HACI BEKTAŞ VELÎ ve BEKTÂŞÎLİK’TE AKIL, İLİM ve ÎMÂN İLİŞKİSİ

HACI BEKTAŞ VELÎ ve BEKTÂŞÎLİK’TE AKIL, İLİM ve ÎMÂN İLİŞKİSİ

Prof. Dr. Osman Eğri

Giriş

Hacıbektaş Dergâhı tarafından dede ve babalara verilen icâzetnâmelerde Hacı Bektaş Velî, tâc’ül-ârifîn (âriflerin tâcı) ve gavsü’l-vâsilîn (Hakk’a ulaşanların başı) şeklinde nitelendirilmektedir. Bu nitelendirmeler Hünkâr’ın var oluş sebebi hakkında doğrudan bilgi vermektedir ki onun eserleri incelendiğinde, yaşamı boyunca hedeflediği tek gerçeğin; Hakk’a ârif ve vâsıl olmak olduğu anlaşılmaktadır. Hacı Bektaş Velî Hakk’ı halka tanıtan ve sevdiren; insanların gönül ve zihinlerinde sağlam bir Allah inancı oluşturmak isteyen bir velîdir. Makâlâtadlı eserinde; “ârifler katında îmân akıl üzeredir.”[1] diyen Hünkâr, akıl ve ilimle îmânı, îmânla da ameli bütünleştirmiştir.

Hacı Bektaş Velî’nin din anlayışında, “îmân”la birlikte “ilim” önemli bir yer tutmaktadır. Onun inançla ilgili tanım ve açıklamaları incelendiğinde, ilim ile îmânın birbirini tamamladığı görülmektedir. Burada önemli bir nokta dikkatlerden kaçmamaktadır: Hacı Bektaş Velî’nin, “îmânın akıl üzere olduğu” gerçeğini âriflerin bilebileceğini ifade ettiği cümlesinde “ârif” kavramına özel bir vurgu yapılmıştır. Âriflerin özelliği, ilmi irfâna dönüştürmüş olmalarıdır. İrfân, edeble girilen dergâhlarda[2] tasavvufî eğitimin bir sonucu olarak elde edilen ve vehbî (Allah vergisi) olan bir kalb ve gönül yeteneğidir. Sezgi, tecrübe ve manevî yolla elde edilen bir bilgidir.[3] Buradan da şu sonuç çıkmaktadır ki Hacı Bektâş Velî’nin söz konusu ettiği ve îmânın ön koşulu haline getirdiği akıl, matematiksel ve kuru bir akıl değil, manevî eğitimle elde edilen ve ilmi irfâna dönüştüren akıldır. O’nun geliştirdiği bu îmâna ulaşma yolunda ilim, irfân ve îmân önemli menziller konumundadır.

Bununla birlikte dervişlere edebten irfâna ulaşma yolunda rehberlik edecek olan pîr ve mürşidlerin Buyruk ve Erkânnâme’lerde sıralanan niteliklerine bakıldığında, aklın fonksiyonel bir biçimde algılandığına ve önemli bir konuma sahip bulunduğuna da şahit olunmaktadır. Yolun genel ve özel prensiplerinin yer aldığı bu eserlerde, mürşidler için “dervişlere nasîhat edebilmeleri amacıyla akıllı ve bilinçli olmaları”[4] şartı getirilmektedir. Mürşidin akla olan ihtiyacı tespit edilirken, dervişlerin manevî eğitimlerini gerçekleştirebilme görevleri düşünülmüştür. Buradan hareketle denilebilir ki “akıl irşâd için gerekli” olan bir zihinsel yetenektir. O halde Hacı Bektaş Velî için akıl, ister derviş, isterse mürşid olsun îmâna hizmet etmek amacıyla kullanıldığı ölçüde değerli ve anlamlıdır.

Makâlâtadlı eserinde ilk kapının (şerîat kapısı) birinci makâmı olarak îmânı, ikinci makam olarak da ilmi sayan[5] Hacı Bektâş Velî’nin bu anlayışa sahip olmasında şüphesiz Kur’an’ın, yani “vahy”in önemli bir rolü bulunmaktadır. Düşünerek, araştırarak inanmayı öğütleyen Kur’an öğretisi[6], Hacı Bektâş Velî’nin sözlerine “ilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” ifadesiyle yansımıştır. Hünkâr’ın bu yaklaşımı dergâhlarda açılan meydânlarda erkâna bürünmüş; Allâh’ın varlığı ve birliği gerçeğini ifade eden “hakîkat” aşkına çerağlar uyandırılmıştır. “Allah göklerin ve yerin nûrudur”[7] âyeti okunarak uyandırılan çerağ (mum), îmân hakîkatinin gözle görülebilecek kadar apaçık olduğu gerçeğini sembolize etmektedir. Hacı Bektaş Velî öğretisinde ilim cehâlet karanlığını aydınlatan bir nûrdur.

1. Hacı Bektaş Velî’ye Göre Akıl, İlim ve Îmân İlişkisi

Hacı Bektaş Velî’ye göre akıl, îmânın koruyucusu ve Allâh’ın yeryüzündeki terazisidir.[8] İnsan akıl terazisi ile iyi ile kötüyü, faydalı ile zararlıyı, dost ile düşmanı ayırt edebilir. İnsanın inandığı değerleri kendisine ve başkalarına karşı savunabilmesi, şüphe ve tereddüde düşmemesi, inancının devamlılığını sağlaması açısından önemlidir. Hacı Bektaş Velî aklın inancın muhafaza edilmesindeki bu işlevini oldukça somut örneklerden yola çıkarak anlatmaktadır: “Îmân bir hazinedir. Allah’ın lanetlediği İblis, bir hırsızdır. Akıl hazinedârdır. O halde hazinedâr giderse, hırsız hazineyi ne eder? Bir söze göre de îmân, koyun; akıl çoban ve İblis kurttur. Çoban giderse kurt, koyunu ne yapar? Bir söze göre de îmân süt; akıl bekçi, İblis ittir. Üçü de bir evdedir. Bekçi, evden gidip de süt bekçisiz kalırsa, it sütü ne yapar”?[9] Hünkâr’ın hazîne, koyun ve süte benzettiği îmân, insan için değerli bir kabulleniş ve tasdiktir. O îmânı kolay anlaşılması için Anadolu’nun kışlak ve yaylağında yaşayan göçebe Türkmenlerin en değerli varlıklarına benzetmiştir. Allah katında da değerli olan îmânın koruyucusu olarak; yine Allah tarafından insana lutfedilen akla dikkatleri çekmektedir.

