ÇEVİRİYİ HAZIRLAYANLAR
Doç. Dr. Osman Eğri, Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Araştırma Merkezi Çorum Şubesi Sorumlusu.
Dr. Ali Öztürk, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi.
Uzman, Ceyhun Ünlüer, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Kütüphane Sorumlusu.
ÖZET
Haydar Altıntaş Dede’ye ait el yazması eser, bir “Bektâşî İlmihâli” niteliği taşımaktadır. Altıntaş Dede’nin bu eseri, âyet ve hadîslere, âdâb ve erkân kitaplarına dayalı olarak tâliblerini ve okurları inanç, ibâdet ve ahlâk konularında bilgilendirmek; eğitmek amacıyla yazdığı anlaşılmaktadır. Eserin içindeki konular ana hatları ile şunlardır: Allâh’ın varlığı, birliği, lutfu, inâyet ve bağışlayıcılığı, Allâh’ın varlığını tefekkür etmenin ve O’nu zikretmenin önemi, inanç esasları, hayâtın anlamı, insanın yaratılış amacı, Kur’ân’a bağlılık, Hz. Muhammed ve O’nun Ehl-i Beyt’ini sevmek; onların yolundan gitmekle ilgili âyet ve hadîsler, İslâm ahlâkı, genel olarak Tasavvuf, Bektâşî âdâb ve erkânı, İslâm Tarihi’nden, özellikle Ehl-i Beyt’in hayatından örnek olay ve menkîbeler, ilmin önemi, cehâletin zararları, Bektâşîliğin tarihî gelişimi, îtikâdî ve ahlâkî nitelikleri, dört kapı kırk makam, Bektâşî büyüklerinin nefes ve şiirleri, mersiyeler, Bektâşî fıkraları.
ABSTRACT
The manuscript belonging to Haydar Altintaş Dede seems like a “religious guide-book” of Bektashi Order. The book contains following subjects: The existence of the God (Allah), his uniqueness, his blessing, mercy and grace, the importance of the thinking the exixtence of Allah and to call to mind his name, the other pillars of the faith, the meaning of the life, the goal behind the creation of the human, being faithfull to the Qor’an, some verses from Qor’an and words of the Prophet about himself and his family (Ehl-i Beyt), the virtue of Islam, sufism, rites and practices of Bektashi Order, some events from the history of Islam, especially from the history of ehl-i beyt, the importance of science and the damage of illiteracy, the historical development of the Bektashism, its faith and virtue, four gates and fourty state (or post), some poetries of prominent Bektashi poets and Bektashi jokes.
ANAHTAR KELİMELER
Haydar Altıntaş Dede, Kur’an, Hz. Muhammed, Ehl-i Beyt, Hacı Bektâş Velî, Bektâşîlik, Bektâşî Âdâb ve Erkânı, Bektâşî Nefesleri, Bektâşî Fıkraları.
KEY WORDS
Haydar Altıntaş Dede, Qor’an, Prophet Mohammad, Prophets Family, Hacı Bektaş Veli, Rites and Practices of Bektashi Order, Bektashi Poets, Bektashi Jokes.
GİRİŞ
Haydar Altıntaş Çankırı ili Şabanözü İlçesine bağlı Özbek Köyünde 1901 yılında doğmuştur. Ailedeki altı kardeşten en büyüğü olan Haydar Dede, ilk eğitimini Çankırı Medresesinden mezun olan babasından almıştır. Bu eğitim sürecinde Arapça, Farsça dillerini öğrenmiş ve bilgisini daha da geliştirebilmek amacıyla civar köylerdeki ilim meclislerine de devam etmiştir. Arapça, Farsça dillerinde yazmış olduğu pek çok el yazması eseri vardır. Elimizdeki yazma eser de bunlardan birisidir.
Haydar Dede, 25.08.1979 tarihinde geçirdiği bir rahatsızlık sonucu Hakk’a yürümüştür.
Eserdeki “Hazreti Sultân Şâh Alî Abbas Hân elinde tevbe eyledim”[1] ifadesinden, Haydar Dede’nin Şâh Alî Abbas Ocağı’na bağlı olduğu anlaşılmaktadır.[2] Yine eserin bir başka yerinde; “Şâh-ı Alî Abbas Pâdişâh-ı Neslî seccâde-i Rasûl mürşid-i kâmil sırrî Ahmed Şâh-ı mürüvvet”[3] demektedir. Bu ifade de onun ceddine manen ve neseben bağlılığını ortaya koymaktadır.
Haydar Altıntaş Dede’nin çok iyi bir Kur’an ve Hadîs bilgisine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Metinde geçen ve yazar tarafından âyet veya hadîs olduğu ifade edilen metinler, herhangi bir lafız ve anlam değişikliğine rastlanılmaksızın Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hadîs kitaplarında bulunabilmiştir. Buradan, Altıntaş Dede’nin İslâm’ın temel kaynaklarına vâkıf olduğu anlaşılmaktadır. O, inanç, ibâdet ve ahlâkla ilgili muhtelif konuları, âyet ve hadîslere dayalı olarak işleyebilmiştir. Daha da önemlisi, çeşitli konulardaki anlam kaymaları, yanlış anlamalar, yanlış bilgi, davranış, tavır ve tutumlar hakkında temel kaynaklara müracaat ederek açıklamalar getirebilmiştir.
Haydar Altıntaş Dede’nin bu eseri, tâlib ve dervişleri İslâm, Tasavvuf, Ehl-i Beyt ve Alevîlik-Bektâşîlikle ilgili çeşitli konularda bilgilendirmek, eğitmek amacıyla yazdığı anlaşılmaktadır. Dede’nin bilgilendirme amaçlı yazıları ile birlikte, yer yer, nefes ve şiirlere, bazen de fıkralara yer vermesi, esere didaktik, pedagojik bir boyut kazandırmıştır. Dede, konu ve başlıkların sırasını, bazen konunun önemini dikkate alarak, bazen de okuyucuları sıkmama, onları duygulandırma amaçlarını güderek belirlemiş görünmektedir.
Eserin tamamı 487 sayfadır. Bu sayıda, öneminden dolayı ağırlıklı olarak eserin ilk bölümlerinin çevirisi yapılmıştır. Çünkü görüleceği üzere bu bölümlerde; Alevîlik-Bektâşîliğin inanç tercihleri, değer verilen tarîhî, manevî şahsiyetler ele alınmakta, âdâb ve erkânla ilgili bilgiler verilmektedir. İleride diğer bölümlerin de çevirisi yapılacaktır.
El yazması olan eserin çevirisi yapılırken, metnin orijinalliğinin bozulmaması amacıyla fonetik yapıya müdahale edilmemiştir. Özgün Anadolu Türkçesi ile yazılan metnin dil özellikleri aynen muhâfaza edilmiştir. Meselâ; “eyitti, didi, dimiş, gelür, iderem, giderem, söylerem, severem” gibi ifadelere dokunulmamıştır. Bununla birlikte, Osmanlıca olan metnin içinde çok sayıda Arapça kelime ve cümleler (özellikle âyet ve hadîs metinleri) bulunmaktadır. Okunuşlarının kolaylaşması için Arapça kelimelerdeki uzatmalar, “â, î, û” gibi şapkalı harflerle belirtilmiş, terkiplerdeki kelimeler ise “tire” işareti ile birbirinden ayrılmıştır.
Transkribe edilmiş (latin harflerine çevrilmiş) metinle orijinal metnin karşılaştırılmasının kolaylıkla yapılabilmesi için her sayfanın başına sayfa numarası “bold” rakamla yazılmıştır.
Bazı kelimeler, fotokopide silik çıkmış, bazıları ise okunamayacak şekilde yazılmıştır. Bu nedenle okunamayan kelimelerin metin içindeki yerleri (…) işâretiyle belirtilmiştir.
Satırın veya kelimenin eksik olduğu yerler ise, (satır/kelime fotokopide çıkmamıştır) ifadesiyle belirtilmiştir.
Metnin içinde eksik bir kelimeden dolayı anlamı tamamlanmayan, ancak literatürdeki okunuşu bilinen veya cümlenin gelişinden eksikliği farkedilen ifadeler […] işareti ile belirtilerek tamamlanmıştır. Meselâ vr. 250’de Lâ fetâ illâ Alî [lâ] seyfe illâ zülfikâr ifadesi, orijinal metinde “lâ” kelimesi olmadan yazılmıştır. Anlam eksik olacağından dolayı ilgili yere [lâ] ilave edilmiştir. Vr. 107’de “örtülü olan maşlak[h]ı” şeklindeki ifadede geçen maşlak kelimesi, Ferit Develioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe lügatinde bulunamamıştır. Burada “örtü” anlamına gelen “maşlah” kelimesinin kastedilmiş olabileceğini belirtmek amacıyla bu durum, “maşlak[h]ı” şeklinde gösterilmiştir. Özellikle karşılıklı konuşma/diyalog metinlerinde, konuşmayı yapan kişiler, bazen orijinal metinde belirtilmediği için, kimin neyi söylediği anlaşılamamaktadır. Hem metnin akıcılığını sağlamak, hem de sonradan yapılan bu ilaveleri belirtmek için […] işaretlerinden yararlanılmıştır. Meselâ; vr. 239’daki şu diyalog bu şekilde daha anlaşılır hale getirilmiştir. “Kızım Allah’ını seversen bize biraz su ver.” [diyorlar. Kız:] “Ben Allah’ın sevmesini seninle mi biliyorum?” [diyor.] [Onlar da:] “Muhammed Ali seversen, sonra da pîrini seversen” deyince, suyu veriyor. [Kıza soruyorlar:] “Kızım, Allah Muhammed söyledim su vermedin. Pîrini deyince verdin.” [Kız:] “Ben pîrimi bilmezsem, sevmezsem, beni ne Allah, ne de Muhammed Ali bilir.” [Soruyorlar:] “Kızım senin pîrin kim?”
Metin içindeki âyet ve hadîsler, nefes ve şiirler kolay ayırt edilebilmeleri amacıyla “italik” yazı karakteri ile yazılmıştır.
Âyetlerin geçtikleri sûrelerin isim ve numaraları, âyet numaraları ile birlikte dipnotlarda belirtilmiştir. Metnin içinde anlamları verilen âyetlerin anlamları, dipnotlarda belirtilmemiş; anlamları verilmeyen âyetlerin anlamları ise, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın yayını olan; “Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlamı” kaynak alınarak sayfa altlarına dipnot bilgisi olarak yazılmıştır.
Metin içinde geçen hadîsler, Hadîs Kaynakları taranarak bulunmuş; müellif ve kitap isimleri, cilt ve sayfa numaraları ile birlikte dipnotlarda belirtilmiştir. Bulunamayan metinlerle ilgili bilgiler, dipnotlarda “bu metne hadîs kaynaklarında rastlanılmamıştır” şeklinde ifade edilmiştir.
Bu çeviri, Araştırma Merkezi’mizin Çorum Şubesi olarak yaptığımız ilk yayındır. Çorum, Amasya ve Hacıbektâş bölgelerinde yaptığımız araştırmalar sonucu ulaştığımız el yazması eserler, digital ortama aktarılmış bulunmaktadır. Halihazırda Amasya Merzifon’da ikâmet eden Seyyid Battal Gâzî evladlarından Sarı Saltuk Ocağı’na bağlı Turan Saltık Dede’den aldığımız Vîrânî Baba’ya ait el yazması “İlm-i Câvidân” ve Çorum Dodurga Mehmet Dede Tekkeköy’de ikâmet eden Eyüp Öztürk Dede’den aldığımız el yazması “Cabbar Kulu” kitapları üzerindeki çalışmalarımız devam etmektedir. İlerideki sayılarda bu eserler de Türkçe’ye çevrilerek siz değerli okuyucu ve araştırmacıların hizmetine sunulacaktır.
38
Bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
Allâhümme bi hakki Hüseynî ve ahîhi ve ümmihî ve ebîhi ve nebîhi ve sâhibihî (…) ene minnî ve ente erhamü’r-râhimîn. Lâ fetâ illâ Alî lâ seyfe illâ zülfikâr. Allâhümme innî estakîmü inne Muhammeden nebiyyü’llâhi Aliyyün veliyyü’llâhi ve tekûlü aleyhi va’llâhü vekîl. İnne hâzâ sırâtü’l-müstakîm. Estağfirullâh Estağfirullâh Estağfirullâh. Tübtü ilallâhi tevbeten nasûhan. Hazreti Sultân Şâh Alî Abbas Hân elinde tevbe eyledim. Hazır cemâatin tanıklığı ile eğer ahd-i ikrârınızdan döner iseniz Hazreti Ali’nin Zülfikârına uğrarsınız. 2 defa dedi ki Estağfirullâh. Bundan sonra Eûzü besmeleden sonra 2 defa İhlâs okuya. Sırr-ı Ahmed Şâh-ı âhir zaman sâhibü’l-Kur’an düvâzde imâm çehârde-i ma’sûm-u pâk Hüccetü’l-kâimü’r-Rahmân delîl-i burhân mü’minîne mü’minât müslimîne müslimât mübârek vakit devâm-ı devlet ve bekây-ı saltanat Şâh-ı Alî Abbas Pâdişâh-ı Neslî seccâde-i Rasûl mürşid-i kâmil sırrı Ahmed Şâh-ı mürüvvet. Bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm İnnellezîne yübâyiûneke innemâ yübâyiûna’llâh yedu’llâhi fevka eydîhim femen nekese feinnemâ yenkisü alâ nefsihi vemen evfâ bimâ âhede aleyhu’llâhe feseyü’tîhi ecran azîmâ.[4] Allâhü lâ ilâhe illa’llâhü.[5] Cebrâîl aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm elfin elfin elfin.
