarîkatların başlıca eğitim-öğretim kaynaklarıdır. Gerek dervişler, gerekse mürşidler eğitim öğretim ilkelerini, tarîkatın temel prensiplerini, inanç, ibâdet ve ahlâkla ilgili unsurları bu eserlerden okuyarak öğrenmiş ve öğretmişlerdir. Cevâhirü’l-Ebrâr’da dört kapı kırk makam şu benzetmelerle kavratılmaya; dervişlere öğretilmeye çalışılmaktadır: “Şerîat bostan, tarîkat dastan ve hakîkat ayn-ı âyân…Şerîat hürmet, tarîkat hizmet, hakîkat himmet…Şerîat şecere. Şükûfesi, vefâ. Tarîkat bir devhâ. Semeresi, fenâ. Hakîkat bir dıraht. Meyvesi, bekâ.”[71] “Ey derviş! Şerîatsız tarîkat mubattal. Tarîkatsız hakîkat muattal. Ey derviş! Şerîat, mürîd-i sâliki bekler (korur) irtidâddan (dinden çıkmaktan). Tarîkatını saklar ifsâddan (bozulmaktan). Hakîkatini siyânet eder (korur) ilhâddan (küfürden).”[72]
Cevâhirü’l-Ebrâr’da ifade edilen tarîkatın ahkâmı ile Sırrî Rıfâî Alevî’nin bir Bektâşî Erkânnâmesi olan Bektâşî Tarîkatına Ait Usûl Âdâb Âyinler Mecmuası’nda yer alan tarîkatın ahkâmı bir madde dışında birbirinin aynıdır. Cevâhirü’l-Ebrâr’da “tarîkat şehristânunun ahkâmı altıdır” bilgisinden sonra şu sıralama yapılmaktadır: “Evvel; marifet-i Hak. İkinci; sehâvet-i mutlak (cömertlik). Üçüncü; sıdk-ı muhakkak (sadâkat). Dördüncü; yakîn-i müstağrak (îmanda yakîn derecesi). Beşinci; tevekkül-i rızk-ı muallak (tevekkül). Altıncı; Tefekkür-ü mudakkak (derin tefekkür)”.[73]
Bektâşî Tarîkatına Ait Usûl Âdâb Âyinler Mecmuası’nda da soru-cevap şeklinde tarîkatın ahkâmının öğretilmesi yoluna gidilmiştir:
“Sual: Tarîkatın ahkâmı kaçtır? Cevap: Altıdır. 1: Mârifet. 2: Cömertlik 3: Bağlanmak. Yani gerek dervişlikte ve gerek hizmette sıdk ile o hizmeti yerine getirmek. 4: Sıdk. Yani yalân söymeyip sâdık olmak. 5: Tefekkür. Yani her işte fikri ziyade olmak 6. Tevekkül.”[74] Görüldüğü üzere beş madde iki Erkânnâme’de de müşterektir.
Bir başka Bektâşî Erkânnâmesi’nde de tarîkatın ahkâmı iki madde dışında Yesevî erkânı ile aynı sayılmıştır: “Eğer sual etseler tarikatın ahkamı kaçtır? Cevap altıdır: 1: İlim. 2: Sabır. 3: Kanaat 4: Rızâ. 5: Tefekkür. 6: Tevekkül.[75]
Bektâşîlikte dört kapı kırk makam, Hz. Peygamber’in şu hadîsi ile açıklanmaktadır: “Şerîat benim sözlerimdir. Tarîkat benim işlerimdir. Ma’rifet, benim her işimin başıdır. Hakîkat, benim ruhsal durumumdur.[76] Veli Baba’nın hadîs olarak rivâyet ettiği bir başka benzetme ise, şu şekildedir: Şerîat, bir ağaçtır. Tarîkat onun budaklarıdır. Ma’rifet yapraklarıdır. Hakîkat meyvasıdır. Kur’an-ı Azim’üş-Şan, hepsini içine almaktadır.[77] Ağaç yetiştirmekten amaç, meyva elde etmek olduğu gibi, şerîattan maksat da hakîkata ulaşmaktır.