Hacı Bektaş Velî bir mürşid olarak Makâlât’ında yaptığı bu benzetme ile imân ve akıl münasebetinin farklı yönlerine de işaret etmektedir. “Koyun” ve “çoban” benzetmesinde îmânı koyuna, aklı da çobana benzetmiştir. Çoban koyunların otlamasını sağlayan ve onları sürekli bir şekilde dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı koruyan kişidir. İnsandaki akıl etme ve düşünme gibi yetenekler de, bir defalık için kullanılan değil, çobanın koyunlar için sürekli gerekliliği gibi devamlılığı halinde yararlı olan nimetlerdir. Îmanın güvenliğini, korunup kollanmasını sağlayan akıldır. Ayrıca akıl, bulduğu îmân delilleriyle tıpkı çobanın koyunlar için gerekli besin kaynaklarına ulaşması gibi, sürekli îmânı beslemekte, onun zindelik ve sıhhatini ayakta tutmaktadır. Hacı Bektaş Velî îmânı süte, aklı bekçiye benzetmekle de, aklın îmânı dış etkilere karşı savunma özelliğine vurgu yapmaktadır. Îmân çeşitli küfür cereyanlarının saldırılarına maruz kalabilmektedir. Onu koruyan yine akıl olmaktadır. İlim ve irfân aklın en büyük yardımcılarıdır.

İnancı akılla bütünleştiren Hacı Bektâş Velî, aklın önemini anlatırken konuyu insanın yaratılışına kadar götürür. Ona göre; akıl ve düşünme yeteneği insanın yaratılışını tamamlayan en önemli niteliklerdendir. Makâlât’ında şöyle söyler: “Allah insana can ve aklı vererek, onun yaratılışını tamamladı. Kişiye en büyük devlet; edeb, akıl ve güzel ahlâktır. Yeryüzünde akıl ölçüsünden iyi bir şey yoktur. Çünkü her iyi şeyi bilen ve buyuran akıldır. Bu nedenle akıl beden içinde sultan; gönül içinde rahatlıktır. Tanrı Teâlâ’nın insana verdiği bunca ululuk, bunca nûr, bunca kerâmetin hepsi akıl bereketindendir.”[10]

Hacı Bektaş Velî akla gönül içerisinde yer vermektedir. Akıl, gönül şehrinin sultânıdır. Gönül aynı zamanda edebin ve güzel ahlâkın da yeri olması nedeniyle, akıl ile amel gönülde birlenmişlerdir. “Pes imdi kimün ki gönlinde akıl nûrı var ise febihâ (ne güzel) ve illâ kim yok ise kendüye dahi hayrı yokdur. Çalab Tanrı katında yiri yoktur.”[11] Akıl nûruna sahip bir kişinin kendisine hayrının dokunması, öncelikle îmân sahibi olmasıyla mümkündür. Hacı Bektaş Velî bu tespiti yaptıktan sonra, akıl nimetinin faydalarını daha da somutlaştırmakta; aklın tamamlığına dair objektif kriterler getirmektedir. Ona göre bir kişinin aklının tamam olduğunu gösteren üç şey; “kendini bilmek, toprak olmak ve kabri mesken edinmektir.”[12]

Tasavvufta “kendini bilmek”, Rabb’ini bilmenin ön koşulu sayılmaktadır ki bu kriterle birlikte yine akıl îmâna götüren bir vasıta olmaktadır. Hünkâr son iki kriterle sağlıklı bir akla sahip olan kişinin topraktan gelip, tekrar toprağa karışacağını bilmesi gerektiği mesajını vermektedir. Hacı Bektaş Velî’ye göre akıllı olduğunu zanneden şeytan, topraktan yaratılan insana secde etmemek için aklî bir kıyas yolunu tercih etmiş, Allah’a; “kendisinin ateşten yaratıldığını” söyleyerek emre itaatsizlikte bulunmuştur.[13] O halde akıllı olan insan öncelikle kendisinin ne olduğunu bilmeli, topraktan yaratıldığını hiçbir zaman aklından çıkarmamalıdır. Aksi halde her zaman şeytanın durumuna düşme ihtimali bulunmaktadır.

Şeytan ateşi kendisine dost edinmiş, Allah da dostu dostundan ayırmayarak, şeytanı ateşe atmış ve yakmıştır.[14] Dede Kargın Ocağı’na verilen bir icâzetnâmede, insanlara âlimlerinin meclislerinden yararlanmaları tavsiye edilirken, “âlimlerle oturmanın, onların sohbetinde bulunmanın ateşten koruyan bir kalkan olduğu” ifade edilmektedir.[15] Gönül içinde rahatlık olan akla ve onun yardımcısı ilme sahip olan âlim, çevresindekileri şeytanın âkıbetinden korumaktadır. İcâzetnâme’de âlimlerin yolu şöyle tarif edilmektedir: “Onların yolu, Mustafâ aleyhisselâmın yoludur. İlim, elbiseleridir ve Allah onların dostudur. Onlar, isyan etmeyen ve Allah’a karşı kötü iş işlemeyen bir topluluktur. Onlarla oturup kalkmak, Peygamberlikten sonra derecelerin en yükseğidir. Öyleyse ilmiyle amel eden âlimleri mukaddes kabul edin ve onlara saygıda kusur etmeyin.”[16] Dostları Allah olan âlim ve velîlerin dillerinden kelime-i tevhîd eksik olmaz. Çok sevdikleri Allâh’ı ve O’nun en çok sevdiği Hz. Muhammed’i sıkça anarlar. Kaygusuz Abdal Lâ-ilâhe illa’llâh demekle ağza tat geleceğini, Muhammedün Resûlullâh demekle de aklın kuvvetleneceğini söylemektedir.[17] O halde amel, yani aynı zamanda ibadet değeri taşıyan güzel davranış, akla güç kazandıran dinî ritüellerdendir. Bu durumda “tasavvufun âdâb ve erkân kavramları çerçevesinde sistemli hale getirmiş olduğu evrâd ü ezkâr, akla güç kazandıran uygulamalardır” denebilir. Tevhîd okumak, tekbîr getirmek, salavât okuyup, istiğfâr etmek aklı ve böylece îmânı da güçlendiren ibadetler durumundadırlar.