39
Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Muhammed Mustafâ musallâ müzekkâ hidâyet-i zât-ı Rabbi’l-âlemîn. Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ İmâm Aliyye’l-Murtazâ muallâ müzekkâ bi’l-vahdâniyyeti zât-ı Rabbi’l-âlemîn. Es-salâtü ve’s-selâmü aleyki yâ hatîcete’l-kübrâ Fâtımate’z-zehrâ zât-ı Rabbi’l-âlemîn. Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ İmâm Hasan hulk-i rızâ şühedâ-i zât-ı Rabbi’l-âlemîn. Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ İmâm Hüseyin-i mazlûm-i deşt-i Kerbelâ zât-ı Rabbi’l-âlemîn. Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ İmâm Zeynel dîni’llâh ma’bûdât yâ ma’bûdât zât-ı Rabbi’l-âlemîn. Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ İmâm Muhammed Bâkır kudretu’llâh-i zât-ı Rabbi’l-âlemîn. Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ İmâm Ca’fer-i Sâdık es-sıdku lillâhi ve’s-sıdku ve’l-maksûdâti zât-ı Rabbi’l-âlemîn. Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ İmâm Musâ Kâzım feteha’llâhü bi nûri zât-ı Rabbi’l-âlemîn. Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ İmâm Rızâ mürşid-i merdân zât-ı Rabbi’l-âlemîn. Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ İmâm Muhammed Tağî zât-ı Rabbi’l-âlemîn. Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ İmâm Ali Nağî zât-ı Rabbi’l-âlemîn. Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ İmâm Hasenü’l-Askerî zât-ı Rabbi’l-âlemîn. Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ İmâm Muhammed Mehdî. Es-salâtü ve’s-selâmü aleyki yâ Hatîcete’l-Kübrâ Fâtımati’z-Zehrâ Hayrü’n-nisâ ve’l-mü’minîne mü’minât ve’l-müslimîne ve’l-müslimât muhabbetu’llâhi ilâ yevmi’l-haşri’l-yedeyni ve’l-Kur’an sallallâhü teâlâ alâ seyyidinâ
40
Muhammedin ve alâ âlihî ve evlâdihî ve ashâbihî ve ezvâcihî ve hülefâi’r-râşidîne’l-mürşidîn. El Hamdü li’llâhi Rabbi’l-âlemîn. Demdem Şâh her dem Şâh 2 defa dedikten sonra Allâhümme salli alâ seyyidinâ nûr-i Hüdâ. Allâhümme salli alâ seyyidinâ nûr-i pâk İmâm Muhammed Mustafâ. Allâhümme salli alâ seyyidinâ nûr-i pâk İmâm Aliyyi’l-Murtazâ. Allâhümme salli alâ seyyidinâ nûr-i pâk Hatîceti’l-Kübrâ ve Fatımeti’z-Zehrâ. Allâhümme salli alâ seyyidinâ nûr-i pâk İmâm Hasan hulk-i Rızâ. Allâhümme salli alâ seyyidinâ nûr-i pâk İmâm Hüseyin-i mazlûm-i şühedâ deşt-i Kerbelâ. Allâhümme salli alâ seyyidinâ nûr-i pâk İmâm Zeynel Âbidîn. Allâhümme salli alâ seyyidinâ nûr-i pâk İmâm Muhammed Bâkır. Allâhümme salli alâ seyyidinâ nûr-i pâk İmâm Cafer Sâdık. Allâhümme salli alâ seyyidinâ nûr-i pâk İmâm Mûsâ Kâzım. Allâhümme salli alâ seyyidinâ nûr-i pâk İmâm Ali Rızâ. Allâhümme salli alâ seyyidinâ nûr-i pâk İmâm Muhammed Tağî. Allâhümme salli alâ seyyidinâ nûr-i pâk İmâm Ali Nağî. Allâhümme salli alâ seyyidinâ nûr-i pâk İmâm Hasani’l-Askerî. Allâhümme salli alâ seyyidinâ nûr-i pâk İmâm Muhammed Mehdî sırrî Ahmed Şâh-ı mürüvvet düvâzde İmâm çehârde-i Ma’sûm-u Pâk delîl-i burhân kutbü’l-îmân Nasrun mina’llâhi ve fethün karîb ve beşşiri’l-mü’minîn[6] yâ Allâh yâ Muhammed yâ Ali yâ Hatîcete’l-Kübrâ, Fatımete’z-Zehrâ, yâ İmâm Hasan yâ İmâm Hüseyin yâ İmâm Zeynel Âbidîn yâ İmâm Muhammed Bâkır yâ İmâm Cafer Sâdık yâ İmâm Mûsâ Kâzım yâ İmâm Ali Rızâ yâ İmâm Muhammed Tağî yâ İmâm Ali Nağî yâ İmâm Hasani’l-Askerî yâ İmâm Muhammed Mehdî,
41
Düvâzde İmâm çehârde-i Ma’sûm-u Pâk sırrî Ahmed Şâh-ı mürüvvet. Lâ fetâ illâ Ali lâ seyfe illâ Zülfikâr. Nasrun mina’llâhi ve fethün karîb ve beşşiri’l-mü’minîn[7]. Yâ Allâh yâ Muhammed yâ Ali, nâd-ı Aliyyen mazharü’l-acâyib tecidehû avnen leke fi’t-tevâib ila’llâhi hâceten likülli hemmin ve ğammin seyencelî bi azametike yâ Allâh. 2 defa Bi nübüvvetike yâ Muhammed 2 defa Bi velâyetike yâ Ali. 2 defa Edriknî eğisnî. 2 defa aleyhi muhavvilî. 2 defa bâbü’l-Hasan bâbü’l-Hüseyin ebe’l-feyz efiznî bihî bifazlike yâ Muhammed bi Rahmetike yâ erhame’r-râhimîn.
Tevhîd
El Hamdü li’llâhi ale’t-tevfîk estağfirullâhi min külli naksiru. 2 defa
Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed. 2 defa
Lâ fetâ illâ Alî lâ seyfe illâ zülfikâr. 2 defa
Yâ Muhammed yâ Mustafâ yâ Murtazâ yâ Ali. 2 defa
Hasbî Rabbî celle’llah mâ fî kalbî ğayru’llah nûr Muhammed salla’llah lâ ilâhe illa’llâh fa’lem ennehû lâ ilâhe illâ hû.[8] 2 defa yâ hû yâ hû yâ men hüve lâ ilâhe illâ hüve’l-Hayyü’l-Kayyûm Kerîm, Allahu Hayyü’l-Kayyûm Rahîm, Allahu Hayyü’l-Kayyûm Ğafûr Allah 2 defa Allah Allah Allah 2 defa hû hû hû 2 defa Erenler mürüvvet.
42
Hâzâ Delîl Duâsı
İki dizinin üstüne gele. Delîli yakarken okuya: Destûr Şâh. Gerçeğe hû. Seyyidim sâdât muhabbetim sâdât, seyyid-i kâinât hülâsâ-i mevcûdât, halîfe-i mefharet ez Cemâlî Muhammed ve’l-kemâli şâh-ı Hasan ve’l-Hüseyin Allah’ı birleyelim, verelim Muhammed Ali’ye salavât.
Ayağa kalka, ayak ayağının üstüne koyup okuya:
Hak hû dost erenler! Âşıklar, sâdıklar, yanıklar, uyanıklar aşk-ı çeşm-i sâkinân aşkla diyelim bir Allah Allah.
Çün çerağı yandıralım yâr-i Hüdâ’nın aşkına. Seyyidü’l-kevneyn ol Muhammed Mustafâ’nın da aşkına. Sâkiyyü’l-kevser hem Aliyyü’l-Murtazâ aşkına. Hem Hatîcetü’l-Kübrâ Fâtımetü’z-Zehrâ sülâle-i hayrü’n-nisânın da aşkına. Şâh-ı Hasan hulki şâh-ı Hüseyin deşt-i Kerbelâ aşkına. İmâm Zeynel Âbidîn, Muhammed Bâkır nesl-i pâk-ı Murtazâ Cafer Sâdık İmâm Rehnümânın da aşkına. Mûsâ Kâzım ser-efrâzı ehl-i hemmin ve gammin Mûsâ Rızâ’nın aşkına. Şâh-ı Tağî yâ Nağî hem Hasanü’l-Askerî hem Muhammed Mehdî sâhib-i livânın aşkına.
Pîrimiz Hünkâr’ımız, kutbü’l-ârifîn ol Hacı Bektâş Velî’nin de aşkına.
Tâ haşre dek yanan yakılan âşıkânın aşkına.
Ez cemâlî Muhammed ve’l-kemâl-i Şâh-ı Hasan ve’l-Hüseyin Ali’ye virelim Muhammed Ali’ye salavât. Erenler mürüvvet.
43
Bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
Peygamber Efendimiz’in vefâtından sonra Kureyşliler ki, Emevîlerin reisleri Ebû Bekir, Ömer ve Osman ve tabileri Peygamber Efendimiz’in defin vaktine hazır olmadıkları gibi Benî (kelime çıkmamış) hilâfet da’vâlarıyla münâkaşa yaparlardı. Benî Sâide dedikleri mescide bitişik bina idi. Sonra Ömer, elinde bir kılıç sokaklardan bulduğu müslümanları zulmen Ebû Bekir’in damenine, Mescid-i Rasûl’e getirirlerdi. Hatta bir gün Mescid-i Rasûl’de Ali taraftarları üzerlerine sizden bir kimse ağzını açarsa deyince Hazreti yakasından tutunca, kılıcı elinden, sarığı başından diğer tarafa uçarak, halkın içinde rezil perîşân olduklarında, Ali tarafına hücum ettiklerinde Selmân-ı Fârisî ayağa kalkıp; “eğer yalan söylersem şu iki kulaklarım şahit olsun, Rasûlu’llah’tan işittim, buyurdu:
El Hadîs: Eynemâ ahî ve’bnü ammî câlisün fî mescidi ma’a neferâtin eshâbuhû yesübbühû cemâatün min kilâbin ehli’n-nâri. Yani bir vakit olur, benim biraderim ve’bn-i ammim kendi (kelime çıkmamış) benim mescidimde oturur (birkaç harf çıkmamış) Cehennem kelblerinden bir cemâat ona hücum edeceklerdir. Sadaka Rasûlu’llah. “Kelbi siz olduktan sonra şüphem kalmadı” dedi. Sadaka hakkında buyurmuştur. El Hadîs: Es sadakatü terüddü belâ ve tezîdü’l-ümra. [Anlamı:] Sadaka, belâyı red eder. Yani def ider ve ömrü ziyâdeleştirir.
44
Kâle’llâhü Teâlâ:
İzâ câe ecelühüm lâ yesta’hirûne sâaten velâ yestakdimûn.[9]
Ecel geldiği vakitlerde ne bir saniye tehir eder, ne bir saniye takdim eder.
Hadîs-i kudsîdir: Buyurması Cenâb-ı Hak’tan, lafzı ya’ni manası Peygamber’den.
Lâ yeseunî arzun velâ semâün bel veseanî kalbü abdi’l-mü’minîn.
Arz ve semâ Ben’im hikmetime vüs’at getiremez, belki mü’min kulumun kalbine sığarım.
El Hadîs: İnna’llâhe halaka Âdeme alâ sûratihî.[10]
Tahkîk: Cenâb-ı Allah, Âdem’i sûreti üzere halk etti.
Haydar-ı Kerrâr Efendimiz buyurmuştur: İnne’llezî bi yedeyhi mefâtîhü’l-cinân ve mekâlîdü’n-nîrân.
Ben, şol kimseyim ki, rûhum Cenâb-ı Allah’ın kabz ve kudretindedir.
Cennet’in mefâtıhları, Cehennem’in kilitleri benim elimdedir: Her kimden râzı olursam Cennet kapılarını ona açarım, her kimden râzı olmazsam Cehennem’in içinde kilitlerim.
45
Hadîs: İnne Aliyye’bni Ebî tâlibin kasseme’n-nâre ve’l-Cennete.[11]
Tahkîk: Hazreti Ali Cennet ve Cehennem’i taksîm edicidir.
El hadîs: Hazreti Peygamber-i Zîşân, Hazreti Ali hakkında buyurmuştur:
Hubbu Ali ibni Ebî Tâlibin Hasenetün lâ tezurruhâ seyyietün,
Ali ibni Ebî Tâlib’i sevmek bir hasenedir ki, hiçbir günah ona zarar etmez.
Ve buğzü Ali ibni Ebî Tâlibin seyyietün lâ tenfeuhâ hasenetün.[12]
Ali ibni Ebî Tâlib’e düşman olmak bir günahdır ki, hiçbir hasene ona faide etmez.
Kâle’llahü Teâlâ:
Elâ inne evliyâallâhi lâ havfun aleyhim velâ hüm yahzenûn.[13]
Âgâh olun ki, Allâh’ın evliyâlarının üzerlerinde korku yoktur, mahzûn olmazlar.
Hadîs:
Men ehabbe Ehle Beytî ve ahbebtü lehû şefâatî.[14]
Kim benim Ehl-i Beyt’ime muhabbet eder ise, onun için benim şefaatim vâcibdir.
El Hadîs:
El müslimü men selime’l-müslimûne bi yedihî ve lisânihî.[15]
Müslüman şol kimsedir ki; müslümanlar onun elinden ve lisânından zarar görmeyeler; sâlim olalar.
46
Hur Pehlivan, Hazreti İmâm’a; “yâ imâm benden râzı mısınız?” deyince İmâm buyurmuştur:
“Neam ente hurrün kemâ semmetike ümmike hurran ve ente’l-hurrü fi’d-dünyâ ve’l-âhireti.”
Evet, sen hürsün ananın sana hür tesmiye ettiği gibi, sen de dünyada ve ahirette hürsün.
Kâle’llâhü Teâlâ:
Ve âti zi’l-kurbâ hakkahû[16]: Yani; yâ Rasûla’llah! Zî kurbunun hakkı verdiğinde Cenâb-ı Hakk’ın Hazreti Peygamber’in sağlığında Fedek hurmalığını Fâtıma’ya vererek Fâtıma Rasûlün sağlığında mutasarrıf olmuştu. Peygamber’in vefâtından sonra zulmen ve cebren Fedek bağını elinden alarak Fâtıma’yı rencide ve ezâ etmişlerdi.
Peygamber Efendimiz Fâtıma hakkında bu hadîsi buyurmuştur:
El Hadîs: Yâ Fâtıma inna’llâhe yenkazabu liğazabiki ve yerdâ lirızâki.[17] Yani: Yâ Fâtıma! Cenâb-ı Allah senin ğazap ettiğine ğazap eder; senin râzı olduğundan râzı olur.