Vîrânî Baba ise dört kapı kırk makamı, Hazreti Ali’den nakil yaparak şöyle açıklamaktadır: “Ey tâlib-i fakr-ı fenâ! Şâh-ı Merdan buyurur ki: Şerîat bir sudur. Ol şerîat suyunda yunmayan Müslüman olmaz. Tarîkat bir ateştir. Ol ateşte yanmayan puhte olmaz (pişmez). Amma ma’rifet de bir yeldir, esmeyince sular akmaz ve çiy pişmez.”[78]
Mısır Kahire Bektâşî Dergâhı postnişini Ahmed Sırrı Dedebaba, dört kapı kırk makamı şu şekilde îzah etmektedir: “Bir mürîdin öncelikle, mensubu olmakla şeref duyduğu İslâm Dini’ne ait konuları iyi bir şekilde bilmesi gerekmektedir. Zira sâdık bir mürîdin girdiği ilk kapı şerîat kapısıdır. Çünkü şerîat, tarîkat-ı aliyyeye girmek için ilk şarttır. Şerîat dediğimiz şey de, malum olduğu üzere kutsal İslâm’ın emirlerini bilmek ve yaşamaktan başka bir şey değildir. İşte bir mürîd, bütün bunları bilip, uyguladıktan sonra yüce bir yol olan tarîkat yoluna girmiş olur. Diğer bir ifadeyle, dinin emirlerini yapıp, yasaklarından da kaçınmak suretiyle bu kapıdan geçer. Allah u Teâlâ Hazretleri, şerîat kapısından girip tarîkata intisâb eden mürîde, ma’rifet ve hakîkat kapılarından kolaylıkla geçmesinde mutlaka yardım edecektir. Bu ikisi, yani hakîkat ve ma’rifet dinin gereklerini yerine getiren ihlas sahibi kişiler için bir bağış ve sevap hükmündedir.[79] Mutasavvıflar nazarında şerîat farzdır. Yani, ona muhakkak uyulması gerekir. Tarîkat vacib, ma’rifet sünnet, hakîkat da nâfiledir. Onlar, şerîat ana, tarîkat baba, ma’rifet evlat, hakîkat da torundur derler.[80]
Kaygusuz Abdal, dört kapı kırk makamı mevsimlere benzeterek îzah etmektedir. Ona göre, kış şerîat, yaz tarîkat, güz ma’rifet ve bahar da hakîkat gibidir.[81] Burada en kıymetli mevsim olan bahar, hakîkata benzetilmiştir. Şerîatın ise, kış mevsimi gibi tahammül edilmesi gereken bazı zorlukları vardır. Ancak kışa tahammül edemeyen, baharı göremez. Kaygusuz Abdal, dört kapıyı insan hayatına da benzetir: Ana rahmi, şerîat gibidir. Cihana gelmek, tarîkat gibidir. Cihanda durmak, hakîkat gibidir. Cihandan gitmek, ma’rifet gibidir. Her Âdem anadan doğduğunda kuvvet bulur. Yani Âdem’e kuvvet anadandır.[82]
Dört kapının ne manaya geldiği ile ilgili yapılan bu açıklamalardan anlaşılmaktadır ki; Yesevîlikle Bektâşîliğin şerîat, tarîkat, marifet ve hakîkati ve bunların arasındaki münâsebeti algılamaları arasında büyük bir benzerlik bulunmaktadır. Asıl önemli olan ise; dört kapıya ait olarak sayılan kırk makam arasında bir benzerlik olup olmadığıdır. Abdurrahman Güzel, Ahmed Yesevî’nin Fakrnâme’siile Hacı Bektâş Velî’nin Makâlât’ında yer alan kırk makamı karşılaştırarak; otuz makamın müşterek olduğunu, on makamın da birbirini nakzetmediğini tesbit etmiştir.[83]
Hoca Ahmed Yesevî’nin hocası Yusuf el Hamedânî’nin yaşadığı dönemde, Türkistan’ın çevresinde yeni İslâmlaşan bölgeler bulunmaktadır. el Hamedânî, Hıristiyan ve Mecûsîlerin evlerini ziyaret edip, tatlı dil ve aklî delillerle onlara İslâm’ı anlatmıştır.[84] Hoca Ahmet Yesevî de, tıpkı hocası gibi muhatap kitlesini mümkün olduğu kadar geniş tutmuş; gayr-i müslimlere gösterdiği hoşgörü ile onların kalblerini kazanmasını bilmiştir. Aşağıdaki hikmetler, onun hoşgörüsünü yansıtmaktadır:
Sünnet imiş, kâfir de olsa, verme zarar
Gönlü katı, gönül incitenden Allah şikâyetçi;
Allah şâhid öyle kula siccîn hazır
Bilgelerden işitip bu sözü söyledim ben işte.[85]
Ahmed Yesevî’nin işaretiyle Rum diyarı Anadolu’yu, İslâm’ın yaygınlaştırılması için bir “üs” haline getiren Hacı Bektâş Velî de, mürşidlerinin gayr-i müslimlere karşı takındıkları tavır ve tutumları ilke edinmiştir. Velâyetnâme’de onun Hıristiyan köylerini ziyaret ettiği ve onlarla devamlılığı olan olumlu ilişkiler kurduğu anlatılmaktadır.[86] Onun ifadesiyle “evliyânın makâmı; yetmiş iki milleti kabul edip, herkese duâ ve himmetle yardım etmek”tir.[87] O, bu sözünü davranışları ile de doğrulamıştır. Sineson köyündeki bir Hıristiyan kadınının kendisine verdiği çavdar ekmeğini yemiş, “bereketli olsun, çavdar ekin, buğday biçin, küçük hamur yapın, büyük somun alın” diye dua ederek[88], insanî konularda gösterdiği bu pozitif tutumla gayr-i müslimlerin kalblerini İslâm’a ısındırmıştır. Osman ve Orhan Gâzî’nin, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Hünkâr’ın gayr-i müslimlere karşı takındığı iyiliksever ve âdil tutumu bir devlet politikası haline getirmeleri, Anadolu’yu câzibe merkezi haline getirmiştir.[89]
Hünkâr, bir taraftan gayr-i müslimlere hoşgörü ile yaklaşırken, diğer taraftan da şu satırlarda İslâm’a olan bağlılığını ifade etmektedir: “Dünyada başında tacı, boynunda gerdanlığı, üstünde hil’atı olan; fermanları, tahtları, memleketleri ve halkları bulunan padişahlar var. Şimdi tevhid; tac, ibadet; gerdanlık, Müslümanlık; hil’at, ferman; iman, taht; marifet, memleket; ihsan, raiyyet; İslâm’dır: Allah katında din, şüphesiz İslâm’dır.[90] Ârifler, raiyyeti İslâm; mülkü ihsan; fermanı iman; tahtı marifet olan yere otururlar. Çalap Tanrı’ya münâcaat ederler.”[91]
Hacı Bektâş Velî’nin İslâm’a olan bağlılığı ve gayr-i müslimlere gösterdiği hoşgörüsü, kiliselerin yoğun bir şekilde bulunduğu Kapadokya bölgesinde hızlı bir İslâmlaşma süreci yaşanmasını sağlamıştır. Velâyetnâme’de, kilisenin bir köşesinde yaptırdığı özel bir odada başına elifî tâc koyarak, derviş abasını giyen, mihraba yönelerek namaz kılan; namazdan sonra da rahleyi önüne çekip üzerine açtığı Kur’ân’ı okuyan, müslüman olmuş bir keşiş anlatılmaktadır.[92]
SONUÇ
Hoca Ahmet Yesevî ile Türkistan topraklarında zirveye ulaşan İslâm Güneşi, Hacı Bektâş Velî’nin gayret ve himmetleriyle Anadolu’yu da aydınlatmıştır. Ehl-i Beyt nesli olan bu iki kutlu insan arasındaki gönül ve fikir birliği, menkîbe kitaplarına da yansımıştır. Onların âdâb ve erkâna şekil verirken dayandıkları temel kaynaklar, Dedeleri Hz. Muhammed’in getirdiği kutsal kitap; Kur’an-ı Kerîm ve O’nun hadîsleridir. Onların temel kaynaklardan yararlanarak geliştirdikleri, dile kolay gelen, gönle ferahlık veren dört kapı kırk makam söylemi, Yesevî ve Bektâşî dervişlerine Hakk’a ulaşma yollarını tarif etmiştir.