Hacı Bektâş Velî’nin farklı eserleri incelendiğinde konu ve kavramlar arasında diyalektik bir münasebet bulunduğu görülmektedir. O bugün bildiğimiz bütün eserlerinde dinî/tasavvufî herhangi bir kavramı açıklarken; fikir, görüş ve yorumları arasında anlam bütünlüğü kurmaya özen göstermiş; mantıkî tutarsızlık ve çelişkilere düşmemiştir. Bu durum Hacı Bektaş Velî’ye nispet edilen eserlerin gerçekten ona ait olduğunun da önemli bir göstergesidir. Meselâ; Makâlât’ında aklın gönül içinde rahatlık olduğunu ifade ederken, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye adlı eserinde aklın gönle nasıl rahatlık verdiğini, ona Hakk’a giden yolda ve halk içerisinde nasıl kılavuzluk edip, yol gösterdiğini bir benzetme yaparak açıklamıştır. Hünkâr, gönlü bir şehre benzetmektedir. Bu şehirde iki sultan yaşamaktadır. Birisi akıldır, diğeri ise şeytan. Aklın sultan olması gönlün iyiliğe olan eğilimini, şeytanın sultan olması ise kötülüğe olan eğilimini ifade etmektedir. Akıl sultanının yardımcısı; anlama kabiliyeti (fehim)dir. Komutanları; ilim, perhiz, edeb, nezâket ve iyi ahlâktır. Bu gönül şehrinde beş komutan tamamlanınca, Allâhu Teâlâ ona ma’rifet (irfân) vermiştir. Ma’rifet gelince, canın içine yerleşir ve can onunla hayat bulur. Sonra da akılla anlaşır. Hacı Bektâş Velî’ye göre; “ma’rifetli gönül erenler gönlüdür, o gönül Hak Teâlâ’nın ulu hazînesi ve nazargâhıdır. Ma’rifet o gönülleri diri kılar ve gönül gözleri açılır”[18]

Hacı Bektaş Velî yukarıdaki sultan, yardımcı ve beş komutan tanımıyla akıldan irfâna bir seyr ü sefer güzergâhı çizmiş olmaktadır. Şöyle ki akıl sultanının yardımcısı olan anlama (fehim) kabiliyetine “zekâ” demek de mümkündür. Akla yardım eden zekâ, ilim elde ederken, bilgi ve bilime ulaşırken teori ve yöntemleri geliştiren, problemlere çözümler üreten zihinsel yetenek (intellect)tir. Akılla birlikte çalışmaktadır. Ancak ilim elde etmek meşakkatli bir yol olması nedeniyle arzu ve tutkuların engellemelerinden insanı uzak tutacak bir tavır ve tutum geliştirme ihtiyacı da ortaya çıkmaktadır. Perhiz maddi veya manevî bilgi(irfân, ma’rifet)ye ulaşmak isteyen kişinin kalp ve gönlünde manevî bir arınmanın gerçekleşmesini sağlar. İnsanı iyi ve güzel olanı öğrenme ve yaşama hedefinden alıkoyan eğilim ve bağımlılıklarını ortadan kaldırır; bireysel bağımsızlığını eline vermekle kalmayıp, gönlünü dünyevî putlardan arındırarak Yaratan’ına yakınlaştırır. Böylece Yaratan’ın sevgisinden dolayı diğer insanlara karşı daha edebli ve nezâketli bir insan portresi ortaya çıkar.

“Edeb ile gir irfân ile çık” sözü burada da tecellî etmektedir. Sonuç; iyi ahlâklı insandır. Seyr ü sülûkünü tamamlamış tâlip ahlâkı Muhammed Mustafâ’ya, huyu Aliyyü’l-Murtazâ’ya benzeyen insan-ı kâmil olmuştur. Marifet gönle yerleşince hayat bulan cân, rûh-ı revândır.[19] Yani her nefes alıp verişte Hakk’a bir nefes daha yürüdüğünün farkında olan ve Hakk’a bir an önce kavuşmak için aşk, şevk ve heyecanla bekleyen Muhammed Mustafâ’nın cânıdır. Marifet gönlü diri kılınca, can gözü açılır ve hayret makâmında büyük bir hayranlıkla Hakk’ın Cemâl’i seyredilir. Bu makâm müşâhedetullâh makâmıdır. Hacı Bektaş Velî Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye adlı eserindeki sultan, yardımcı ve beş komutan tanımına Makâlât’ında bu kavramların kendi içlerindeki içlem ve kaplam ilişkilerini de eklemektedir. Bu durum, onun eserleri arasındaki diyalektik münasebetin en dikkat çekici örneklerinden birisidir. Makâlât adlı eserinde edeb dileyenin korkuyu, korku dileyenin perhizkârlığı, perhizkârlık dileyenin sabrı, sabır dileyenin utanmayı, utanma dileyenin cömertliği, cömertlik dileyenin miskinliği, miskinlik dileyenin ilmi, ilim dileyenin ma’rifeti, ma’rifet dileyenin cânı, cânı dileyenin aklı, akıl dileyenin de Allâh’ı seveceğini söyleyerek, edeb ve akıl arasındaki duygu ve davranışların sebep-sonuç ilişkilerini gözler önüne sermektedir.

Şeytanı, Makâlât’ında aklın yokluğunu değerlendirerek, îmânı çalmak için fırsat bekleyen bir varlık olarak tasvîr eden Hacı Bektaş Velî, onun gönül şehrine sultan olması durumunda yaşanacakları da açıklar. Gönül şehrine şeytanın sultan olması durumunda, en büyük yardımcısı da nefistir. Fehim (anlama kabiliyeti) akla yardımcı olurken, nefis de şeytanın en büyük destekçisidir. Şeytanın komutanları; kibir, haset, cimrilik, tama ve öfke, orduları ise; sinirlenmek, gıybet etmek, kahkaha ile gülmek, aşırı şaka yapmak, geçici ve şehvetli zevklerden hoşlanmaktır.[20] Ben-merkezli bir dünya algısının sembolleşmiş ifadesi olan nefis, kibirlenmek için mal-mülk biriktirme, makam ve mevki ile başkalarına gösteriş yapma peşindedir. Bu nedenle de başkalarının mal ve mülklerine, makam ve mevkilerine karşı sürekli haset duygusunu harekete geçirir. Hırsına engel olamadığından dolayı da her an bir başka insanla sorun yaşayabilir. Öfkelenmek, kavga etmek, düşmanlık etmek nefsin ona esir olan insana yaşattığı duygu ve davranışlardan bazılarıdır. İnsanlar arasındaki iletişim sorunlarına yol açan başlıca davranışlar; gıybet etmek, kahkaha ile gülmek, aşırı şaka yapmaktır. Hacı Bektaş Velî sinirlenmekle birlikte bu davranışları şeytanın orduları arasında saymıştır. Hacı Bektaş Velî bir taraftan gönül şehrine şeytanın sultan olması durumunda yaşanabileceklerin analizini, sebep-sonuç ilişkisini açıklarken, diğer taraftan da bu problemin nasıl çözülebileceğinin de değerlendirmesini yapar.  “Allah’ın yardımı ile akıl sultanı gönül şehrinde güçlenip ordularını hazırlayınca, anlama (fehim) kabiliyetini casus olarak gönderir. Padişah, rûhânî ve manevî yükselme gerçekleşsin diye akıl, sabır ve kanâati göndererek onları defeder.”[21]