47
Yine buyurmuştur; Fâtıma hakkında
El Hadîs:
Fâtımatün biz’atün minnî men âzâhâ fekad ezânî ve men ezânî fekad ezâ Allah.[18]
Yani: Fâtıma benden bir parçadır. Her kim Fâtıma’ya ezâ ederse bana ezâ eder, bana ezâ eden Allah Teâla’ya ezâ eder. Allah’a ezâ eden dünya ve âhirette la’nete müstehak olur. Rasûl’e ve evlâdına ezâ edenler hakkında Cenâb-ı Hakk buyurmuştur:
Kâle’llâhü Teâlâ fî kitâbihi’l-kerîm:
İnne’llezîne yü’zûna’llâhe ve Rasûlehû leanehümu’llâhü fi’d-dünyâ ve’l-âhireti.[19]
Yani: Şunlar ki Allah ü Teâlâ’ya ve Rasûlü’ne ezâ ederler; Allah ü Teâla onları Rahmet’inden tard eder dünya ve âhiretinde.
Kâle’llâhü Teâlâ fî kitâbihi’l-kerîm:
Men câe bi’l-haseneti felehû aşre emsâlühâ.[20]
Bir kimse hasenât işlese, o kimseye on misli sevap yazılır.
Âyet-i kerîme: Len tenâlü’l-birra hattâ tünfikû mimmâ tühibbûn.[21]
Siz iyiliğe nâil olmazsınız, muhabbet ettiğinizden infâk etmedikçe veya yedirmedikçe.
48
Kibâr-ı kelâmdır:
Lâ vusûle ile’l-matlûbi illâ bi infâkin mahbûbin.
Kişi matlûbuna muvaffak olamaz; sevdiğini vermediği veya yedirmediği müddetçe.
Hadîs-i Nebevî:
Rağme enfü racülin zükirtühû felem yüsalli aleyye fedehalene’n-nâre.[22]
İndinde zikr olunup üzerime salavât-ı şerîfe getirmeyen kimseler, burnu üzerine sürünür ve Cehennem’e dahil olur.
Hadîs-i Nebevî:
Men sallâ salâten felem yüsalli salâten felen tükbele minhü ibâdetün.[23]
Bir kişi ibâdet ettiği vakitlerde benim üzerime salavât getirmese, o kimsenin ibâdeti kabul olunmaz.
Hadîs: Küntü nebiyyen ve Âdemü beyne’l-mâi ve’t-tîn.[24]
Ben bir Nebî idim, halbuki Âdem aleyhi’s-selâm mâ ile tîn beyninde idi. Su ile çamur arasında idi.
Kâle’llâhü Teâlâ: Lâ tüdrikü’l-ebsâr ve hüve yüdrikü’l-ebsâr ve hüve’l-latîfü’l-habîr[25]. Gözlerden hiçbir göz, Cenâb-ı Allâh’ı göremez. Halbuki Cenâb-ı Allah o gözleri görür. Cenâb-ı Hak, Latîf’dir Basîr’dir. (Fotokopide çıkmayan bir satır var)
49
Kaziye-i sâliye-i küllîyenin nakzı mevhîbe-i cezmiyedir. Selben, bazı îcâben, bazı olduğu gibi, bazı gözler görür.
el Hadîs: Hubbü’d-dünyâ ra’sü külli hatîetin.[26]
Dünyaya muhabbet etmek, her bir kötülüğün başıdır.
Men lem yezuk ve lem ya’rif. Tatmayan bilmez.
El Hadîs: Darbetü Aliyyin fî yevmi’l-Hendeki efdalü e’mâli ümmetî ilâ yevmi’d-dîn.[27]
Hendek muhârebesi gününde hazreti Ali’nin bir darb-ı şahseri yani kılıcı, yevm-i kıyâmete dek olan ümmetimin a’mâlinden efdaldir.
(kelimeler çıkmamış)
el Hadîs: Men teşebbehe bi kavmin fehüve minhüm.[28]
Bir kimse amelde ve i’tikâdında kendisini bir kavme teşbîh ede, o kimse o kavimdendir.
50
Kâle’llâhü Teâlâ fî kitâbihi’l-kerîm’de böyle buyurmuştur:
Yâ eyyühe’llezîne âmenû üzküru’llâhe zikran[29] ve kıyâmen ve kuûden ve alâ cünûbihim[30]. Ey îman sıfatıyla muttasıf olan kimseler! Allah’ı zikredin. Kâim; sorutmak olduğunuz halde ve oturduğunuz halde ve yüzünüz üzere yattığınız halde.
Âyet: Küllü hizbin bimâ ledeyhim ferihûn.[31]
Her cemaat, elinde bulunan i’tikadla ferahyâb olurlar.
El Hadîs: Küllü hasebin ve nesebin tenkatiu velâ yenkatiu hasebî ve nesebî. Her bir haseb ve neseb kesilir, benim haseb ve nesebim kesilmez.
El Hadîs: Küllü hasûdin muhriku hasedühû amelehû.[32] Her bir hased edenlerin hasedi, amelini yakıcıdır.
51
Kur’ân-ı Kerîm’in 485. sahîfesinde Rahmet Duâsı
Kâle’llâhü Teâlâ: Ve hüve’llezî yünezzilü’l-ğayse min ba’di mâ kanetû ve yenşuru rahmetehû ve hüve’l-veliyyü’l-hamîd.[33]
Ol Allah u Teâlâ, kulları me’yûs olduktan sonra yağmuru indirip cümle mahlûkâta rahmet dağıtır ve ol ihsan ve Rahmet ile her sonunda Hamd’e müstehaktır.
Âyet: Fentelekâ hattâ izâ elkıyâ ğulâmün fe katelehû feemme’l-ğulâmü.[34]
Hızır ile Mûsâ aleyhi’s-selâm sefîneden çıkıp giderken pes on çocuk cemaatine uğradılar ki oynuyorlardı. Aralarından bir çocuğu katl etti.
Fekâne ebevâhü mü’minîne fehaşînâ en yürhekuhâ tuğyânen ve küfrâ.[35]
Mûsâ Nebî sual ettiğinde Hızır aleyhi’s-selâm dedi ki; bu çocuğun babası anası mü’minlerdir. Ben korkdum ki, bu çocuk babasına anasına küfr-ü îmân telkîn eder; dinden döndürür.
Kâle’llâhü Teâlâ: Ve’zküru’llâhe zikran kesîran.[36]
Ey mü’minler, Allah u Teâlâ’yı çok çok zikredin.
Kavlühû Teâlâ: Ve’zküru’llâhi ekber[37]. Zikrullah, ziyade büyüktür.
52
Sûretü’n-Nahl
Kur’ân-ı Kerîm’in 278. sahîfesinde
İnna’llâhe ye’muru bi’l-adli ve’l-ihsâni ve îtâi zi’l-kurbâ.[38]
Tahkîk: Cenâb-ı Allah, her umurda âdilliği emreder, dahî ihsân ile emreder, dahî akrabaya muhtaç olduklarını vermekle emreder, dahî kötü işlerden nehyeder dahî münker ve dahî nâsı üzere hayırla tehayyürla istilâdan nehy eder. Allah size hayır ve şer beynini tehayyürle vaaz eder. Tâ ki; onunla îkâz olunasınız.
Sûrenin başıdır.
Sübhâne’llezî esrâ biabdihî leylen mine’l-mescidi’l-harâmi ile’l-mescidi’l-aksâ.[39] Her ayıbdan münezzeh olan azîmü’ş-şân abdi Muhammed salla’llâhu teâlâ aleyhi ve sellemi bir gecenin az vaktinde Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürdü ve seyr ettirdi.
53
Kâle’llâhü Teâlâ: Küllü nefsin zâikatü’l-mevt.[40]
Her bir nefis, ölüm tadını tadacaktır.
Kâle’llâhü Teâlâ: İz nâdâ Rabbehû nidâen hafiyyen.[41] Zekeriyyâ aleyhisselâm Rabbi celle şânüya gizli nidâ ile nidâ etti.
Kavlühû Teâlâ: Yelkavne ğayyen[42]. Yani câhil kişi azıcık yerden dinden çıkar evlâdına avradına der: Vallâhi seni öldürürem. Öldüremez. Yalan yere yemin eder. Câhillik (kelime çıkmamış)
Hazreti Ali hakkında:
Kâle’llâhü Teâlâ: Ellezîne yünfikûne emvâlehüm bi’l-leyli ve’n-nehâri sırran ve alâniyyeten.[43] Hazreti Ali efdal-ü velî kerrema’llâhü vechehû Hazretlerinde dört dirhem olup, birini gecede, birini gündüzde, birini sırran, birini alenen tasadduk etmekle bu âyet-i kerîme hakkında nâzil olmuştur. Rasûl Efendimiz; “yâ Ali! Niçin böyle ettin?” dediğinde; “şâyed biri kabul olur ümidiyle böyle ettim yâ Rasûla’llâh!” dedi.
Peygamberimiz buyurmuştur ki; Ettemratü yek yek ve’l-inebü dû dû.
Hurma, bir bir üzüm iki iki yenir veya yek.
54
İmâm Hüseyin Efendimiz eşrafıyla bir sofrada yemek yerken, hizmetçilerinden biri yemek getirirken, ayağı döşemeye takılıp taâmı İmâm’ın üzerine döktü. İmâm, hizmetçiye te’dible bakınca hizmetçinin hatırına şu âyet geldi:
“Ve’l-kâzımîne’l-ğayze”[44] dedi. Yani; “öfkeni yut”. İmâm; “Kezzamtü” yani; “öfkemi yuttum” dedi. Hizmetçi; “ve’l-âfîne ani’n-nâs”[45] yani; “Allahu Teâlâ afv eden nâsları sever.” İmâm; “afivtü” yani; “affettim” dedi. Hizmetçi; “Va’llâhü yuhibbü’l-muhsinîn”[46] dedi. Yani; “Allah u Teâlâ, ihsân edenleri sever”. “Âzâd ettim” dedi. O bendeyi âzâd etti. Çok malı fülan ile âzâd etti. Ömrünün nihâyetine kadar yese tüketemezdi.
Menâkıb-ı Murtazâ yâhud vasiyy-i Nebî:
Rivâyet olunur ki, Nebiyy-i Mürsel Efendimiz buyurdular:
El-Hadîs: Men fâriknî ferku’llâhe ve men fârikake yâ alî fâriknî.[47] Yani; her kimse benden ayrıldı. Hak celle ve alâ hazretlerinden ayrıldı ve her kimse senden ayrıldı yâ Ali! Benden ayrılmış olur.
Câbir bin Abdullah rivâyet eder: Rasûl-i zî şân Efendimiz buyurdular: Hakku Ali ibni Ebû Tâlib alâ hâzihi’l-ümmeti kehakki’l-veledi ale’l-vâlid. Yani; Hazreti Ali’nin hakkı, bu ümmet üzerine evlad üzerine baba hakkı gibidir.
55
Rivâyet olunur ki Rasûl-i Sekaleyn Efendimiz buyurdular:
El Hadîs: Hubbü Ali ibni Ebû Tâlib ye’külü’z-zünûbe kemâ te’külü’n-nârü’l-hatabe.[48] Yani; Hazreti Ali’nin muhabbeti, günahları yer mahv eder nasıl ki; ateş odunu yiyip mahv ederse.
Abdullah ibn-i Abbas rivâyet eder ki; Seyyid-i Kevneyn Efendimiz Hazretleri bir gün taşra geldi. Hazreti Ali’nin elini kendi eli ile tuttuğu halde buyurdu:
El Hadîs: Elâ men ebğuzü hâzâ fekad ebğuzu’llâhe ve Rasûlehû ve men ehabbe hâzâ fekad ehabbe’llâhe ve Rasûlehû.[49] Yâni; Âgâh olun ki, her kimse buna buğz ede tahkîkan Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücûd’a ve Rasûlü’ne buğz eder ve her kimse buna muhabbet ede, tahkîkan Cenâb-ı Hâlik-ı kevn-i mekâna ve Rasûl-i ber güzîdelerine muhabbet etmiş olur.
Abdullah ibn-i Abbas rivâyet eder ki; Rasûlu’llâh Efendimiz buyurdular:
El Hadîs: Lev ictemea’n-nâsü alâ hubb-i Ali ibn-i Ebî Tâlibin lemmâ halaka’llâhü’n-nâra.[50] Yani; eğer cümle halk cem olsalar Ali’nin muhabbeti üzerine, Allahu ve tekaddes Hazretleri Cehennem’i yaratmazdı.
Abdullah ibni Cevzî rivâyet eder: Şam’da bir kişi gördüm ki; yüzünün bir tarafı simsiyah ve onu dâima örterdi. Ondan sordum; İmdi Hüdâ yı Hak Teâlâ hazretleri ile ahd eylemiş ki kim ki bu hâli sora, ben ona hikâyet idem. Ben Ali radiyallâhü anh Hazretlerine buğz ederdim ve hakkında yaramaz sözler söylerdim. Bir gece uykumda gördüm. Bir kişi geldi. Sen Ali hakkında yaramaz söylersin dedi ve yüzüme (metnin devamı olan son satır fotokopide çıkmamış)
56
Hazreti Rasûl-i Ekrem sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem mi’râc-ı şerîfe urûc ettiği zamanda, dördüncü gökde bir arslan gördü. Diller ile şerh olunmaz. Hazreti Rasûlu’llâh sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem Cebrâîl aleyhisselâm hazretlerine suâl buyurdu ki; “yâ ahî Cebrâîl bu arslandır.” Hazreti Cebrâîl cevâb verdi ki; “yâ Rasûla’llah! Başka yabancı değildir. Hazreti Ali kerrema’llâhu vechenin rûhâniyeleridir. Yâ Habîballah! Mübârek parmağınızdan hateminizi çıkarıp ağzına atın” dedi. Hazreti Fahr-i Kâinât hatemini arslanın üzerine attığı gibi nice tevazu ve (…) ile hatem-i şerîfi ağzı ile aldı. Ondan sonra Sultân-ı Güzîn Efendimiz urûc edip ertesi günü ashâb-ı güzîn mi’râcından vardıkta, dördüncü gökde müşâhede buyurdukları arslanın vasfını şerh buyurdukları gibi Hazreti Ali kerremallâhu veche mübârek ağzından hatem-i şerîfi çıkarıp, Hazreti Rasûl Efendimizin huzûr-u saâdetlerine koydular. Cümle ashâb-ı güzîn, Hazreti Ali’nin bu menzilesini ve bu kerâmetini görünce hayran oldular ve ne derece mertebesi âlî olduğunu bilip meyl-i muhabbetleri ziyâde oldu. Rıdvânu’llâhi aleyhim ecmaîn.