İbâdetlerin içindeki temel espriyi kavrayarak, Hakk’tan aldıkları sevgiyi cömertçe halka dağıtan, İslâm ahlâkını bütün husûsiyetleri ile yaşayan bu dervişler, kalelerden önce gönülleri fethetmeyi başarmışlardır. Öncelikle nefisleriyle giriştikleri amansız savaşta muzaffer olan bu fakr ü fenâ tâlibleri; insan-ı kâmillik mertebesine ulaşmışlar; yiğit akıncılar, gönlü engin erenler olarak asırlarca hak ve hakîkati temsil etmişlerdir. “Âdemzât” olmuşlar, ölmeden önce ölmenin verdiği olgunlukla, bütün millet, ırk, din, dil ve cinsiyet mensublarına Kur’ân’ın evrensel mesajlarını hiçbir dünyevî beklentiye girmeden ulaştırmışlardır. Onlar sayesinde yeryüzünde sulh ve sükûn, emn ü emân hâkim olmuştur. Sarı Saltuk, Karaca Ahmet, Abdal Mûsâ, Geyikli Baba ve Kaygusuz Abdal, bu sevgi kahramanlarından sadece bir kaçıdır. Mekânları fakirlerin, düşkünlerin, yolda kalmışların ve îmâna susamışların uğrak yeri olmuştur. Bugün dahî milyonlarca insan onların can nefeslerini zevk ve heyecanla solumaktadır.
BİBLİYOGRAFYA
Âdâb u Erkân-ı Bektâşiyye, Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi, No: 7/2. İstanbul.
Ahmet Sırrı Dedebaba, “Bektâşî Tarîkatı”, çev. Hacı Yılmaz, Hacı Bektaş Velî Dergisi, S. 10, ss. 27-50.
ALTINOK, Baki Yaşa, “Ehl-i Beyt ve Türkler”, Hacı Bektaş Velî D., S. 18, ss. 205-213.
Aşık Paşa-yı Velî, Garibnâme, haz. Bedri Noyan, Ankara, 1998, Ardıç Y.
BIRGE, John Kıngsley, Bektâşîlik Tarihi, İstanbul, 1991, Ant Y.
BİCE, Hayati, Dîvân-ı Hikmet, Ankara, 1993, Türkiye Diyanet Vakfı Y.
COŞAN, Esad, “Ahmed-i Yesevî Hazretleri”, Ahmed-i Yesevî Hayatı Eserleri Tesirleri, İstanbul, 1996, Seha Neşriyat, ss.13-51.
EĞRİ, Osman, “Alevî-Bektâşî Kaynaklarının Neşri”, Hacı Bektâş Velî D., S. 28., ss. 121-153.
ERASLAN, Kemal, “Ahmed Yesevî Maddesi”, T. D. V. İ. A.
GÜZEL, Abdurrahman, “Ahmed Yesevî’nin Fakrnâmesi ile Hacı Bektâş Velî’nin Makâlât’ı Arasındaki Benzerlikler”, Ahmed-i Yesevî Hayatı Eserleri Tesirleri, ss. 335-353.
Hacı Bektâş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, İstanbul, 1959, Dizerkonca Matbaası.
……………, Makâlât, haz. Esad Coşan, Ankara, 1996, T.C. Kültür B.Y.
……………, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, çev. Davut Duman, Ankara, 2004, GÜHAM Y.
Hazînî, Cevâhirü’l-Ebrâr min Emvâci’l-Bihâr, haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1995., Erciyes Ü. Gevher N. Tıp Tarihi Ens. Y.
İmam Ali Buyruğu (Nehcü’l-Belâğa), haz. Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul, 1972, Yeni Şark Maârif Kütüphânesi.
Kaygusuz Abdal, Dilgüşâ, haz. Abdurrahman Güzel, Ankara, 1987, Kültür Bakanlığı Y.
……………, Vücûdnâme, haz. Abdurrahman Güzel, Ankara, 1983, Kültür Bakanlığı Y.
KIENİTZ, Friedrich Karl, Büyük Sancağın Gölgesinde, çev. Seyfettin Halit Kakınç, Tercüman Y.
Kitâb-ı Cabbar Kulu, Eyüp Öztürk Özel Kütüphanesi.