Şeytan, kötü duygu, düşünce ve davranışlar, kısaca kötü ahlâk dinî/tasavvufî renk sembolizminde kara ve karanlıkla ifade edilmiştir. İyilik ve güzellikler de aydınlıkla, beyazla ve nûrla nitelendirimiştir. Hacı Bektâş Velî, bütün iyilik ve güzelliklerin sebebi olan aklı aya, ma’rifeti güneşe, ilmi de yıldızlara benzetmiştir.[22] Ay, güneş ve yıldızların karanlıkları aydınlatan gök cisimleri oldukları dikkate alınacak olursa, onun; “düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu” sözünü anlamak daha da kolaylaşır. Ayrıca Hünkâr’a göre akıl; ay, güneş, sidretü’l-müntehâ ve arş olmak üzere dört türlü nûrdan yaratılmıştır ki dört nûr da göksel varlıklardandır.[23] Tasavvufta insanın Âdem Peygamber’in şahsında Cennet’ten dünyaya gönderilişi “esfel-i sâfilîn”e (aşağıların aşağısı) düşmek olarak algılanmaktadır. İnsanı göğe yükselten, Muhammed Mustafâ’nın şahsında “a’lâ-yı illiyyîn”e (yücelerin yücesine) çıkartıp Miraç’ta Allah’la buluşturan akıl Hacı Bektaş Velî tarafından göğe ait bir değer olarak kabul edilmiş bulunmaktadır. Bu anlayışa göre yaratılışının bir sonucu olarak geldiği yere, yani Hakk’ın dergâhına dönmek isteyen cânlar, akıl nûrundan sonuna kadar yararlanmalıdırlar.

Hacı Bektaş Velî inanç konularını anlatırken, doğrudan ahlâk easlarıyla bağlantılar kurar. Bunu yaparken de yine akıllara hitap ederek, düşündürür, uyarır. Örneğin meleklere îman konusunda insan beynini ve yüreğini sarsan bir yaklaşım sergiler: “Şimdi azîzim! Her bir kişiyi üçyüz altmış melek korur. Bunca melekler arasında edebsizlikler edersin de, senin gibi biri yanında edebsizlik etmezsin. Hani nerede senin meleklere inandığın?”[24] Meleklere inandığını söyleyen bir insan, bu inancını ameliyle de bütünleştirmeli, meleklerin her yerde var olduklarını düşünerek hareket etmelidir. Meleklere inandığını söylemek kişinin inançla ilgili sorumluğunu yerine getirebilmesi için yeterli olabilir. Ancak bu inancı akılla güncel hayata, yaşadığı olaylara taşıyamayan, yani aklîleştiremeyen kişi bir taraftan meleklere inandığını söylerken, diğer taraftan da kimsenin bulunmadığı yerlerde türlü kabahatları işleyebilir. Hacı Bektaş Velî’ye göre asıl önemli olan inancın insanın kendisini kontrol etmesinde oynadığı roldür.

Hacı Bektaş Velî, Kur’ân’ın Allâh’ın insanlara yol göstermek için gönderdiği bir kitap olduğuna îmân konusunda da muhataplarını düşündürür. O Kur’an’la birlikte diğer kitaplara inanmayı fonksiyonel ve rasyonel bir zemine oturtmakta ve îmanın ahlâktan soyutlanamayacağını ifade etmektedir: “Şimdi senin için, kibir, hased, cimrilik, tamah, öfke, gıybet, kahkaha, şamata ve maskaralıkla doludur. Şimdi azîzim! Hangi kitapta bunlardan birisinin îman ehlinin içinde bulunabileceği buyurulmaktadır? Nerede kaldı Allah’ın kitaplarına ve Peygamberlerin tebliğlerine inandığın?”[25] Îmân ehline seslenen Hacı Bektaş Velî, yine insanlara fark etmedikleri, hiç düşünmedikleri bazı gerçekleri hatırlatmaktadır. Sadece Kur’ân’ı yüzünden okumayı ibadet sayan, ancak onun mesajını yeterince algılayamayan insanları Kur’ân’ın muhtevası üzerinde tefekkür etmeye çağırır. Hacı Bektaş Velî muhataplarını inandıkları değerleri yeniden keşfetmeye, onları taze ve duru bir düşünceyle yeniden yaşamaya davet etmektedir. Bunu yaparken de pek çok mutasavvıf ârifin yaklaşımıyla; zihinleri sarsıcı ve silkeleyici bir dil kullanmaktadır. Ona göre; âhirete îman da aynı şekilde, dille telafuz edilmekle kalmamalı, Cennet ve Cehennem’in var olduğuna inanan kişi helâl yemeli, helâl giymeli, kimseye haksızlık yapmamalıdır.[26] Hacı Bektaş Velî bir Allah dostu olarak, doğrudan Allâh’ın murâdına yönelmekte ve insanları O’nun rızâ ve hoşnutluğunu kazanabilecek bireyler olarak yetiştirmenin gayreti içerisine girmektedir. Akıl, ilim ve irfân bu amaca hizmet eden birer vasıtadır.

2. Aklı Tamamlayan Duygu: Aşk

Hacı Bektaş Velî düşüncesinde akıl ilim, îmân ve ahlâk, aşkla anlam kazanmaktadır. Aşk Allâh’a gönülden inanma ve bağlanmanın, O’na yönelip, O’na güvenmenin, sevgide yoğunlaşarak, her an O’nu anmanın, gönülden ibadetin ve gönülden gelerek iyi insan olmanın duygusudur. Bektâşîliğin önde gelen isimlerinden Kaygusuz Abdal Kitâb-ı Miglate’sindekimetaforuyla akıl, fikir, tevekkül, îmân/ikrâr, sabır ve aşk kavramlarının konumlarını şöyle belirlemektedir: “Derviş, baktı etrafını deniz gördü. Başka nesne görmedi. Akıl tahtasından bir gemi yaptı. Fikir mıhıyla mıhladı. Tevekkül sakızıyla sağlamlaştırdı. İkrâr ipini tınab çekti. Sabr u kanâatı azık eyledi. Geçip ol gemi içine girdi; oturdu. Işk yeli ile gemi hareket etti.”[27] Kaygusuz Abdal’a göre kişiyi dünya hayatı yolculuğunda boğulmaktan kurtaracak olan geminin ana malzemesi akıl olmakla birlikte, ona seyr ü sefer imkânı verecek olan rüzgâr (yakıt) aşktır. Akılla, aşk hayat yolculuğunda hiçbir zaman birbirinden ayrılmamalı; ma’rifet ve muhabbet bir arada bulunmalıdır. Kaygusuz Abdalbu düşüncesini Saraynâme adlı eserinde daha farklı bir ifade kalıbı içerisinde dile getirir: “Pes âşık oldur ki aklına bürüne, göre ki bu serây ne serâydur. Kendünün bunda işi ne? Eğer şöyle ki kul ise buyrulan kulluğu yerine getüre, sultânsa milk kendünündür, emîn ola. Pes Âdem dimekden maksûd budur ki, işi hayvâna benzemeye, her dürlü hâlün evvelin ahîrin sına. Zîrâ ki bu serây Sultân’undur.”[28] Kendi özünün mertebesini bilerek hayvâniyet seviyesinden insâniyet mertebesine ayak basan tâlip, aklını aşk denizine gark etmelidir.[29] Varacağı limana ulaşan kişinin huyu kerîm, aklı âlim, kemâli vuslattır.[30] Kaygusuz Abdal tıpkı tarîkatın pîri Hacı Bektaş Velî gibi aklı insanı esfel-i sâfilîn seviyesinden kurtaran bir kılavuz olarak görmektedir. Ancak aşk aklı da içerisine alan, insana tarifi imkânsız manevî deneyimler yaşatan bir duygu yoğunlaşmasıdır.