Şân-ı şerîflerinde âyet-i izâm beyânındadır.
Bir âyet-i kerîme oldur ki, bazı ulemâ derler ki; emîru’l-mü’minîn Hazreti Ali kerrema’llâhu veche câmi-i şerîfde namaza şurû’ etmişti. Bir sâil yâ Ali etti. Bir şey istedi. Hazreti Ali, rükûa varmıştı. Yüzüğünü parmağından çıkarıp ol sâile verdi. Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerine makbûl gelip, bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. İnnemâ veliyyükümü’llahü[51]
57
Diğer âyet dahî oldur ki; Hak celle ve alâ Hazretleri buyurdu: Emîrü’l-mü’minîn Ali ibn-i Ebû Tâlib ve Fâtıma ve Hasan ve Hüseyin rıdvânu’llâhi aleyhim ecmaîn hakkında:
Kul lâ es’elüküm aleyhi ecran ille’l-meveddete fi’l-kurbâ ve men yakterif haseneten nezid lehû fîhâ hüsnâ inna’llâhe ğafûrun şekûr.[52]
Bir âyet dahî oldur ki, Allah u Tebâreke ve Teâlâ buyurdular:
Ve neze’nâ mâ fî sudûrihim min ğıllin ihvânen alâ sürurin mütekâbilîn. Lâ yemessühüm fîhâ nasebün vemâ hüm minhâ bi muhracîn.[53]
Âyet-i diğer bu âyet dahî oldur; Allah ü Teâlâ buyurdu:
Yâ eyyuhe’llezîne âmenû izâ nâceytümü’r-rasûle fekaddimû beyne yedey necvâküm sadakaten zâlike hayrun leküm ve etharü fe in lem tecidû feinna’llâhe ğafûrun rahîm.[54] Mücâhid buyurdular: Hiçbir kimse bu âyet-i kerîme ile amel etmek ittifak düşmedi. Meğer Hazreti Ali ibn-i Ebû Tâlib’e ol vakit ki bu fermân nâzil oldu. Ne zaman ki, Rasûlullâh aleyhisselâma münâcaat etmek isteseydi bir sadaka takdim ederdi.
Âyet-i diğer Hak Teâlâ buyurdu:
Em hasibe’llezîne’cterehû’s-seyyiâti en nec’alehüm ke’llezîne âmenû ve amilü’s-sâlihâti sevâen mehyâhüm ve memâtühüm sâe mâ yahkümûn.[55] Bu âyet-i kerîme Hazreti Ali kerrema’llâhu veche şân-ı şerîfde nâzil olmuştur. Îmânı doğru idi. Cümle işleri layık ve begenilmiş ve bî riyâ ve bî süm’a ber güzîde idi. Âyet-i diğer: İnnemâ yürîdu’llâhu.[56]
58
Kâle’llâhu Teâlâ:
İnneke meyyitün fe innehüm meyyitûn.[57] Yani; habîbim senin için mevt vardır. Halbuki onlar meyyitlerdir. Âyeti nâzil olduğunda Peygamber Efendimiz minbere çıkıp buyurdu:
Kâle Rasûlullâh el hadîs buyurdu:
Fe izâ câekümü’l-hadîsü fadribûhü alâ kitâbi’llâhi femâ vefeka kitâba’llâhi fehuzûhü vemâ halefe fazzifûhü.[58]
Ey mü’minler size rivâyetle hadîs geldiği vakit, onu kitâbu’llâha tatbîk edin. Eğer muvâfık gelir ise, ol hadîsi ahz edin. Eğer muhâlif gelir ise, onu hazf edin. Yani; kaldırın buyurmuştur.
Bir kişi Hazreti Ali kerrema’llâhu vecheye kaderden suâl etti.
Bahrun amîkun lâ teleccühû. Yani; bir derin denizdir. Sen ona dalma buyurdu. Tekrar sordu: Tarîkun muzlimun lâ teslükhu. Bir karanlık yoldur ona dalma. Tekrar sordu: Sırru’llâhi kad hafiye aleyke yani; Allâh u Teâlâ’nın bir gizli sırrıdır senin üzerinde.
Kâle Rasûlu’llah:
Ene eşfeku biküm mine’l-vâlidi alâ veledihî.
Yani; Peygamber Efendimiz buyuruyor ki; ben size babanın vâlidine şefkatinden daha ziyâde şefkatliyim.
59
El Hadîs:
Mâ dâa imraün arefe kadrahû.[59] Kişi, zayi ettiği şeyin kadrini bilir.
El Hadîs:
El câhilü adüvvün lev kâne ebûke.[60] Câhiller, düşmandır. İsterse baban olsun. Câhiller hakkında Risâlet Efendimiz buyurmuştur. Eş şey’ü şey’ün el câhilü lâ şey’ün. Câhil olan bir kimse, dünyada eşyânın birinden değildir.
El hadîs:
Kul hayran ve illâ feskut. Sen hayr de. Eğer hayrı bilmez isen, sükût eyle.
Kavlühû Teâlâ:
Men câe bi’l-haseneti felehû aşrü emsâlihâ[61]. Bir kimse bir sevap işlese, onun için on misli sevap vardır.
Lev lâ’l-mürebbî mâ areftü Rabbî.
Mürebbim olmasa idi, ben Rabb’imi bilmezdim.
60
Kâle’llâhu Teâlâ:
Velâ tekûlenne lişey’in innî fâilün zâlike ğaden illâ en yeşâa’llâhü.[62] Yarın şu işi işleyeceğim deyü söz dimeyin. İllâ Allah dilerse işleyeceğim deyin.
Hazreti Ali kerrema’llâhu veche buyurmuştur:
Men allemenî harfen fekad seyyarenî abden. Bana bir harf öğretenin ben abdi kuluyum. Yani; kölesiyim. Aliyyün mea’l-hakki ve’l-hakku mea Aliyyi.[63] Yani; Ali haklıdır ve hak Ali ile beraberdir. Ve’l-hakku ba’de minnî aliyyün.[64] Benden sonra hakkı Ali’de göreceksiniz.
Kâle’llâhu Teâlâ:
İnne ekrameküm inda’llâhi etkâküm.[65] Tahkîk: Allah indinde sizin ziyâde ahseniniz ziyâde ittikânızdır. Yani; emrini tutup, nehyinden ictinâb edenlerdir.
61
Kâle’llâhu Teâlâ:
Ve inne yevmen inde Rabbike ke elfi senetin mimmâ teuddûn.[66] Yâ Muhammed Rabbin indinde bir gün sizin ta’dâd ettiğiniz senelerden bin sene gibidir.
Hadîs: Tefekkürü sâatin hayrun min elfi senetin.[67] Bir saat tefekkür etmek, bin sene nâfile ibâdetten hayırlıdır.
İnne Aliyyen minnî ve ene minhü ve hüve veliyyü külli mü’minîn.[68] Tahkîk: Ali benden ve ben ondanım ve o her mü’minin velîsidir.
Kâle’llâhu Teâlâ:
Yâ eyyühe’llezîne âmenû etîu’llâhe ve etîu’r-rasûle ve üli’l-emri minküm.[69] Ey mü’minler! Allahu Teâlâ’ya ve Rasûlü’ne ve sizden emir sâhibine itaat edin.
Kâle’llâhu Teâlâ:
Yâ eyyühe’llezîne âmenû’t-teku’llâhe ve kûnû maa’s-sâdikîn.[70] Ey mü’minler! Allah u Teâlâ’dan korkun ve sâdıklarla berâber olun.
62
Kâle’llâhu Teâlâ:
İnna’llâhe işterâ mine’l-mü’minîne enfüsehüm ve emvâlehüm bi enne lehümü’l-Cennete.[71] Mü’minlerden kimse vardır ki; nefislerini ve mallarını verip Cennet’i alırlar. Yani; Ehl-i Beyt’ler.
Kâle’llâhu Teâlâ:
Ellezî halaka’s-semâvâti ve’l-arda vemâ beynehümâ fî sitteti eyyâmin sümme’s-tevâ ale’l-arşi’r-rahmân.[72] Allah, semâvâtı ve ardı yani; yeri ve göğü ve ikisinin arasında olanı, altı günde halk etti. Sonra arş üzerinde müstevâ oldu. Yani; her şeyi muhît oldu. Yani; ihâta etti.
Hadîs:
Feminhüm zâlimün linefsihî ve minhüm muktasid.[73] Nâsdan bazıları nefsi için zâlim ve bazıları âdildir.
Kâle’llâhu Teâlâ:
Ve mimmâ razeknâhüm yünfikûn.[74] Bizim onlara verdiğimiz rızıkdan âhire nafaka verirler.
63
Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed. Yâ Allah, Muhammed üzerine merhamet kıl ve evlâdı üzerine de rahmet kıl.
Kâle’llâhu Teâlâ:
Ellezîne yünfikûne emvâlehüm bi’l-leyli ve’n-nehâri sirran ve alâniyeten.[75] Hazreti Ali efdalü velî kerrema’llâhü veche Hazretlerinin dört dirhemi olup, birini gece, birini gündüz, birini sırran, birini alenen tasadduk etmekle bu âyet-i kerîme hakkında nâzil oldu. Rasûl Efendimiz; “yâ Ali! Niçin böyle ettin” dediğinde; “şâyet biri kabûl olur ümîdiyle böyle ettim yâ Rasûlallah” dedi.
Kâle’llâhu Teâlâ:
Ve lezikru’llâhi ekberu[76]. Zikru’llâh, ziyâde büyüktür. Peygamberimiz buyurmuştur:
Ettemratü yek yek ve’l-inebü dû. Hurma, bir bir üzüm iki yenir yâhud yek.
Beyt:
Kadr-i gül bülbül şinâset
Kadr-i Kanberî râ Alî.
Gülün kadrini bülbül, kanberin kadrini Ali bilir.
64
İmâm Hüseyin Efendimiz eşrafiyle bir sofrada yemek yerken, hizmetçilerinden biri yemek getirirken ayağı döşemeye takılıp taâmı İmâm’ın üzerine döktü. İmâm, hizmetçiye te’dible bakınca hizmetçinin hatırına şu âyet geldi:
“Ve’l-kâzımîne’l-ğayze”[77] dedi: Yani “öfkeni yut”. İmâm: “kezzamtü” yani “öfkemi yuttum” dedi. Hizmetçi; “Ve’l-âfîne ani’n-nâs”[78] dedi. İmâm “afivtü” yani “affettim” dedi. Hizmetçi; “Va’llâhü yuhibbü’l-muhsinîn”[79] dedi. İmâm; “seni âzâd ettim” dedi. O bendeyi âzâd etti. Çok malı fülan ile âzâd etti. Ömrünün âhirine kadar yese tükenmezdi.
Beyt:
Der mezheb-i mâ kelâm hak nâd-ı Alist.
Bizim mezhebimizde kelâm-ı hak, nâd-ı Ali’dir.
Tâat ki, kabûl-ü hak bûd yâd-ı Alist.
Bir ibâdet ki, kabûl-ü Hak ola yâd-ı Ali’dir.
El Hadîs-ü Nebevî:
El kanâatü kenzün lâ yefnâ.[80]
Kanaat tükenmez hazînedir.
Azze men kanaa zelle men tamaa.
Kanaat eden azîz olur, tamah eden zelîl olur.
Azîz; yüce. Zelîl; aşağı.
65
El Hadîs:
El harîsü ke’l-mahrûmi.[81]
Harîs olan, mahrum gibidir.
Kâle Rasûlullah:
Men tevâdaa terfeahu’llâhü.[82]
Tevâzu eden kimsenin derecesini Allah u Teâlâ teraffu eder.
Ve men tekebbera vediahe’llahü.[83]
Tekebbür eden kimseyi de alçak eder.
El hadîs:
Ütlubu’l-ilme mine’l-mehdi ile’l-lahd.[84]
Siz ilmi taleb edin; beşikten kabre varıncaya kadar.
Ütlubu’l-ilme ve lev bi’s-sîn.[85]
Siz ilmi taleb edin; kalede mahbus olsanız da.
Kâle’llâhü Teâlâ:
İnnemâ yüveffâ’s-sâbirûne ecrahüm biğayri hisâb.[86]
Ancak sabırlıların ecri yani ücreti hesâbsız verilir.
66
(İlk satırın yarısı fotokopide çıkmamış)
Dâima na’t-ı Ehl-i Beyt’i zikrederdi. Koca karınlıya senden usandık derlerdi. Bağdad’ın önünde nehr-i dicle kenarında Hasan Mâlik bir kadına çamaşır tathîr idermiş. Hâfız Osman vakıasında görüyor. Kadına soruyor: Ente ismüke. Senin ismin nedir? Mader-i Ehl-i Beyt’im. Yani; derk etmek gibi. Kamu çamaşır giymektir. Biliyor musun Kerbelâ’da şehîd olan evladların deyince malum oluyor. İşte o mübârek kanlarından biraz miktar gözlerine çalınca hey’et-i asliyesini tahvîl olunup yerde uykudan uyandığı hanenin içi nûr ile müzeyyen olmuştur. Bu sefer sabaha üç saat kalarak minâreye çıkıp buyurdu:
Ene ehabbü Ehl-i Beyt-i Muhammedin feteşhedü’s-sekaleyni innî râfizî.
Ben Muhammed’in Ehl-i Beyt’ine muhabbet ettim. İmdi ins ü cin şâhidim olsun ben Râfizîyim.
Hadîs:
Ed duâü mahcûbun hattâ yüsallî aleyye.
Duâsı kabûl olunmaz, benim üzerime salavât getirmeyince.