KÖPRÜLÜ, Fuat, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, 1991, Diyanet İ. B. Y.
LAMARTİNE, A. De, Aşiretten Devlete, ts., Tercüman Y.
ÖZMEN, İsmail, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi, Ankara, 1995, Saypa Yayın Dağıtım.
Seyyid Ahmet Rıf’at Efendi, Mir’âtü’l-Mekâsıd fi Def’il-Mefâsıd, İstanbul, 1293 H.
Sırrî Rıfâî Alevî, Bektâşî Tarikatına Ait Usûl Âdâb Âyinler Mecmuası H. 1284 (1867) Süleymaniye Kütüphanesi, İzmirli İ. Hakkı, Nu: 1243.
ŞEKER, Mehmet, “Dîvân-ı Hikmet’e Göre İnsan ve Sosyal Hayat”, Ahmed-i Yesevî Hayatı Eserleri Tesirleri, ss. 107-141.
……………, Anadolu’da Birarada Yaşama Tecrübesi, Ankara, 2000, Diyanet İ. B. Y.
Şeyh Safî Buyruğu, çev: Mustafa Erbay, Ankara, 1994, Ayyıldız Y.
Velâyetnâme-i Hacı Bektâş Velî, haz. Abdülbâki Göpınarlı, İstanbul, 1958, İnkılap Kitabevi.
Veli Baba Menâkıbnâmesi, haz. Bedri Noyan, İstanbul, 1995, Can Y.
Vîrânî Baba, Vîrâni Baba Risalesi, Ankara, 1961, Emek Yayınları.
YAKIT, İsmail, “Hoca Ahmed-i Yesevî’nin Türk Düşünce Tarihindeki Yeri”, Ahmed-i Yesevî Hayatı Eserleri Tesirleri, ss. 61-85. Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, çev. Reşid Rahmeti Arat, Ankara, 1988, T. T. K. Y.
* Gazi Ü. Çorum İlâhiyat Fakültesi Öğr.Ü.; Gazi Ü. Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Arş.Mrk. Çorum Şb. Md.
[1] Bkz. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, 1991, Diyanet İBY., s. 61-74.
[2] Köprülü, a.g.e., s. 75.
[3] Köprülü, a.g.e., s. 169-171.
[4] Velâyetnâme-i Hacı Bektâş Velî, haz. Abdülbâki Göpınarlı, İstanbul, 1958, İnkılap Kitabevi, s. 5.
[5] Hacı Bektâş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, İstanbul, 1959, Dizerkonca Matbaası, s. 10, 11, 16.
[6] Velâyetnâme, s. 10.
[7] Velâyetnâme, s. 16-17.
[8] Feyzullah Çelebi tarafından 1219 H. (1804-1805 M.) tarihinde Hasan Halîfe’ye verilen bir icâzetnâmede Hünkâr için; “sultânü’l-muhakkikîn ve kutbü’l-aktâbi fi’l-âlemîn el Hâc Bektâş Velî Horasânî kaddesa’llâhü sırrahü’l-azîz” ifadesi kullanılmıştır. Bkz. Osman Eğri, “Alevî-Bektâşî Kaynaklarının Neşri”, Hacı Bektâş Velî D., S. 28., ss. 121-153., s. 134.
[9] Velâyetnâme, s. 16.
[10] Bkz. Kaygusuz Abdal, Vücûdnâme, haz. Abdurrahman Güzel, Ankara, 1983, Kültür Bakanlığı Y., s. 150.
[11] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, çev. Davut Duman, Ankara, 2004, Gazi Ü. Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Arş. Merk. Y., s. 30.
[12] Dut ağacı ile ilgili olarak bkz. Velâyetnâme, s. 17.
[13] Velâyetnâme-i Hacı Bektâş Velî’de Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gâzî ile Hacı Bektâş Velî arasındaki görüşme menkıbevî olarak anlatılmaktadır. Bkz. Velâyetnâme, s. 75, 76; Tarihçi Lamartine ve Kıenitz de, Osmanlı tarihini anlatan eserlerinde bu olayı doğrulamışlardır. Bkz. A. De Lamartine, Aşiretten Devlete, Tercüman Y., c. 1, s. 79, 80; Friedrich Karl Kıenitz, Büyük Sancağın Gölgesinde, çev. Seyfettin Halit Kakınç, Tercüman Y., s. 145.