Kaygusuz Abdal insanı tarif ederken, yine aynı kavramlara gönderme yapar. İnsanı insan yapan akıl, ilim, îmân ve aşktır: “Zîrâ insân oldur ki gözü ibret ile açık ola ve gönlü hikmetle kavi ola, aklı ma’rifetle kâmil ola, ışkı ikrâr ile yegâne ola. Cânı gaflet uykusundan uyanık ola, evvelâ kendü insânlıgun bile, her huyun dahı insân eyleye. Sözi ma’rifet ola, dirliği tarikât ola, yakîni hakikât ola, hem-nişîni ârif ola, yoldaşı kâmil ola, kendü akîl ola, keşfi ilm ola, kisbi (kazancı) kemâl ola, asl-ı hikmet budur kim özini bile.”[31] Kaygusuz Abdal’ın modellediği insan, şüphesiz tasavvuftaki insan-ı kâmil tipine uymaktadır. İnsan bu evren sarayında boş yere hedefsiz gezen başıboş bir varlık değildir. O yine Saraynâme’sinde Âdem sıfatını taşıyan cânlara şöyle seslenir: “Pes sen Âdem’sün Hakk tebâreke ve Te’âlâ, aklı sana virdi, ‘ilm ü hikmeti sana bildürdi. Sen bu serâyda kalan halk gibi gezme, ‘aklunı cem eyle sıdkını şem’ eyle, ‘ibret nurundan cânun gözi açuk olsun, hikmet nazârından ‘aklun uyansun, ilm-i tevhîdi gönlün kabûl eylesün, bî-küllî endâmun Hakk’a teslim olsun. Zîrâ her zerre ki göresin, bu serâyda dost tecellîsidür. Şöyle ki bir kılun ucı degdügince yir hâlî degül, eksik yok.[32] Bu cümleleriyle Allâh’ın varlık ve birliğini aklîleştiren Kaygusuz Abdal, insanın ibret ve hikmet gibi melekelerine seslenmektedir. Bu yaklaşımıyla da Hacı Bektaş Velî’nin “Allah Âdem’in gözünü ibret nûruyla yarattı”[33] sözünü hatırlatmaktadır. Nitekim Kaygusuz’dan yıllar önce Hünkâr, muhataplarının bakışlarını objektif âleme yönlendirerek, Makâlât’ındaAllâh’a şunları söyletmektedir: “Ey ibretle bakan kullarım! Yere bakın saltanatımı görün. Dağlara bakın, yığınlarımı görün. Göğe bakın, nasıl döşediğimi görün. Kıyamete bakın heybetimi görün. Cennete bakın, nimetimi görün. Büyüklüğüme bakın gücümü görün. Kullarıma bakın, kaftanımı görün. Kur’ân’a bakın fermânımı görün. İşaretime bakın, o yüce şanımı görün. Velîlerime bakın, hazinelerimi görün.”[34] Akıl insana nerede neyi göreceğini gösteren, yaratılışın inceliklerini fark ettiren, zerreden küreye kadar her şeyde tevhîd gerçeğini tefekkür ettiren bir nimettir.

3. Bektâşîlik’te Akıl, İlim ve Îmân Üzerine Çözümlemeler

Hayâlî Baba, asırlar sonra Hünkâr’dan aldığı ilhamla “akıl, îmân, amel ve hayâ”yı Âdem’de bulunan dört cevher olarak nitelendirmiştir. Risâle-i Hayâlî Baba adlı eserinde insanı insanlaştıran bu niteliklerin değerini dile getirir: “Bu dört cevher ile Âdem temel tuttu. Ammâ bu dört cevheri düşmandan halâs etmektir ma’rifet ki Cennet’e dâhil olasın. Eğer bu dört cevheri düşman alır ise, Cehennem mübârek olsun. İmdi aklın düşmanı gazaptır; gazap oldukta aklın cevheri yok olur. Îmânın düşmanı hasettir ve haset oldukta îmânın cevheri eriyip yok olur. Amelin düşmanı gıybettir ve gıybet oldukta amelin cevheri eriyip yok olur. Hayânın düşmanı kindir ve kin oldukta hayânın cevheri eriyip yok olur.”[35]

Normal bir kişilik ve ahlâk yapısına sahip olan her insan akıl, îmân, amel ve hayâ gibi değerlerle mücehhez olmak ister. Ancak kontrol edemediği hangi duygu ve davranışlarla aslında çok istediği bu değerleri yok ettiğinin farkında değildir. Hacı Bektaş Velî ve Hayâlî Baba gibi insanın kalp, gönül, rûh ve nefsine ait hallerini çok iyi bilen ârifler, ona yol gösterici tavsiye ve telkinlerde bulunmuşlardır. Sıradan bir insanın gazabın akıl düşmanı, hasedin îmân düşmanı, gıybetin amel düşmanı ve kinin hayâ düşmanı olduğunu bilmesi kolay değildir. Kendisine yapılan bir kötülüğü unutamadığından dolayı karşısındakine kin duyan kişi, aslında hayâ duygusuna zarar verdiğini bilse, kininde ileriye gitmeyecektir. Kinin herkesin sahiplenmek istediği hayâ duygusunu yok ettiğini bilmek için ârifler ve âlimler ile beraber olmak, onların hakîkat sırlarını rûh ve gönül cömertliği içerisinde çevrelerindekilere anlattıkları sohbetleri dinlemek gerekmektedir. Tarihte toplumsal dokuyu ayakta tutan, iyi ve güzel insanlar yetiştiren dergâhlar hayatı anlamlandıran mutlu yaşam sırlarının paylaşıldığı maneviyat mekânları olmuşlardır.