El hadîs:
Hazreti Ali hakkında buyurmuştur:
Lâ yuhibbuke illâ mü’minûne ve lâ yubğizuke illâ münâfikûn.[87]
Yâ Ali! Sana muhabbet eden mü’mindir. Sana buğz eden münâfıktır.
67
El hadîs:
Men zâre kabrî vecebet lehü’l-Cennetü.[88]
Benim kabrimi ziyâret eden kimseye, Cennet vâcib olur.
Men bekâ ale’l-Hüseyni ev tebâkâ vecebet lehü’l-Cennetü.
Bir kimse, Hüseyin aşkına ağlaya veyahud bir kimseyi ağlata, ona Cennet vâcib olur.
Kibâr-ı kelâmdır:
Evvelühû mürrün mine’l-basali âhiruhû ahlâ mine’l-aseli.
İlmin evveli soğandan acı, âhiri baldan tatlıdır.
El-uhdetü ale’r-râvî. Yani: sıdkı ve kizbi râvîsine âittir.
El hadîs:
Ra’sü’l-hikmeti mehâfetu’lllâh.[89]
Hikmetin başı, Allah’tan korkmaktır.
Han ve hâne gibi şeylerin ta’rifi:
Ciderânı erbaatü mea’s-sakfi
Dört duvar tavanla berâber
Âlimü’s-sırri ve’l-hafiyyât.
Allah u Teâlâ sırları ve gizli olan şeyleri bilicidir.
68
El Hadîs:
El ilmü bilâ amel ke’ş-şeceri bilâ semer,
Amelsiz ilim, meyvesiz ağaca benzer.
El ilmü bilâ amel lem yenfeu bel yezurru.[90]
Amelsiz ilim, fâide vermez. Belki zarar verir.
Kâle’llâhü Teâlâ:
İnnâ hedeynâhü’s-sebîle immâ şâkiran ve immâ kafûrâ.[91]
Biz Azîmü’ş-Şân, nâsa hidâyet ve dalâlet yolunu gösterdik. Ya îman ve şâkir olalar, ya îman etmeyip kâfir olalar.
El Hadîs: Kâle Rasûlullah:
Ene estağfirullâhe fî külli yevmin seb’îne merreten.[92]
Peygamberimiz buyurur ki: Ben, Allah u Teâlâ’dan her günde yetmiş kere mağfiret taleb ederim.
Ed dünyâ bahrün amîkun arîzun ekserü’n-nâsi yuğreku fîhâ.
Dünya, derin bir denizdir. Geniştir. Nâsın ekserîsi, onda ğark olur.
Kâle Rasûlullah:
Mâ beyne kabrî ve minberî ravzatün min riyâzi’l-Cenneti.[93]
Yani; benim kabrimle minberim mâ beyni Cennet bahçelerinden bir bahçedir. Yani; Hazreti Fâtıma’nın orda medfûn olacağına bir işâret vardır.
69
El Hadîs: Kâle Rasûlullah:
Setüfteriku ümmetî min ba’di Aliyyin selâse ve seb’îne firkaten küllühüm fi’n-nâri illâ firkaten vâhideten minhâ nâciyeten.[94]
Yani; yakında benim ümmetim benden ve Ali’den sonra yetmiş üç fırka olsa gerektir. Küllüsü nârda illâ bir fırkası nâciye, nârdan necât bulmuştur.
Kâle Rasûlullah:
Misli Ehl-i Beytî ke misli sefînet-i Nûhin men rakebehâ necâtün ve men münhalifün anhâ ğarkun.[95]
Her kim ol gemiye binerse necât bulur. Her kim, hilâf üzere olur binmez ğark olur. Hazreti Ali hakkında buyurmuştur:
Kâle Rasûlullah:
Men erâdenî yenzur ilâ Âdemi fî ilmihî,
Her kim Âdem’e nazar etmek dilerse ilminde,
ve ilâ Nûhin takvâhü,
Nûh’a nazar etmek dilerse takvâsında,
ve ilâ İbrâhîme fî hilmihî,
İbrâhim’e nazar etmek dilerse hilminde,
ve ilâ Mûsâ fî heybetihî,
Mûsâ’ya nazar etmek dilerse heybetinde,
ve ilâ Îsâ fî ibâdetihî,
Îsâ’ya nazar etmek dilerse ibâdetinde,
Fel yenzur ilâ Ali ibn-i Ebû Tâlibin.[96]
Ali bin Ebû Tâlib’e nazar etsin buyurmuştur.
70
Kâle’llâhu Teâlâ:
Lâ takrabü’s-salâte ve entüm sükârâ hattâ ta’lemû mâ tekûlûne.[97]
Ey mü’minler! Sekr halinizde namaza karîb olmayın. Hatta dediklerinizi bilinceye kadar.
İnsan (…) işret etmenin sekri olmaz. Uykunun ve dünyâ cîfesinin her şeyin sekri olur.
Kâle’llâhu Teâlâ:
Ve’zküru’llâhe zikran kesîrâ.[98]
Ey mü’minler! Allah u Teâlâ’yı çok çok zikredin.
Hadîs:
Talebü’l-ilmi farîzatün alâ külli müslimin ve müslimetin.[99]
İlmi öğrenmek, farzdır; cümle müslümanlara er ve avratın üzerine. Terki isyandır.
Kâle Rasûlullah:
El insâfü nısfü’l-îmân.[100]
Sâil suâl etse ki ne vecihle nısf-ı îmandır?
Cevâb oldur ki; nısf lafzı beş hurûfdur iki lafzı ile yedi olur.
Kemalnâmede Hazreti Ali buyurmuştur:
Ene noktatün tahte’l-bâi.
Peygamber Efendimiz Hasan ve Hüseyin hakkında Allâhümme innî uhibbühümâ ve uhibbü men yuhibbühümâ[101] yani; yâ Allah ben bu ikiyi severim ve onları seven kimseyi de.
71
Seyyidü’ş-şebâbi ehlü’l-Cenneti. Cennet ehlinin seyyidleri ve gençleri olduğuna işaret.
Kemalnâmede; vechi ve eli ve ayağı yıkayıp başa mesh etmeyi Hak Teâlâ farz etti. Ağız ve burunu yıkayıp kulağa mesh etmeyi Muhammed Mustafa dâhil edince sünnet oldu.
Kâle’llâhü Teâlâ: Haleka’llâhü teâlâ Âdeme alâ sûratihî ve alâ sûrati’r-Rahmân.[102]
Hak Teâlâ Âdem’i kendi sûreti üzere yarattı ve sûreti Rahmân’da yarattı.
Kâle Rasûlullah:
Hüve raeytü Rabbî leylete’l-mi’râci fî sûreti emrüdü.[103]
Yani; mi’râc gecesinde ben Rabb’imi şab-ı emrüdü yani; genç, başı kıvırcık saçlı Âdem sûretinde gördüm demek oluyor.
Kâle Rasûlullah:
Lâ yedhulü’l-medînete ru’be deccâlin lehâ yevmeizin seb’atü ebvâbin ve alâ külli bâbin melekân.[104]
Yani; Deccâl, Medîne’ye giremez. Medîne’nin yedi kapısı var. Her kapıda iki melek vardır. Medîne’den murâd Hazreti Muhammed’in vücûdudur. Yedi kapıdan murâd; iki kulağı, iki gözü, iki burun, bir ağzıdır. Her kapıda iki melek vardır.
72
Kesüre kelâmühû kesüre ğalatuhû.
Kelâmı çok olanın, ğalatı da çok olur.
Hadîs-i Nebevî:
Men süile an ilmin feketemehû Allâhü elcemehû Allâhu bel câmin min nârin ilâ yevmi’l-kıyâmeti.
Bir kimse ilimden sual olunsa, ketm ederse Allah kıyâmette ona ateşten gem vurur.
Hadîs-i Nebevî:
Men messeniye cildî lâ yemessühü’n-nârü.[105]
Yani; benim cildime yani vücûduma temas eden kimseye nâr temas etmez; dokunmaz.
Hadîs-i Nebevî:
Es saîdü men saide fî batni ümmihî men şakiye fî batni ümmihî.[106]
Saîd, anasının batnında saîddir. Şakî, anasının batnında şakîdir.
Bir kimsenin de kendi sâlih olsa, ol kimsenin bir evlâdı ana karnına düşse, rûh geleceği vakit bir hayr ü şer saate rast gelir. Anası ve atası sâlih olsa da ol veled şakîden bir rûh gönderir. Ol veled, dünyaya şakî gelir. Zîra; küllü şey’in yerciü ilâ aslih.
Abdülmuttalib’in babası Sanem’dir. Rasûl-i Ekrem’in sülâle-i tâhiresi Hâşimî’dir.
73
Hadîs-i Nebevî:
Küllü mevlûdin yûledü alâ fıtrati’l-İslâmi,
Her çocuk, İslâm üzerine doğar.
feinne ebevâhü yühevvidânehû ve yünassirânehû ve yümeccisânehû. [107]
Anası babası, onu Yahûdî, Nasrânî, Mecûsî yapar.
Hadîs-i Nebevî:
Allimû evlâdeküm kitâba’llâhi ve muhabbeti Ehl-i Beytî.[108]
Öğretiniz evladınıza; Kur’ân’ımı emanet bırakıyorum ve bir de Ehl-i Beyt’imin muhabbetini kalblerine yerleştirin.
Şefâatî li ümmetî men ehabbe Ehle Beytî.[109]
Şefâatim Ehl-i Beyt’imi seven ümmetlerimedir.
Emr-i şer’î çekinüp Peygamber’e isyân eden,
Ahmed-i Muhtâr’ı bilmekle nasıl ashâb olur?
Ehl-i Beyt’imin kat[ili]ine mü’min müslim diyen,
Dû cihanda şüphesiz ki fâsık-ı kezzâb olur.
Hadîs-i Nebevî:
İkrârün bi’l-lisân ve tasdîkun bi’l-cenân.[110]
Dil ile ikrâr ve kalb ile tasdîk etmek.
Yani; her kim Allâh u zü’l-Celâl Hazretlerinin vahdâniyetine ve Rasûlün haklığına dil ile ikrâr ve kalb ile inanmaz ise kâfirdir. Eğer kalb ile inanmayup, dil ile dese münâfıktır.
74
Kâle Rasûlu’llâh:
Es sahiyyü lâ yedhulü’n-nâre el bahîlü lâ yedhulü’l-Cennete.[111]
Yani; cömertler Cehennem’e girmez. Bahiller, Cennet’e giremez.
Kavlühû Teâlâ:
Üd’û Rabbeküm tazarruan ve hufyeten.[112]
Beyân: Kullarım! Rabb’inize duânızı yalvarmakla gizli eyleyin. Zîrâ Rabb’iniz sizin kalbinize geleceği ve geleni bilir ve işitir.
Dîğer âyet:
Ve’zkür Rabbeke fî nefsike tazarruan ve hîfeten ve dûne’l-cehri mine’l-kavli.[113]
Yâ Muhammed! Sen Rabb’ine duânı ve zikrini ve ibâdetini yalvarmakla gizli ile âşikâr eyle. Yani; kaldırma zîrâ ki onu bilir ve işitir ve kabul eder.
Yine buyurmuştur:
Ve in techer bi’l-kavli feinnehû ya’lemü’s-sırra ve ahfâ.[114]
Yâ Muhammed! Duânda ve zikrinde sesi kaldırırsan tahkik ben sizin kalbinizden geçeni ve [kalbinize]getirdiğinizi bilirim, haberdarım.
Yara (…) tenin ellerin,
Mevt olsa son rütbesidir askerin,
Altı da bir üstüde birdir yerin,
(…) bilenler vatan imdâdına (…)
(75-80 sayfalar arası eserin fihrist bölümü olduğu için buraya alınmamıştır)
81
Gülzâr-ı Hasaneyn Kitabında Mestûr:
Hazreti İmâm Hasanü’l-Askerî Efendimiz’in halası Hâkime hatun rivâyet eder ki; bir gün birâderzâde Hasanü’l-Askerî’nin huzûruna vardım. Bana hitâben; “ey ammî! bu gece bizimle birlikte bulun ki Cenâb-ı Hak, hayrü’l-halef inâyet buyuracaktır” dedi. Ben de; “ey birâderzâde senin halefin kimden tevellüd edecek? Câriyen Nercis olsa, hiçbir eser-i haml göremiyorum” dedim. Hazreti İmâm cevâbında; “ey ammî Nercis’in eser-i hamli, Hazreti çocuk doğuncaya kadar belli olmaz” buyurdu. Ben ol gece, İmâm Askerî’nin hânesinde kaldım. Gece yarısı, teheccüde kalkdım. Namaza durdum. Nercis de benimle berâber teheccüd namazı kıldı. Seher vakti olunca, Nercis odasına gitti. İçime bir havâtır geldi ki, işte, şafak ağardı. Sabah oldu. İmâm Askerî dedi ki: Zuhûr etmedi. Ben bu fikir ile; ey ammî bana diye İmâm Askerî’nin sırrı geldi. Gelmesiyle, ben yerimden sıçrayıp hemen Nercis’in odasına vardım. Bakdım ki Nercis şiddetle titriyor. Derhal, Nercis’in başını sineme koyup Sûre-i İhlâs, İnnâ Enzelnâ, Âyetü’l-Kürsî’yi okudum. Okurken, Nercis de hamlini vaz’ etmeye başladı. O anda odanın içi, nûr ile rûşen ve münevver oldu. Baktım ki, ay gibi bir veled-i mukaddes doğdu. Doğunca secdeye vardı. O mevlûd-i nûr-i çeşmi yerden alıp, bağrıma basdım. İmâm Askerî, hücresinden seslenerek; “benim oğlumu bana getirin” dedi. Ben de, babasına götürdüm. Mevlüd-i mukaddesi babası kucağına alıp, dilini mevlûdün ağzına vererek emzirdikten sonra; “ey veled-i mükerrem! Cenâb-ı Hakk’ın adını tekellüm et” dedi. Derhal, dürr-i yektâ Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm nürîdü en nemünne ale’llezîne’sted’afû[115] okudu. O esnada bir takım yeşil kuşlar, bizim etrafımıza doldu. İmâm Askerî, o kuşlardan birini huzuruna çağırıp; hâzihî hafezehû hattâ bi izni’llâhi feinne’llâhe bâliğun emrahû[116] dedi. İmâm Askerî’den sordum: “Azîzim! Bu çağırdığınız kuş kimdir? ve sâir kuşlar kimlerdir?” deyince cevâbında;
82
“o kuş, bir melek-i mukarrebdir. Sâir kuşlar da melâike-i Rahmettir. Ey ammî! Bu veled-i mukaddesi al, vâlidesine getür ki, Tekarra aynuhâ velâ tahzene ve li ta’leme enne va’da’llâhi hakkun velâkinne ekserahüm lâ ya’lemûn[117]” buyurdu. Emirler vechile götürüp vâlidesine teslim ettim. İmâm Muhammed Mehdî doğduğu anda mübârek göbeği kesilmiş, sünnet olmuştu. Ve sağ omuzu üzerinde Câe’l-hakku ve zeheka’l-bâtılü inne’l-bâtıle kâne zehûkâ[118] âyet-i celîlesi mestûr idi.