[14] Kaynaklar, Hoca Ahmed Yesevî’nin babası olan İbrahim Şeyh’in, Hz. Ali’nin oğullarından Muhammed Hanefî’nin neslinden geldiğini kaydetmektedir. Bkz. Kemal Eraslan, “Ahmed Yesevî”, TDVİA, c. II., s. 160; Hayati Bice, Dîvân-ı Hikmet, Ankara, 1993, Türkiye Diyanet Vakfı Y., s. IX; Fuat Köprülü, Hz. Ali evlâdının, bilhassa Cafer Sâdık’la Muhammed Hanefî’ye mensup bazılarının Türkistan’a geldikleri hakkında anlatılan menkîbelerin varlığından bahsetmetedir. Bkz. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 62; Velâyetnâme’de anlatıldığına göre; “Ahmed-i Yesevî’nin başında bir zîrâ uzunluğunda bir elifî tâc vardır. Bu tâc, hırka, çerağ, sofra, alem ve seccâde Allah tarafından Hazreti Muhammed’e göderilmiştir. O da, onları erkânla Murtaza Ali’ye vermiştir. Bu emânetler, İmam Ali’den İmam Hasan’a, ondan da İmam Hüseyin’e, İmam Zeyne’l-Âbidîn’e, İmam Muhammed Bâkır’a, İmam Cafer Sâdık’a, İmam Musâ Kâzım’a, İmam Ali Rızâ’ya, ondan da doksan dokuz bin Türkistan pîrinin ulusu Hoca Ahmed Yesevî’ye intikal etmiştir.” Bkz. Velâyetnâme-i Hacı Bektâş Velî, s. 15.
[15] Türklerin Ehl-i Beyt’e bağlılıkları konusunda bkz. Baki Yaşa Altınok, “Ehl-i Beyt ve Türkler”, Hacı Bektaş Velî D., S. 18, ss. 205-213.
[16] Bkz. Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, çev. Reşid Rahmeti Arat, Ankara, 1988, TTK. Yayını, s. 313.
[17] Bkz. Köprülü, Türk Edebiyatında, s. 108.
[18] Bkz. Eğri, “Alevî-Bektâşî Kaynaklarının Neşri”, s. 136.
[19] Meselâ; Çorum’un Mecitözü ilçesine bağlı Köseeyüp köyünde ikâmet eden ve bu bölgede tâlibleri bulunan Medet Erden (dede), Hoca Ahmet Yesevî ocağına bağlı olduğunu ifade etmektedir. Şeyh Çoban Ocağı’na mensup dedeler de, aynı şekilde Hoca Ahmet Yesevî’ye bağlı olduklarını belirtmektedirler. Meselâ; Çorum il merkezine bağlı Nesîmî Keşlik köyündeki ocakzâdeler böyledir.
[20] Bkz. Velâyetnâme, s. 10-17.
[21] Köprülü, a.g.e., s. 115.
[22] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye, s. 3-4.
[23] Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, s. 185.
[24] Velâyetnâme, s. 10.
[25] Âşık, öncelikle Mâşûk’u olan Allah’ın Hz. Muhammed’e vahyettiği Kur’an’a çok düşkündür. Çünkü Kur’an, âşığı olduğu Hakk’ın kelâmıdır. O, Kur’ân’ı sadece dinlemekle kalmaz, çok sevdiği Rabb’inin âyetlerini çok okur; canı ve gönlü ile Kur’an’ı sever. Bkz. Aşık Paşa yı Velî, Garibnâme, haz. Bedri Noyan, Ankara, 1998, Ardıç Yayınları., s. 153. Vaktini onunla geçirir. Çünkü Kur’an, çok sevdiği Rabb’inden, çok sevdiği Habîb’i vasıtasıyle insanlığa iletilmiştir. Bu yüzden Bektâşî âşıklarının şiirlerinde, yüzlerce âyete telmîh bulunmaktadır. Kur’an’ı gece gündüz okuyan âşık, aşkın sınır tanımayan bir deniz olduğunu yine Kur’an’dan öğrenir ve şöyle söyler:
Bu aşk bir bahr-i ummandır bana hadd ü kenâr olmaz
Delîlim sırr-ı Kur’an’dır bunu bilende âr olmaz. Bkz. İsmail Özmen, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi, Ankara, 1995, Saypa Yayın Dağıtım, c.II., s. 499.