Aklın insanı Cennet’e kılavuzlamasının nedeni, onu sürekli olumlu eylemlere yönlendiren bir cevher olmasıdır. Aklı konuşturan Kaygusuz Abdal insanlara Muhammed Mustafâ’nın ilmini öğrenmeyi tavsiye etmektedir. Bu ilim kişiyi Hakk’a ulaştıran evliyâ erkânı, yani tasavvuftur: “Âkil bana eydür ki ‘hâlün bildir, yolun gözle dir, kimse incinecek yirde yürüme dir, kimsenün hakkına tama kılma dir, Allah’un korkusından, Muhammed Mustafâ’nun edebinden, evliyâlarun erkânundan gâfil olma dir. Bakışun ibret olsun dir, görüşün hikmet olsun dir, verzîşün (duruşun) ışk olsun dir, huyun meskenet olsun dir, hâsılun marifet olsun dir, kisb u kemâlün insân mertebesi olsun dir, gördüm ki nasîhat özümden özümedür, kabûl eyledüm. Bu yolda Muhammed Mustafâ’nun ilmini özime delil eyledim, bu serâyda bu kadarca nesne hâsıl eyledim.”[36] Kaygusuz Abdal’ın Muhammed Mustafâ ilminden kastettiği ilm-i ledün olmalıdır. Çünkü yine Saraynâme adlı eserinde Kâb-ı Kavseyn’e erişerek, gökleri ve gönülleri seyrân eyleyen kişinin (Muhammed Mustafâ) aşk dilinden ilm-i ledün söylediğini anlatmaktadır.[37]

16. yüzyılda yaşamış bir Bektâşî dervişi olan Cabbâr Kulu’nda ise akıl ve îmân, hidâyet ve dalâlet kavramlarıyla ilgili kategorik tanımlamalar ve açıklamalar görülmektedir. Cabbâr Kulu’nun konuyu ele alış tarzının Hacı Bektaş Velî’ye büyük ölçüde benzerlik göstermesi, Hünkâr’ın asırlar ötesini etkilediğini göstermektedir. Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda hidâyet ve dalâlet kavramları, sembolik tasvirlerle açıklanmaktadır. Eserde bir ucu yerde, bir ucu gökte olan iki türlü zincirden bahsedilmiştir. Bunlardan birisi hidâyet, diğeri de dalâlet zinciridir. Hidâyet zincirinin rengi yeşildir. Bir ucu yerde, diğer ucu Allah’ın kudret elindedir. Dalâlet zincirinin rengi ise, karadır. Bir ucu yerde, bir ucu ise şeytanın elindedir. Beş kişinin yeşil zincire, sekiz kişinin de kara zincire yapıştığı Hazret-i Ali’nin dilinden anlatılmaktadır. Yeşil zincire yapışanlar tama, akıl, rûh-ı cismânî, îmân ve i’tikâttır. Kara zincire yapışanlar ise, tama, akıl, hırs, nefis, ucub, çürüklük, münkirlik, dünyadır. Dikkat edilirse tama ve akıl, iki zincire de yapışanlar arasında sayılmaktadır. Burada şu mesaj verilmektedir. Tama ve akıl iyi yolda kullanılırsa, insanı Cennet’e ve Hakk’ın dîdârına; kötü yolda kullanılırsa, şeytana ve Cehennem’e ulaştırmaktadır. Nitekim eserde, iki çeşit tama ve aklın varlığından bahsedilmektedir ki yeşil zincire yapışan tama, Allâhu Teâlâ’ya giden tamadır. Bu tamaın adı, Allah tarafından “tûtî” konmuştur. Gıdası şükürdür. Allah ona tükenmez bir lezzet vermiştir. Tûtînin ardına düşen, ummâna karışır, Allah’a erişir, evliyâya karışır. Kara zincire yapışan tama, kara tamadır. Ol kara tamaın ardına düşen de, şeytâna ulaşır, mezbeleye bulaşır, tuzağa düşer ve yükünü Cehennem’deçözer. Gönül, yeşil ve kara zincirlerin her ikisinin de etrafında, bir kırlangıç kuşu sûretinde uçmaktadır. Yiksan akıl, insanın gönlünü yeşil zincire, noksan akıl da kara zincire bağlamaktadır.[38]

Cabbâr Kulu, gönlün Cennet ve Cehennem arasında tercih yapmasında etkili olan yiksân akıl ile noksan aklın kaynağını da dile getirmektedir: Allah aklın birazını Cemâl’inin nûrundan, birazını da Celâl’inin nûrundan yaratmıştır. Cemâl’inin nûrundan yarattığı aklı, en başta Hazret-i Muhammed’e, daha sonra da, diğer Peygamberlere, velîlere, mü’min ve sâlihlere vermiştir. Bu aklın yaptığı tefekkür, tezekkür, muhâkeme, mukâyese gibi akılyürütme işlemleri, onları Allah’a ulaştırmaktadır. Celâl’inin nûrundan yarattığı aklı ise, kâfirlere, kendisine ortak koşanlara ve zâlimlere vermiştir. Onlar da başvurdukları her türlü zihinsel faaliyet neticesinde, Allah’tan biraz daha uzaklaşmakta ve Cehennem’e yaklaşmaktadırlar. Zulüm, haksızlık, kin, nefret, haset, gıybet gibi kötü duygu ve davranışlar noksan aklı kullananların dışarıya vurdukları olgular olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hayâlî Baba, Risâlesi’nde; “gönül dünya ve âhiret için daha yararlı olan yiksân aklı değil de, noksan aklı niçin tercih eder?” sorusuna insanın yaratılışındaki iyilik ve kötülüğe olan eğilimlerini anlatarak cevap vermektedir: “Zira dört türlü cevherden kurdu bünyâd(insanın yapısı) nı; od (ateş), bâd (hava), hâk (toprak), âb (su). Bu dört cevher içinde yine dört cevher kodu. Ol cevherler içinde pinhân (gizli) oldu. İsti’dât (iş yapma kabiliyeti), akıl, fikir, gönül. Pes imdi isti’dâdı hizmetçi komuş fikre ve dahi fikri hizmetçi komuş akla ve aklı hizmetçi komuş gönle ve gönlü hizmetçi komuş Hakk’a.[39] Gönül bir topa benzer imiş. Ol topun dört kapısı var imiş, ammâ gizliymiş. Bir kapısı nefse ve bir kapısı akla ve bir kapısı Hakk Teâlâ tecellâsına açılırmış ve bir kapısı dahi şeytana açılırmış. İmdi her vücûdun bir iblisi var ilimle gelir, Âdem’in içine girer. Zira şeytan Âdem’in ağzından burnundan yel gibi cümle azalarına girer ta ki nefis kapısına gelir. Zira şeytana kendi kapısından girmeye yol yoktur. Ammâ nefis kapısında durur. Nefis ile buluşur, nefse vesvese verir, murâdınca olur. Nefse cevher gibi hoş gelir, kendi kapısını açıvirür.[40] Andan sonra gönle şeytan başlar türlü türlü fesâdlar getürmeğe. Ammâ gazab bir büyük şeydir bu kez akıl gelir girer gönül içinde nefisle şeytan girmiş, gönül sır eyledi, pîr eğninde perişan olmuş, harap olmuş. Çünkü akıl kendi kapısından girüp nefisle şeytan görürler kim akıl gelip kapısından girdiğin görüp hemân cân başlarına sıçrar nice ideceklerin bilmezler. Hor hacîl olup döğüne döğüne giderler. Zira Hakk Teâlâ’nın tecellâ kapısından aklın kapısına nûr-ı tecellâ dolar ve rûz-ı şeb nûr-ı tecellâ saçılır. Ânın içün nefisle şeytan akıl girdikte fırsat bulamaz. Bu kez akıl gönül tahtında yalnız kalır. Andan sonra nefisle şeytan fesâd verdiği işleri yâb yâb ıslâh ider. Akıl anları ıslâh edince, bu kez gönlün dördüncü kapısı açılır, üzerine nûr-ı tecellâ saçılır. Ol Âdem dahi türlü türlü günâhından tövbe istiğfâr idüp, ıslâha gelür. Eğer bir kişi nefisle gönle girer ise, şeytanı bulur. Eğer akıl ile gönle girer ise Rahmân’ı gönlünde bulur.[41]