Aynı kitabda mestûr:
Ahmed-i Kûfî radiyallâhü anh rivâyet eder ki; bir defa Horasan seferine azîmet etmek üzere hazırlandım. Kerîmem bana harîr bir hulle verdi. Yani; işlemeli ipekli baş örtüsü verdi ki; “sat da esmânı (parası) ile, bana bir firûze taş al” dedi. Baş örtüsünü alarak, sandığıma koydum. Kûfe’den hareket ettim. Merv şehrine vâsıl oldum. Hâric-i şehirde bir menzile indim. Orada Hazreti İmâm Ali Rızâ’nın kerîmeleri yanıma gelip bana hitâben; “Hazreti İmâm’ın hâdimlerinden birisi vefât etti. Ona kefen almak için bize hulleyi sat” dediler. “Bende hulle yoktur” deyû cevap eyittim. Geri dönüp gittiler. Bir saatten sonra; bana gelüp; “mevlâmız sana selam söyledi. Buyurduklarına göre; sende bir hulle varmış. Fülan sandıkta. Bunu sat da esmânına firûze taş al demiş. İşte o hullenin bahasını al da hulleyi bize ver” dediler. Ahmed-i Kûfî: “Hulleyi sandıktan çıkarup câriyelere esmânı mükâbelesinde sattım.” Bunlar gittikten sonra, Hazreti İmâm’a varayım birkaç mesele sorayım. Eğer, ber vech-i matlub cevab verilirse, şüphesiz “sâhib-i velâyet
83
velî-i ahd Hazreti Risâlettir” diyerek sual edeceğim. Mesâili bir kağıda yazdım. Doğru Hazreti İmâm’ın hâne-i saâdetlerine vardım. Bâb-ı saâdetlerinde ahâlî o derece çok idi ki kendilerine mülâkât muhal idi. Âsitâne-i saâdetlerinde bir saat bekledim. Beklerken içeriden bir hâdim çıkarak elime bir kağıt verdi. “Ey! Ahmed-i Kûfî, bu kağıt senin meselelerine cevaptır” dedi. Varakada muharrer olan ibâret galebeyi serâpâ okudum. Tamamıyla mesâil-i müşkileme muvâfık buldum. Ol vakit bildim ki, İmâm Ali Rızâ vâris-i ulûm-ı enbiyâ-i ekber ve ekmel-i evliyâdır.
84
Destûr
İmâm Cafer-i Sadık Efendimiz’in Buyruğu’nda yazıyor:
Hâce-i âlem mi’raca gitti. Yolda bir arslan gördü. Haykırdı. Yüzüğünü ağzına verdi. Orada nişane kıldı. Andan rıdvana? oldu. Sidretü’l-müntehâya erişti. Dost Dost’una kavuştu. Doksan bin kelâm söyledi. Otuz bini şerîat, altmış bini mu‘cize-i sır oldu. Muhammed mi’racdan döndü. Bir kapı gördü. Kapıyı kakıdı. Kırklardan; “kimdir?” deyü avaz geldi. “Muhammed’im” dedi. Muhammed’den benlik geldi. Cebrâîl geldi eyitdi: “Hâdim-i fahriyem de” dedi. Kapı açıldı. Rasûl Hazreti içeri girdi. Kırkın bir ayağına durdu. Hâdim yerine oturdu. Bu kez Muhemmed’den bir fikir geçti. “Siz kimlersiniz?” deyü bunlara sordu. Onlar eyittiler: “Biz kırklarız” deyü cevap eyittiler. Muhammed dedi ki: “Ben bir müşkilde kaldım. Sizin küçüğünüz kim ulunuz kim ve kankınız” dedi. “Bizim ulumuz oldur ve hem kiçimiz de oldur” deyü kırklar cevap eyittiler. Hz. Muhammed eyitdi: “Hani biriniz ne oldu?” dedi. Kırklar eyitdiler: “Şey’en lillâh kendi de?” Cevap eyitdiler ve hem dediler ki: “Ne çok sordun Selman da bunda hazır bil” dediler. Ol dem Hâce-i Âlem Muhammed Mustafâ onlardan nişâne istedi. Anlar eyitdiler. “Bizim kırkımız bir, birimiz kırk” dediler. Oldem heman kırkın birisi kolunu kaldırdı. Muhammed birine bir neşter urdu. Kırkından da bile kan aktı. Salman bin Sadun geldi. Bir dene üzüm getirdi. Muhammed anı ezdi. Şerbet etti. Kırklar içti. Çün eyitdiler. Muhammed Mustafâ dergâha girdi. Nahle başından düştü. Kırk pâre oldu. Kuşandılar. Bunlara pîrlerini sordu. “Pîrimiz Şâh-ı Merdan’dır ki ondan kemer best de” deyü cevap verdiler. O sohbet orada tamam oldu. Hz. Peygamber oldem Ali’nin kim idiğin bildi. Andan dönüp geldi. Cümle ashablar gelip karşılayıp ziyaret kıldı. Şâh-ı Merdân temennâ eyitdi. Elinde nişânı gördü. Bes dutup ashablar dediler ki: “Yâ Rasûlallah! (Satır eksik)”
85
dediler. Bu kez ondan Peygamber Hazreti onlara buyurdu. Eyitdi: “Yâ ashâblar! Hakk’ın sırrı hakîkatdır. Hakîkat, haklıyanın dedi. Peygamber eyitdi: “Gelin hakîkat tâlibi olun ki, Hakk’ın sırrından âgâh haberdâr olasınız” dedi. Andan sonra ashâblar eyitdiler: “Hakîkat nedir? Beyan et görelim” dediler. Peygamber Hazreti buyurdu kim: “O özünüzü kendi ihtiyarınızla bir pîre teslim olup onun emrine iradet getirin” dedi. Ashâblar eyitdiler: “Biz dahî bey’at kılmak ve irâdet getirmeğe geldik” dediler. İkrâr edip tâlib oldular. Rasûl aleyhisselâm buyurdu: “Yâ ashâblar! Hakîkat emîrü’l-mü’minîn İmâm Ali hakkındadır. Varın Hazreti Ali’ye iradet getirin.” buyurdu. Pes öyle malum olsun ki cümle ashâblar vardılar, Hazreti Ali’den bey’at kıldılar. Tâlib olup irâdet getirdiler. Hazreti Rasûl emir buyurdu. İki adamı birbiriyle kardaş ve musâhib etdiler. Peygamber Hazreti dahî İmâm Ali ile musâhib ve kardaş oldu. Birlik manasın gösterdiler. Hazreti Peygamber aleyhisselâm kendi mübarek eliyle kuşağını açdı. Hz. İmâm Ali’nin bağrına bağladı. İkisi bir gömleğe girdiler. Başın iki gövdeyi oldem bir gördüler. Peygamber aleyhisselâm Ali hakkında bir hadîs-i şerif buyurdu ki: “Yâ Ali, lahmüke lahmî cismüke cismî demüke demî rûhuke rûhî yedüke yedî binefsike nefsî ente minnî ve ene minke”[119] dedi.
86
Pir Sultan Abdal kitabında
Yedi kat arşda asılı kandildeki nûra geldim.
Alevî ve Kızılbaşlarca pek meşhur olan bu kandil öznesini, Menâkıbu’l-Ebrâr fî Behceti’l-Esrâr şu suretle anlatıyor:
Evvelâ Hak sübhânehû ve te‘âlâ kemâl-i kereminden ve lutf-ı inâyetinden bir yeşil derya yarattı. Ol deryaya terbiye nazarı saldı Derya mevc urup cûşa geldi. Ol deryadan bir güher taşra düştü. Hak celle ve alâ ol güheri iki şakk eyledi. Biri yeşil biri ak oldu. Ve ol kandil ki yeşil kubbe dalında asılı idi. Allah u Teâlâ ol nûru, bu yeşil kubbe dalında asılı olan kandile koydu. Ol yeşil nur, Muhammed Mustafâ nûru ve ol ak nur Murtazâ Ali nûru idi. Andan Hak sübhânehû ve teâlâ bir ferişteh yaratdı. Ana sual etdi ki: “Ya Melek! Sen kimsin ben kimim?” Ol ferişteh: “Sen sensin ben benim.” Allah u Teâlâ ol onu kahreyledi. Bir od ki nesne yaktı kor oldu durdu. Bu resme beş ferişteh yarattı. Anlara dahî öyle sual eyledi. Öyle dediler helâk eyledi. Altıbin yıldan sonra bir melek yaratdı. İsmini Cebrâîl koydu. Ona dahî sual etti ki; “sen kimsin ben kimim?” Cebrâîl cevap vermedi. Emrolundu ki uçtu havaya ağdı. Altı bin yıl gezüp murur eyledi. Yine geldi. Andan; “sen kimsin ben kimim?” Yine cevap vermedi. Yine emrolundu ki altı bin yıl sabreyledi. Aciz kalıp düşmüş oldu. Hak inâyet eyledi.
87
Batın gözünü açtı. Pes kandili kudreti gördü. Kürsi kondu, kapısını bulamadı. Niyâza vardı. Niyaz-bend oldu Kapı açıldı. İçeri girdi. İki nur gördü bir vücut olmuş. Biri ak ve biri yeşil idi. Ak nûrun önüne geldi ki, yâ Cebrâîl bundan Hz. İzzet’e varsan sana sual etse gerek sen cevap ver kim: “Sen Hâlık’sın ben mahlûkum, Sen Sultan’sın! Ben senin mahlukunum de” dedi. Pes hitab geldi: “Sen kimsin?” Cebrâîl cevap verdi ki: “Sen Hâlık’sın ben mahlûkum, Sen Sultan’sın ben senin mahlukunum” dedi. Rabbü’l-İzzet ana eyitdi. Rahmet üstâdına (…) bir Muhammed Mustafâ’dır. Üstad Aliyyü’l-Murtazâ’dır. Bundan sonra Cebrâîl, Mîkâil, İsrâfili, Azrail (kelimeler okunmuyor) kabul ediyorlar. Sonra da ziyaret edip nûr görüyorlar. (kelimeler okunmuyor)
88
Bektâşî Nefesleri nam kitabında Toplayan Ziya Şakir
Bektâşilik’te şarkın en eski dini olan Budizm’den başlayarak [Şamanlık] Zerdüştlük ve hatta Hıristiyanlarda pek büyük benzeyişler vardır. Böyle olmakla beraber, Bektâşîlik İslâmlığın ana hatlarından katiyen ayrılmamışlardır. Tarihî delillerden pek açık bir surette anlaşılır ki, bu tarîkatın ilk temel taşını kuran Hacı Bektâş Velî, siyasî bir maksatla Türkistan’dan gelmiş ve yine aynı maksatla Anadolu’nun tam merkezi olan Kırşehir mıntıkasına yerleşmişti. Bu zatın başlıca maksadı da; Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden saf kanlı halis Türkler ve Türkmenleri yabancı dinlerin cereyanından ve yabancı milletlerin tesirinden koruyabilmekti. Diğer rivayette kılıç kuvvetiyle İslâmlığı kabul etmiş Türk halkını hocaların Arapça ile Farsça’nın elinden dağılışmalarının önüne geçmek ve onları bir araya toplayıp İslâmlığı güzel usullerle hazm ettirmeğe alıştırmaktı. Hacı Bektâş Velî, Lokman Perende’yi bir Türk âliminden feyz alarak büyük bir sükûn ve itidal ile işe girişti. Bir müddet etrafına toplanan kimseleri irşâd etmekle vakit geçirdi. Bunlardan halîfeler yetiştirdi. Bu sayede Türklüğün programının esasını kökleştirdi. Bu program mucîbince propaganda yapmak için halîfelerini muhtelif istikametlere gönderdi. Hacı Bektâş Velî, Ahmet Yesevî’nin kurduğu ocakta pişmişti. Bu itibarla onun takva mesleğine sâlikti. Aynı zamanda muhîtin icâbâtından olarak Şîâlık cereyanlarının tesiri altına girmişti. Halbuki o zamanın siyaseti, başlıca bu iki mevzu üzerine çarpışırdı. Hatta vakit vakit kanlı hadiselere sebebiyet veriyordu. Bu yüzden din kardeş olan Müslümanlarla kan kardeşi olan Türkler Sünnî ve Şîâ deyü iki fırkaya ayrılmışlardı. Bu yüzden de babalar evladlara kardeşler kardeşlere düşman olmuşlardı. Mahza İslâmiyyeti za’f ve inhitata düşürmek yani aşağılamak, Emeviler tarafından açılmış olan bu uçurum gün geçtikçe derinleşiyordu. Bu boşluğu doldurmak için de birisi tedbirü’l-hak icap ediyordu. Hacı Bektâş düşündü şu kararı verdi: Şîâlık itidal derecesine indirilmelidir. Yani yüksek bilip daima kullanmak. Sünnîlik de ham sofuluktan vazgeçmelidir. İslâmiyet asr-ı saâdetteki saf, sabit şekle ircâ edilmelidir. Hacı Bektâş muhîte daha uygun bir yenilik vücûda getirmek istedi. Öyle bir yenilik ki; bu yola girecekleri vücutları taassup hisleri (satır eksiktir) halinde millî mefkûreye doğru yürüyeceklerdi.