[26] Tâ hâ, 20/124.
[27] Tâ hâ, 20/125.
[28] Tâ hâ, 20/126; Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye, s. 20-22.
[29] İmam Ali Buyruğu (Nehcü’l-Belâğa), haz. Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul, 1972, Yeni Şark Maârif Kütüphânesi., s. 54.
[30] Velâyetnâme, s. 5.
[31] Kaygusuz Abdal, Dilgüşâ, haz. Abdurrahman Güzel, Ankara, 1987, Kültür Bakanlığı Y., s. 93; Kaygusuz Abdal, Vücudnâme, s. 143.
[32] Bkz. Kitâb-ı Cabbar Kulu, Eyüp Öztürk Özel Kütüphanesi, vr. 14a.
[33] “Sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra da bir kan pıhtısından yaratıp sonra bebek olarak çıkaran O’dur.” Mü’min, 40/67; Mü’minûn, 23/12-14.
[34] Hoca Ahmet Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, s. 27.
[35] Hacı Bektâş Velî, Makâlât, haz. Esad Coşan, Ankara, 1996, T.C. Kültür BY., s. 2.
[36] “Âbidlerin asılları yeldendir. Bunlar, şeriat kavmidir. Zâhitlerin asılları ateştendir. Bunlar, tarîkat tâifesidir. Âriflerin aslı sudandır. Bunlar, marifet tâifesidir. Muhiblerin asılları topraktandır. Bunlar, hakîkat tâifesidir.” Bkz. Hacı Bektâş Velî, Makâlât, s. 2-5.
[37] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye, s. 36.
[38] Yûsuf, 12/53.
[39] Bkz. Hacı Bektâş Velî, a.g.e., s. 36.
[40] Bkz. Hacı Bektâş Velî, a.g.e., s. 37.
[41] Bkz. Hacı Bektâş Velî, a.g.e., s. 37.
[42] “Ey huzur içinde olan nefis! O senden, sen de O’ndan hoşnut olarak Rabb’ine dön. Ey nefis! İyi kullarımın arasına gir, Cennet’ime gir.” Fecr, 89/28-30.
[43] Bkz. Hacı Bektâş Velî, a.g.e., s. 38; Hünkâr’ın nefsin basamaklarına denk düşen duygu ve davranışlarla ilgili yaptığı tasnif, yukarıda yer aldığı şekliyle Kitâbü’l-Fevâid’te de bulunmaktadır. Bkz. a.g.e., s. 60-61.
[44] Hoca Ahmed Yesevî, a.g.e., s. 9.
[45] Mehmet Şeker, “Dîvân-ı Hikmet’e Göre İnsan ve Sosyal Hayat”, Ahmed-i Yesevî Hayatı Eserleri Tesirleri, ss. 107-141., s. 111.
[46] Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 36,37; Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. IV, s. 366-367.
[47] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye, s. 39.
[48] Bkz. Eğri, “Alevî Bektâşî Kaynaklarının Neşri”, s. 139.
[49] Hacı Bektâş Velî, a.g.e., s. 5.
[50] Hacı Bektâş Velî, a.g.e., s. 26.
[51] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye, s. 2.
[52] Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, s. 7.
[53] Hacı Bektâş Velî, Makâlât, s. 2.
[54] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye, s. 17-18.
[55] Bkz. Hacı Bektâş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 29.
[56] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye, s. 42.
[57] Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, s. 53.
[58] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye, s. 18.
[59] Hacı Bektâş Velî, a.g.e., s. 41.
[60] Hazînî, Cevâhirü’l-Ebrâr min Emvâci’l-Bihâr, haz. Cihan Okuyucu, Kayseri, 1995., Erciyes Ü. Gevher N. Tıp Tarihi Ens. Y., s. 8.
[61] John Kıngsley Bırge, Bektâşîlik Tarihi, İstanbul, 1991, Ant Y., s. 205-206.
[62] Esad Coşan, “Ahmed-i Yesevî Hazretleri”, Ahmed-i Yesevî Hayatı Eserleri Tesirleri, İstanbul, 1996, Seha Neşriyat, ss.13-51, s. 40.