Cabbâr Kulu kişinin hırsına yenik düşerek aklını yitirdiğinde başına neler gelebileceğini Balkan-ı Ba’s örneği üzerinden anlatır. Böylece nefis, gönül, hırs (tama’) ve akıl arasındaki münasebetler üzerine yaptığı soyut analizleri yaşanmış bir menkîbe ile somutlaştırmış olur. Balkan-ı Ba’s’a kendi yaşadıklarını şöyle anlattırmaktadır: “Öyle işledim ki, bu kadar dervîş irşâd eyledüm, bu kadar velâyet gösterdüm, türlü türlü kerâmetler gösterdüm. Bu kadar kerâmetleri görenden sonra, ayruk halk başıma üşdü. Bana ta’zîm itdiler. Kurban virdiler, çok mallar virdiler. Bu malın çoğaldığını, halkun ta’zîm itdüğüne ferahlandum, nefsim haz itdi. Merhametim gitdi, kanâat da gitdi, şükrüm de gitdi, akıl da gitdi. Akıl gidince, dünyâ beni sarhoş eyledi. Böyle sarhoş iken, ol mahalde ucub da yitdi. Ucub yetince, Allâh Teâlâ beni redditdi. Reddidince, velâyet de gitdi, kerâmet de, ilim de, Cennet’deki köşk de gitdi.”[42] Balkan-ı Ba’s, tasavvuf sembolizminde akıl yeteneği kaybedildiğinde ilimle birlikte îmânın da nasıl kaybedilebileceğinin çarpıcı örneği durumundadır. Mürşidler tarihten bugüne sohbetlerinde derviş ve tâliplere akıl ve ilmi tavsiye ederlerken Balkan-ı Ba’s’ın acıklı durumunu örnek göstermişlerdir. Cabbâr Kulu’na göre; “kara tama, çürüklük, ucub, nefis îmânın; dünya gönlün; hırs aklın; noksan akıl rûh-ı cismânînin düşmanıdır.[43] Ona göre kişi Allah’a ulaşsa bile ucubluk ve çürüklük, onu yolundan geri döndürebilmektedir.[44]

Cabbâr Kulu ve Hayâlî Baba’dan asırlar öncesine gittiğimizde, Hacı Bektaş Velî’nin inanç konularında aklîleştirme ve etkili analoji (benzetme) yöntemleri kullanarak, somutlaştırma yaklaşımının temelini attığını görürüz. Hünkâr îman, amel ve küfür gibi anlaşılması güç soyut kavramları, ticarî kavramlara benzeterek, halkın kavrayış seviyesine indirmeyi başarmıştır:“Îmanı” ticaret yapmak için gerekli olan “sermaye”ye, “amel”i yani Allah’ın emirlerini tutmayı “kâr”a, “küfrü” de “iflâs”a benzetmektedir.[45] Bu benzetmeden şu sonuçların çıkartılması mümkündür: Nasıl sermayesiz ticâret yapmak mümkün değilse, îmansız da Müslüman olmak mümkün değildir. Ticâret yapmaktan maksat, kâr elde etmektir. O halde îmanı elde etmek yeterli olmayıp, Allah’ın emirlerini yerine getirmek de lazımdır. Ticaretteki en tehlikeli durum ise, iflâstır. Din alanında iflâs, inkâr ve küfürdür. Hacı Bektaş Velî, soyut bir kavram olan îmânı, amel ve ahlâkla ilişkilendirerek somut bir hale getirmektedir. Onun hedefi, soyut tanımlamalar yapmak değil, muhatabı olan insanlarda sâlih amel ve güzel ahlâkın ortaya çıkmasına yardımcı olmaktır. O, akılla îmânı bütünleştirmeye gayret göstermiştir.

Sonuç

Bütün hayatını çevresindeki insanları îmân hakîkatine ulaştırmaya adamış olan Hacı Bektaş Velî’nin eser ve eylemlerinde de aynı hedef ve gayeyi görmek mümkündür. O insanın yaratılışıyla ilgili yaptığı açıklamalardan, Hakk’a ulaşma(vuslat)nın yollarını formüle ettiği dört kapı kırk makâm formülüne kadar hayatı boyunca dervişlerine sağlam bir inanca sahip olmanın yöntemini öğretmeye çalışmıştır. Îmânı bir hazîneye benzeterek, ona ne kadar değer verilmesi gerektiğini göstermiş, böylesi değerli bir olguya ulaşma yolunda sağlam bir köprü olan aklı da ihmal etmemiştir. Hoca Ahmet Yesevî’nin Türkistan coğrafyasında kökleştirdiği akıl ve îmânı bütünleştiren anlayışı, Anadolu topraklarından Balkanlar’a kadar ışıklar saçan bir hakîkat meşalesine dönüştürmüştür. Hacı Bektaş Velî’nin aklı “beden içinde sultan; gönül içinde rahatlık” olarak yorumlaması, onun yolunu takip eden ârifleri de etkilemiş, Kaygusuz Abdal ve Hayâlî Baba gibi pek çok Bektâşî büyüğü akıl ve îmânı birbirinden ayırmamışlardır. Allah adını dilinden düşürmeyen ve Hacı Bektaş Velî’nin ifadesiyle tüyleri dahi dil kesilen zâkirler, gönüllerine îmânın ilanı olan kelime-i tevhîdle manevî lezzeti tattırmışlardır. Tasavvufî ve irfânî bir gelenek olan Bektâşîlik aklı aşkla da birleştirmiş, insanı kuru bir akılla yalnız başına bırakmamıştır. Cabbar Kulu gibi dervişler akıl, rûh, nefis, îmân ve ilim gibi kavramları eşine az rastlanır metaforlar eşliğinde açıklayarak, Anadolu’nun akıl ve îmân algılayışını zenginleştiren önemli katkılarda bulunmuşlardır. Hacı Bektaş Velî’nin asırlar ötesinden süzülüp gelen bu irfânî birikimi, on iki hizmetin yürütüldüğü meydanlarda “gerçeğe hû” ve “Allah Allah” sesleriyle kendisini bulmuş, pîr ve mürşidlerin sohbetlerinde inanca dair akıllara hitap eden geniş açıklamalar yapılagelmiştir.