89
Orta Asya’dan gelen eski yurtlarında usûl ve âdetlerini ve Şamanlık dininin an’ane ve dinlerini henüz unutamamışlardı. O sazlı ve kadınlı âyinlerden büyük zevk ve neşe duymaya alışmış olan bu göçebe Türkmenler zeytinyağı kokan ve yalnızca erkeklerle dolan camilerde yeknesak ve mukterid yani dînî sıra ile yalnız olan ibâdetlerinde bir türlü bilhak anlamadıkları bir dille ibâdetlerden hiç zevk ve heyecan duymuyorlardı. İstilâ edilen beldelerde kılıç kuvvetiyle Müslümanlığı kabul eden Hıristiyanlar da aynı vaziyettelerdi. Onlar da yeni sâlik oldukları dînin ahkâmını henüz hazım edememişlerdi. Hacı Bektâş Velî her iki zümreyi de düşüncelerine bağlamak için her şeyden evvel kalbin tasviyesiyle işe girişti. Vicdanlar üzerinde insânî hisleri hakim kılmak istedi. Her şeyin akıl kuvvetiyle mahkemesinden sonra kabul edilmesini şöylece emretti: “Ara bul ilh.” Hacı Bektâş Velî bu düsturu ortaya koyduktan sonra fazla bir şey söylemedi. Çok ileri gitmedi. Doğrudan doğruya bir tarîkat tesis etmedi. Hacı Bektaş bütün düşüncelerini Kitâbu’l-Fevâid, Velâyetnâme yahud Makâlât-ı Hacı Bektâş adındaki risâlelerinde topladı. Bunlar da, dînî esaslardan ziyade akıl ve hikmete istinad eden fikirlerdir. Halîfeler bu kitapları kendilerine rehber ittihaz ettiler. Aynı mefkûre etrafında toplananlara Hacı Bektâş Velî’ye nisbeten Bektaşî dediler. Hacı Bektâş Velî’nin kendine merkez ittihaz ettiği Kırşehir mıntıkasının garp tarafında Ahîler, şark ve cenup taraflarında kâmilen Babâîler bulunuyordu. Bunların kaffesi de şîâ itikattı (…) Daha garp cihetlerinde sakin olan ve gittikçe gasaveti artan oğuz Türkleridir. Eski yurtlarında az çok bu itikad ile temas etmişlerdi. Onlar da bir derceye kadar Alevî zümresinden addedilebilirdi. Hacı Bektâş, bu zümrelerin ortasına yerleştikten sonra müstakbel tarîkatın esasını Alevîlik temelleri üzerine kurmaya hız verdi. Bu karardaki isabet de çarçabuk kendini gösterdi. Artık Hacı Bektâş Velî’nin şöhreti bu suretle köylü Türkler ve göçebe Türkmenler arasında yayıldıkça yayılıyordu. Onu ziyarete gelenler coşkun raks halini Hacı Bektâş Velî’nin etrafında toplanan ve gittikçe adetleri artan büyük cemaate senelerce va’z ettikten sonra doksan beş yaşında olduğu halde 728-1227 senesinde vefat ederek Sulucakarahöyük’teki zâviyesine defnedildi. Sonra yerine yani mürşidlik vazifesini Hızır Lala, Hızır Bâlî deruhte etti. Onun dahî vefatından sonra halîfe ve mürşidlik makamına şu zatlar sıra ile geçmişlerdir: Rasul Bâlî, Yusuf Bâlî, Mürsel Bâlî, Balım Sultan pîrleri mürşidleri Hacı Bektâş Velî’nin koyduğu esası şöylece hülasa ediyorlardı.
90
Bektâşî Nefeslerini kitabında toplayan Ziya Şakir
İslâmiyetin Kur’an ve ehâdîs ile emr edilen ahkâmına riayet etmek farzdır.
Hayatta en çok ehemmiyet verilecek bir şey varsa o da rızâ meselesidir. Sabır mücadeledir. Rızâ ise, sulh ve selâmettir. Halkı râzı etmek, Hakk’ı dahî râzı etmek demektir. Halkın ve Hakk’ın rızâsını kazanmak, saâdet içinde yaşamanın en büyük hikmet ve kefîlidir. Bu da ancak hırsı ve tamahı bir tarafa atmak, başkalarının hak ve hürriyetine sâdık olmak yardıma muhtaç olanlara elden geldiği kadar yardımda bulunmakla elde edilebilir. İnsanlıkta kemal mertebesi fazîlettir. Fazîletin en büyük şartı ise, kimsenin ayıbını görmemek, gördüğünü söylememektir. Zâhirde fenâ gördüğümüz hareket ve hadiselerinin mutlaka birer sebebi ve sâiki vardır. Kabir insan, her fenalığı iyiliğe tahvil etmeye çalışmalıdır. Ve rahat yaşamak isterse, şu üç şeye sahip olmalıdır: Ele, bele, dile.
Bektâşîlikte bir mürîdi yola almak için, bir takım imtihanlardan geçirilirdi. Evvelâ; ağzının sıkılığına, sır saklamasına, kadınlara tecavüz ve küstah olmadığına, yalan söylemeyeceğine icab ettiği takdirde her bir fedâkarlığı gösterebileceğine ve sair insanlık meziyetlerine kanaat hasıl olursa, ol zaman umûmî-husûsî Bektâşî meclislerine kabul edilirdi.
Bektâşî nefesleri ve şiirleri, ehl-i aşka meftun olan kimselerin ruhunda derin tesirler husule getirir.
İşte Bektâşî nefeslerinin ve şiirlerinin hemen hepsi, esrarlı bir lisanla Bektâşî tarîkinin mahiyetini ve telakkîlerini ifade etmektedir. Fakat bunların ihtiva ettiği rumuzu anlayabilmek, evvela Bektâşîliğin ne olduğunu bilmek lazım gelir.
Bunu uzun uzadıya izah etmek mevzumuzdan hariçtir.
Zâhid ile din kardeşiyiz. Öztürk ki Türkmen aşireti ile kan kardeşiyiz.
91
Mürşidler, müridlerini daima kapalı sözlerle irşâda çalışırlar. İşte o kapalı sözlerin düğümlerini çözerek, tarîkatın Pîr’i olan Hacı Bektâş Velî’nin emri mucibince hakîkati arayıp bulmak lazımdır.
Mes’elelerden
Hacı Bektâş Velî’nin ehemmiyet verdiği şeylerden biri de; mürid ile mürşid arasındaki vaziyeti Velayetnâme’de her husus hakkındaki emirlerini mürşidler şöylece izah ederlerdi. Hazreti Hünkâr efendimiz, müridlerin mürşidlerine karşı kalplerinde tam bir itimad ve itaat beslemelerini emretmektedir. Buna binaen şu on maddeyi vicdanlarının en yüksek safiyetle ahd ederek mürşidine bu suretle bey‘at etmelidir.
Birinci: Mürid hiç kimseyi mürşidinden efdal bilmeyecek, hiçbir ferdi ona tercih etmeyecektir. Yani ziyade beğenmeyecek, ziyade itibar etmeyecektir. Şayet mürşidi kalp değiştirir ise, ol zaman yeni bir mürşide intisap edecek, ona da aynı emniyet ve itaati gösterecektir.
İkinci: Mürid, mürşidin huzurunda bulunduğu zaman gayet dikkatli davranmalı, o mürşidin nutuklarında rumuz işaretlerinden derhal maksadını anlamalıdır. Mürşidlerin nutuklarını can kulağıyla dinlemeyen ve kendisinden bekleneni ifa etmeyen müridlere terakkî kapıları tamamıyla kapalıdır.
Üçüncü madde: Mürşidin her sözüne ve her talebine mutlak olarak itaat göstermek şarttır. Çünkü mürşidin her emri bir rızâ lokmasıdır. Onu en küçük bir tereddüt bile göstermeyerek yemek lazımdır.
Dördüncü maddede; mürid mürşidin bütün hizmetlerini candan istekle ve büyük bir hürmetle îfa etmelidir ki, mürşidinin Hakk’ın rızâsı demektir.
Beşinci maddede; mürid mürşidine karşı verdiği sözde, ettiği vaadde son derecede sadâkat göstermelidir. Bunun aksine harekette bulunmak, mürşidin kalbini mütegayyir ederek yani değiştirerek şek ve şüpheye düşürebilir. Müridin böyle bir hareketleri kendisi için hüsrânı muciptir. Yani gümrah olup yoldan azarak zarar ve ziyâna uğramak demek.
Altıncı maddede; mürid son derece vefâkâr olmalı, hiçbir sebep ve bahane ile mürşidine karşı sadâkatsizlikte bulunmamalıdır.
92
Yedinci madde: Mürid, icap ettiği takdirde mal ve mülkünü mürşide feda edecek derecede ganî kalpli olmalıdır. Mürîdin vazifesi itaat ve fedâkarlıktır. Bâtın gözü ancak bu sayede açılır.
Sekizinci madde: Mürîd, mürşîdinin sırrını kendi sırrı gibi saklamalı, kendisinin en muhterem bildiği insanlara bile en küçük ifşâda bulunmaktan kaçınmalıdır. Zira sözü ifşâ etmekte çok büyük bir şeemât vardır.
Dokuzuncu madde: Müride mürşidi tarafından kendisine yapılan telkin ve tavsiyelere va‘zlara ve nasîhatlara son derce ehemmiyet vermeli, onların icrasını bir an bile ihmal göstermemelidir.
Onuncu madde: Mürid, mürşide bağlanması tam bir visâl-i manevîdir. Bu visâle nâil olmak isteyen mürid, mürşidine karşı canla başla itaat ve fedâkarlık göstermelidir. Mürşidin dostuna dost, düşmanına düşman olmalıdır. Bütün varlığını, mürşidinin uğruna fedâya hazır bulunmalıdır. Hatta mürşidi bir ihtiyaç karşısında kaldıysa, kendini bir köle gibi satıp mürşidini sıkıntıdan kurtarmaya çalışmalıdır. Görülüyor ki, bütün maddenin içinde çok şiddetlileri de vardır. Fakat Bektâşî mürşidleri, asırlarca evvel tarîkini neşr ettikleri muhitin vaziyeti nazarı dikkate alarak, bu ağır maddeleri koymuşlardır ve bütün müridler, çok kuvvetli bir îmân ve ikrârla tarîkata bağlamaya çalışmışlardır.
Oturan duran kullarından üç defa yasdığına niyaz edip yatarak, Hak Muhammed Ali vak’asında hayırlı dilekleri hasıl ola! Gerçeğe hû.
93
Hutbetu’l-Beyân’da mestûr (behâyim ki /dört ayaklı hayvanlar)
Rasûl-i Ekrem Efendimiz hadîsinde buyurur ki:
Hak Sübhân ve Teâlâ melâike yaratdı akılla şehvetsiz,
ve behâyim yaratdı şehvetle akılsız ve insanı yarattı akılla ve şehvetle.
Ol kişinin ki aklı şehveti, nefis üzerine galip olduysa melâikeden yeğrekdir.
Ve ol kişinin ki nefsi şehveti, akıl üzere galip olduysa behâyim andan yeğrekdir.
Bektâşî Nefesleri, toplayan Ziya Şakir
Hz. Peygambere ve onun sevgililerine gayet samimi candan bir muhabbet bağlamak, onların dostuna dost, düşmanına düşman olmak lazımdır. Hz. Peygamberin en büyük sevgilisi İmâm Ali, siyâsetin ihtiraslarına kurban gitmiştir. Ve bu ihtiras ki, benî Emevîler ve Abbâsîler mâl-i dünya tamahına harîs olup, nâhak yere emirsiz padişah ve hükümdarlık almak maksadıyla haklı kimseler ki Hz. Ali’nin evlâdını katl ve idam ettiler demektir. Hz. Ali’nin evlâdını şehid edenlere, meş’um hadiseye yani kötü habere işe sebebiyet verenlere ebediyen lanet edilmelidir. İslâm’ın da en büyük düşmanı olan Emevîler Rasûlullâh’ın hanedânını ortadan kaldırmak ve Hz. Muhammed’in kurduğu İslâm Cumhûriyeti’ni yıkarak, Emevî saltanatını yaşatmak için birbirini müteakip bir çok kanlı vakıa yaratmışlardır. Peygamberin sevgili torunu İmâm Hasan’ı, kendi ailesine zehirlettirerek pek hazin bir surette öldürdükten sonra, Kerbelâ çöllerinde tarihinde emsali görülmemiş olan fâcia[yı] yaratmışlardır. Bu fâcia, aklın vicdanın kabul etmeyeceği derecede müthiştir. Peygamberin en görklü torunu İmâm Hüseyin, Emevî siyâsetçileri tarafından Kerbelâ çöllerinde susuz şehid edilmiştir. Bu büyük hâile yani engel, mani, dünyanın en muazzam kahramanlık menkîbesidir. Yani en büyük bahs eden hikayesi demek, Emevîlerin zulmünden kurtulmak için Karahan Türklerinin nezdine iltica etmeye karar veren ve bu maksatla
94
Mekke’den hareket eden İmâm Hüseyin, Kerbela çöllerine vasıl olduğu zaman etrafı beş bin kişilik bir Emevî ordusuyla çevrilmiş ve kendisine teslim olması teklif edilmiştir. Fakat Hz. Peygamberin fazîletli torunu ve Allâh’ın Arslanı İmâm Ali’nin kahraman oğlu bu teklifi reddetmiş, yanındaki yetmiş iki kişi ile günlerce kendini müdafaaya girişerek, bütün vücudu ok ve kılıç yaralarıyla delik deşik olduktan sonra o meş’um çölün kızgın kumları üzerinde serilerek kanlar içinde can vermiştir. Bu büyük facia, yalnız İmâm Hüseyin’in şehid olmasıyla bitmemiştir. Onun fedâkâr ve kahraman arkadaşları; masum kadın ve çocuklar da günlerce susuz kalarak, yürekler parçalayan ızdıraplardan sonra aynı surette şehit olmuşlardır. Bu şehidlerin arasında da İmâm Hüseyin’in henüz bir yaşında olan yavrusu vardı. Bektâşî mürşidleri, böylece Kerbelâ vak’asını sık sık tekrar etmeye, bir taraftan sâliklerin kalplerinde Ehl-i Beyt ve Âl-i Rasûl’e karşı beslenen muhabbet şefkat tarîkini kökleştirdiler. Diğer taraftan da, Rasulullâh’ın sevgililerine ve hafidelerine karşı zâlimâne hareket edenlere nefret telkin ederler ve sonra diğer mevzulara geçerlerdi. Bu mevzuların başlıcası da mezhep meselesi teşkil ederdi. Bektâşî mürşidlerine göre, asr-ı saâdette ve İslâmiyetin usûl ve îcapları çok basit ve samimi idi. Mezhepleri ihdas ettiler. Ağır şartlar koymuşlar ve bu babda hiçbir münakaşaya yer vermemek için de ictihad kapılarını kapamışlardır. Yani Kelâmullah ile ve Ehâdîs-i Nebevî ile gidilecek yol mezhep demektir. Zühd ve takvâda ağır yükleri ve çetin mecburiyetleri altında ezilmek, nefsi ağır ferâgatlara ve fedâkârlıklara mahkum etmek insan için çok güç bir meseledir. Makine gibi hissiz bir surette ibâdet edilmek dense dini hükümleri ahlâk ve fazîlet düsturlarıyla karşılaştırarak ruhları her türlü fenâlıklardan tasviye etmelidir.