[63] Coşan, a.g.t., s. 42.
[64] Velâyetnâme, s. 16.
[65] Kimseye yük olmama anlayışı, Bektâşî erkânı sayılabilecek kaynak eserlerde de yazılı olarak ifade edilmiştir. Meselâ; mürşîd olmanın şartlarından birisi, mürîdi kendi işinde çalıştırmamaktır. Bkz. Ahmet Sırrı Dedebaba, “Bektâşî Tarîkatı”, çev. Hacı Yılmaz, Hacı Bektaş Velî Dergisi, S. 10, ss. 27-50., s. 34-35; Seyyid Ahmet Rıf’at Efendi, Mir’âtü’l- Mekâsıd fi Def’il- Mefâsıd, İstanbul, 1293 H., s. 195. Mürşîd, mürîdi çalıştıramayacağına göre kendi işini yine kendisi yapacaktır.
[66] İsmail Yakıt, “Hoca Ahmed-i Yesevî’nin Türk Düşünce Tarihindeki Yeri”, Ahmed-i Yesevî Hayatı Eserleri Tesirleri, ss. 61-85., s. 66.
[67] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye, s. 30-31.
[68] Bkz. Şeyh Safî Buyruğu, çev: Mustafa Erbay, Ankara, 1994, Ayyıldız Y., s. 17-18.
[69] Bkz. Ahmed Sırrı Dedebaba, Bektâşî Tarîkatı, s. 33-34; Seyyid Ahmet Rıf’at Efendi, Mir’ât’ül-Mekâsıd fî Def’il-Mefâsid, s. 194-195.
[70] Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, s. 162.
[71] Hazînî, Cevâhirü’l-Ebrâr min Emvâci’l-Bihâr, s. 73.
[72] Hazînî, a.g.e., s. 78.
[73] Hazînî, a.g.e., s. 73.
[74] Sırrî Rıfâî Alevî, Bektâşî Tarikatına Ait Usûl Âdâb Âyinler Mecmuası H. 1284 (1867) Süleymaniye Kütüphanesi, İzmirli İ.Hakkı, Nu: 1243., vr. 30a.
[75] Âdâb u Erkân-ı Bektâşiyye, Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi, No: 7/2. İstanbul., vr. 3a.
[76] Bırge, Bektâşîlik Tarihi, s. 118; Hadîs olarak rivâyet edilen bu metin, kaynaklarda bulunamamıştır.
[77] Veli Baba Menâkıbnâmesi, haz. Bedri Noyan, İstanbul, 1995, Can Y., s. 204.
[78] Vîrânî Baba, Vîrâni Baba Risalesi, Ankara, 1961, Emek Yayınları., s. 23.
[79] Ahmet Sırrı Dedebaba, “Bektâşî Tarîkatı”, çev. Hacı Yılmaz, Hacı Bektaş Velî D., S. 10, ss. 27-50., s. 30-31.
[80] A.g.e., s. 35.
[81] Kaygusuz Abdal, Vücudnâme, s. 139.
[82] A.g.e., s. 139.
[83] Bkz. Abdurrahman Güzel, “Ahmed Yesevî’nin Fakrnâmesi ile Hacı Bektâş Velî’nin Makâlât’ı Arasındaki Benzerlikler”, Ahmed-i Yesevî Hayatı Eserleri Tesirleri, ss. 335-353., s. 350.
[84] Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 41.
[85] Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, s. 5. Burada Hz. Peygamber’in “Kâfir de olsa, mazlûmun âhından sakınınız” hadîsine bir gönderme bulunmaktadır. Bkz. Ahmed bin Hanbel, III, 153.
[86] Bkz. Velâyetnâme, s. 23-24.
[87] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye, s. 49-50.
[88] Velâyetnâme, s. 23-24.
[89] Bu konuda bkz. Mehmet Şeker, Anadolu’da Birarada Yaşama Tecrübesi, Ankara, 2000, T.C. DİBY., s. 101-108.
[90] Al-i İmran, 3/ 19.
[91] Hacı Bektâş Velî, Makâlât, s.37.
[92] Velâyetnâme, s. 56.
İlgili