*      Hitit Üniversitesi Hacı Bektaş Velî Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü

[1]       Hacı Bektaş Velî, Makâlât, haz.: Ali Yılmaz, Mehmet Akkuş, Ali Öztürk, Ankara, 2007, Türkiye Diyanet Vakfı Y., s. 68.

[2]       Dergâhlarda şu söz yaygın olarak kullanılmaktadır: “Edeb ile gir, irfân ile çık.” Dervişler dergâhlara edeb ile girdiklerinde, yani âdâb ve erkâna uyduklarında onlara, ilimden daha öte olan irfân yeteneğinin kendilerine verileceğine inanmaktadırlar.

[3]       Bkz. Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara, 1997, Rehber Y., s. 399.

[4]       Bkz. Osman Eğri, Yaygın Din Eğitimi Açısından Bektâşîlik, İstanbul, 2003, Horasan Y., s. 45.

[5]       Bkz. Hacı Bektaş Velî , Makâlât, s. 72.

[6]       Bkz. Âl-i İmrân, 3/190-91, Ra’d, 13/3-4, Ğâşiye, 88/17-29.

[7]       Nûr, 24/35; Cemlerde çerağ uyandırılırken bu âyetin tamamı okunur.

[8]       Hacı Bektaş Velî, Makâlât, s. 129.

[9]       Hacı Bektaş Velî, a.g.e., s. 68-71.

[10]     Hacı Bektaş Velî, a.g.e., s. 129.

[11]     Hacı Bektaş Velî, a.g.e., s. 129.

[12]     Hacı Bektaş Velî, a.g.e., s. 126-129.

[13]     A’râf, 7/12; Sa’d, 38/76.

[14]     A’râf, 7/18.

[15]     Alemdar Yalçın, Hacı Yılmaz, “Kargın Ocaklı Boyu ile İlgili Yeni Belgeler”, Hacı Bektaş Velî, S. 21., ss. 13-89., s. 40.

[16]     Yalçın, Yılmaz, “a.g.m.”, s. 41.

[17]     Kaygusuz Abdal, Dilgüşâ, haz.: Abdurrahman Güzel, Ankara, 2009, Türkiye Diyanet Vakfı Y., 107.

[18]     Hacı Bektâş Velî, Makâlât, s. 59, 86.

[19]     Bkz. Hacı Bektâş Velî, a.g.e., s. 90.

[20]     Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, çev.: Davut Duman, GÜHAM Y., s. 45-46.

[21]     Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 45-46.

[22]     Hacı Bektâş Velî, Makâlât, s. 129.

[23]     Hacı Bektaş Velî, a.g.e., s. 129.

[24]     Hacı Bektaş Velî, a.g.e., s. 71.

[25]     Hacı Bektâş Velî, a.g.e., s. 71.

[26]     Hacı Bektâş Velî, a.g.e., s. 71-72.

[27]     Kaygusuz Abdal, Kitâb-ı Miglate, haz.: Abdurrahman Güzel, Ankara, 1983, Kültür Bakanlığı Y., s. 117.

[28]     Kaygusuz Abdal, Saraynâme, haz.: Abdurrahman Güzel, Ankara, 2010, Türkiye Diyanet Vakfı Y., s. 147.   

[29]     Kaygusuz Abdal, a.g.e., s. 235.

[30]     Kaygusuz Abdal, a.g.e., s. 239.

[31]     Kaygusuz Abdal, a.g.e., s. 319.

[32]     Kaygusuz Abdal, a.g.e., s. 328.

[33]     Bkz. Hacı Bektaş Velî, Makâlât, s. 113.

[34]     Bkz. Hacı Bektaş Velî , Makâlât, s. 109.

[35]     Hayâlî Baba, Risâle-i Hayâlî Baba, vr. 96b-97a.

[36]     Kaygusuz Abdal, Saraynâme, s. 307.

[37]     Kaygusuz Abdal, a.g.e., s. 143.

[38]     Bkz. Cabbâr Kulu, Kitâb-ı Cabbâr Kulu, haz: Osman Eğri, Ankara, 2007, Türkiye Diyanet Vakfı Y., 211-221.

[39]     Hayâlî Baba, Risâle-i Hayâlî Baba, vr. 25a.

[40]     Cabbâr Kulu “kelb” ve “merkeb” olmak üzere iki çeşit nefisten söz etmektedir. Birinin rûhun merkebi, diğerinin de şeytanın tutnağı olduğunu belirttikten sonra, şeytanın nefsi kötülük yapmaya nasıl teşvik ettiğini anlatmaktadır. Kişi kötülük yapmayı istediği zaman, nefisle vesvesenin bir araya gelerek gönül, akıl, fikir ve rûhu nasıl kandırdıklarını göz önünde canlandırmaktadır. Rûhun merkebi olan nefis ise, rûh ne görev verirse onu yapmaktadır. İbâdet ve Allah’ın emrine itâat, bu nefisle olmaktadır. Cabbâr Kulu kişiyi soğuktan, sıcaktan, açlıktan ve susuzluktan koruyanın da yine aynı nefis olduğunu belirtmektedir. Bkz. Cabbâr Kulu, Kitâb-ı Cabbâr Kulu, s. 509-510.

[41]     Hayâlî Baba, Risâle-i Hayâlî Baba, vr. 39b-40b.

[42]     Cabbâr Kulu, Kitâb-ı Cabbâr Kulu, s. 573.

[43]     Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, s. 223.

[44]     Bkz. a.g.e., s. 224.

[45]     Hacı Bektaş Velî , Makâlât, s. 101.