95
İslâmiyetin esası Kur’an ve Ehâdîs ile tespit edilmiştir. Bunlardaki yüksek hikmetleri tefsir edebilmek için de, ancak Hz. Peygamberin ilim ve irfânına vâris olmak lazımdır. Hz. Peygamber “Ben ilmin şehriyim Ali de o şehrin kapısıdır”[120] demiş. Kendi ilim fazîletimin hazînesine girebilmek için Ali’nin kapısından geçmek icap ettiğini açıkça ifade etmiştir. Aynı zamanda müteaddid defalar buyurmuştur ki “Ali benim vârisimdir”[121] demiştir. Bu verâset, mal ve eşyaya ait değildir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu hadîsi ile “Ali benim ilim irfan ve fazîletimin vârisidir” demek istemiştir. Peygamber’in bu açık sarih ifadelerine nazaran, İslâmiyetin hikmet felsefelerini yani gayb ilmi demek şerh ve izah etmek hakikati herkesten ziyade İmâm Ali’ye verilmiştir. Nitekim İmâm, Rasûlu’llâh’ın vefatından sonra Medine’de ilk İslâm Medresesi’ni açmış, orada İslâmiyetin hakâyıkını, bütün inceliklerini öğrenmek isteyen talebeler yetiştirmeye başlamıştır. İmâm Ali’nin vefatından sonra bu medresenin başına sırasıyla İmâm Zeynü’l-Âbidîn, İmâm Muhammed Bâkır, İmâm Ca’fer-i Sâdık geçmişler ve bütün İslâm beldelerinden koşup gelen yüzlerce ilim irfan talebelerine İslâmiyetin en yüksek hikmet fazîletlerini öğretmişlerdir. Bu İmâmlar, Hz. Muhammed’in ve İmâm Ali’nin hafideleri, din reisleri, ilim vârisleridir. Bunlardan bilhassa İmâm Ca’fer-i Sâdık, iki yüzden fazla talebe yetiştirmiş ve İslâmiyetin en mühim noktalarını bir daha şerh ve îzâha ihtiyaç kalmayacak surette tenvîr eylemiştir. Yani İslâm itikadında tutulacak yolu açıkça göstermiştir. Bu yol, doğrudan doğruya Muhammed Ali’nin açmış oldukları yoldan başka bir yol değildir. Halbuki mezhepler icad ettiler; ayrı ayrı yollar ihdas etmişler, ehl-i İslâm arasında ayrılıklara sebebiyet vermişlerdir. Bu ayrılık yüzünden de tarihte emsali görülmemiş birbirini müteakip pek çok kanlı faciâlar zuhûra gelmiş, bundan da en başta Emevîler olmak üzere bir çok siyâsetçiler istifade etmişlerdir. Binaenaleyh yol birdir. O da Muhammed-Ali’nin bihakkın ilim ve irfan vârisi olan İmâm Ca’fer-i Sâdık’ın gösterdiği tarîk-i müstakîmdir.
96
Görülüyor ki Bektâşî tarîkatı şîâ mesleğini takip etmiş, İmâm Ca’fer-i Sâdık’a dayanan Caferî mezhebini kabul etmiştir. Böyle olmakla beraber, Bektâşîlik hiçbir zaman Şiîlikte ifrata kapılmamış, yani başka bir yola bir gidişata kapılmamış ve Sünnîlik ile mücadeleye atılmamış, daima güzîde bir muhîte yayarak, orada münzevî bir halde yani ihtilât-ı nasdan çekilip yalnızlığı ihtiyar eden dervişlikle vakit geçiren Bektâşîlik, Türklüğün rûhunu alakadar etmeyen meselelere pek az ehemmiyet vermiştir. Meselâ; kemal sahibi bir Bektâşî’nin hilâfet meseleleriyle veyahut dînî siyâsetle uğraştığı gör[ül]mediği gibi, Bektâşî Tekkeleri’nde de mezhep münâkaşalarına veyahut hükümet işlerini tenkîdden son derece de ictinab ederlerdi. Yani hükümet aleyhine atmaktan, dedikodulardan çekinirlerdi. Buna da herkesten ziyade ikinci Sultan Mehmed kanaat getirmişti. Malum olan bir keyfiyettir ki, bu evhamlı hükümdârın devrinde her ne şekilde olursa olsun bütün toplantılar sun’î olurdu. Yani düğün mevlüd vesaire gibi ictimalar hafiyelerin kontrolü altında bulunurlardı. En ehemmiyetsiz mesele hakkında padişaha binlerce jurnal veren seri hafiyeleri, Muharrem ayında Bektâşî Tekkeleri’nde başlayan ictimaları kaçırmazdı. Hatta bu ayın ilk günlerinden itibaren falan yerdeki Bektâşî Tekkesinde cem âyini münasebetiyle bir ictima akdedilecek, bu ictimada zât-ı şâhânelerinin halline karar verilecek deyü Sultan Mehmed’e jurnaller yapmışlardır. Fakat bu jurnal karşısında Sultan Mehmed en küçük bir telaş eseri bile göstermezdi. “Ben Bektâşîleri bilirim. Onlar sadece toplanıp dem çekerler, hükümet işlerine karışmayı akıllarından bile geçirmez[ler]” derdi. Hatta Bektâşîlere o kadar büyük bir itimadı vardı ki, saray erkânının bilhassa hususî muhafızlarının mühim bir kısmı Bektâşîlerden mürekkepti.
97
Rivayet olunur ki bir gün Hazreti Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Hazreti Fâtıma hücresine gelip Fâtıma’yı melül mahzun görmekle sebeb-i melâletin sual ettikde eyitdi: “Yâ Rasûla’llah! Üç gündür ki sarayımda me’kûlât kısmından nesne yoktur. Hasan ve Hüseyin muzdarip olmuşlar ve ahvâli Hazretinizden mahfî tutarım. Amma bugün, Hasan ve Hüseyin’in ızdırabını gördüm. Derler ki: “Ebâ hiç âlemde bir tıfılın riyâzeti bizim riyâzetimize benzer mi” dediler. Eydür büzürgüvar Hazretinizden ruhsat olur mu ki, dergâh-ı İlâhî’ye münâcât idem. Hâce-i âlem eyitdi: “Ey ferzend! Hazret-i İzzet, muhlislerin münâcâtını kabul eder.” Fâtıma icâzet hasıl edip, iki rekât namaz kılıp, mübarek ellerini kaldırıp “bilirsin ki avrat ve etfâlin riyâzete takatları olmaz. Ya takatımızca mihnet mukarrer et, ya mihnetimizce takat müyesser et.” Bu dua tamam etdikde, za’fdan bîhûş olup hem ol saat Cebrâîl nüzûl edip eyitdi: “Yâ Rasûla’llah! Fâtıma’nın nale-i dil-sûzı, melâike-i inânı hurûşa getirdi. Feryadına yet. Hazreti Rasul hücreye girip gördü ki, Fâtıma ihtiyarsız düşmüş, başını dizi üzerine alıp pençe-i şikâfeş sinesi üzerine diz koyup dua kıldı ki “Ya Rab! Fâtıma’yı elem-i cû’dan muhafaza kıl.” Fâtıma, Hâce-i Kâinat’ın râyiha-i kesv-i müşkbârından istifade kudret kıldır. Yani Muhammed’in güzel kokusu (…) yemiş edip kendüsüne geldikde, üzerimize min ba’di elem-i cû’ ihsas etmedi. Yani Fâtıma’da açlık mezikası kalmamıştır. Fâtıma’dan nakildir ki, duâ berekâtından sebatım oldukça kendimi hergiz elem-i cû’a mübtela görmedim.
98
Bir gün Hazreti Rasûl, Fâtıma’nın hücresine gelip tefakkud tarikle eyitdi: “Ey ferzend halin nedir?” Fâtıma eyitdi: “Ya Rasula’llah! El minnetü lillâh fakrımız ber-gâyet bitmiştir. Menzilimizde üç gündür ki taâm eseri bulunmaz.” Hazret buyurdu ki: “Allah’ım! Enzil alâ Muhammedin ve Ehl-i Beyt kemâ enzelte ala Meryem binti İmrân” dedi. “Ey Fâtıma! matbaha teveccüh edip mülâhazayı hikmet kıl.” Fâtıma, matbaha teveccüh edip Hasan ve Hüseyin ardınca revan olup gördüler ki, cevâhirle murassâ bir kâse içinde bir mikdar taâm. Fâtıma ol kâseyi getürüp Hazreti Rasûl hidmetine buyurdu. Hazreti Rasûl buyurdu ki: “Kûlû bismillah.” Pes Nebî, Damadı ve Fâtıma ve Hasan ve Hüseyin, ol taâmın tenâvülüne meşgul oldular. Rivayetdir ki; yedi gün ol taâmdan tenâvül ederlerdi. Yani yerlerdi, tükenmezdi. Bir gün İmâm Hasan hücreden çıkıp, eline bir mikdar ol taâmdan alıp, bir Yahûdî avreti görüp talep etti. İmâm Hasan, kerem-i celîsi muktezâsınca, imsak etmeyip iltifat ettikde, eser-i ıttıla-ı nâ mahremden ol kâse ve taâm gâib oldu. Hazret buyurdu ki; “bu hâlet vaki olmasaydı hergiz munkatı olmazdı.”
99
Bir gün Hz. Fahr-i Kâinât Efendimiz Fâtıma hücresine gelip eyitdi: “ Ey ciğer köşem! Üç gündür taâm tenâvül etmemişim. Menzilinde me’kûlât kısmından ne var?” Fâtıma eyitdi: “Yâ Rasula’llah! Bize dahî bu hâlet vaki olmuştur.” Hz. Rasul me’yus çıkdıkda, Fâtıma hacâlet çekip dua kıldı ki: “İlâhî! Beni bu hacâletten kurtar, ver taâm, kerâmet kıl.” Duâya mukarin Fâtıma gördü ki, âsitâne-i hücrede bir garip durup bir kâsede bir mikdar bir hâdime verdi ki bu hediyedir. Fâtıma ol taamı andan alıp, Hüseyin’i Hz. Rasûl ihzârına revân etti. Hazret hazır oldukda ol taâmı huzûruna getürdüler. Gördü ki asl-ı et’ime dünyaya şibih değil. Hazret bu ibaretle Fâtıma’dan sual etti ki “innî leke hâzâ”. Hz. Fâtıma bu cevaba mülhem olup “hüve min indillâhi yerzuku men yeşâ’ bi gayr-i hisâb”[122] dedi. Bu haberden Hz. Rasul neşît olup, bildi ki matbah gaybdendir. Şerâit-i sipasî edâ kılup yani Allah’a şükür demek. Eyitdi: “Ey ciğer köşem! El minnetü lillâh ki, Hz. İzzet sana mertebe-i İmrân nasîb etti. Pes Ali, Fâtıma, Hasan, Hüseyin tenâvül edip, sair Ehl-i Beyt’e dahî hissei irsâl ettiler.
100
İmâm-ı Cafer Sâdık Efendimiz buyurur ki:
Bu İmâmlarımız Ali evlâdı nesl-i Muhammed’dir,
Dîn-i Reîs ve ilim vârisleridirler.
Evvela;
Alî evlâdına kavil oldur ki, cihânın cümle ateşe yaksalar içinde bir cürümleri olmaya.
İkinci oldur ki; kifâf-ı nefsinden ziyâde gayri bir hayrı kabul eylemeye.
Üçüncü oldur ki; şöhret göstermeye, kendini bezemeye, fakr u fenâ ola.
Kerbelâ’da İmâm Hüseyin Efendimiz’e Abdullah ibn-i Ziyâd tarafından gelen mektubun meali şu idi ki; “yâ Hüseyin! ya Yezîd’e tabi ol, ya harbe müheyyâ bulun.” O zât-ı muhterem de mektubu okuyunca; yere atarak şu değerli beyti söylemiştir:
Gör! Ne câhildir aduv kim, da’vây-ı İslâm etmeye,
Devlet-i dünyâ içün âl-i Rasûl’ü eyler helâk,
Gör! Ne gâfildir ona tâbi olan bedbaht kim,
Halkı hoşnut eyleyip eyler Hüdâ’yı hoşnümâk.
Sana bir nasîhatim var // Gel yanıma hele gardaş // Hakk’ı ırakda arama // Gezme ilden ile gardaş // Dünyâya verme vârını // Sonra yüzerler derini // Harama sunma elini // Zinâya yorma belini // Zarardan hıfz et dilini // Dilden çıkar belâ gardaş // Dünyâ bir acayip haldir // Okursun Hakk’dan fermânı // İbtesim ol da Hakk’a yara // Kâmilliktir derde çâre // Hakk ile bir ol yahşîye // Sırrını açma vahşîye // Hîle yapma emânete // Sûr borusun kıyâmete // Hüznü duymaz hasedinden // Yüzü gülmez fesâdından // Muhtaç olun muhânete // Yer bitersin ile gardaş // (Kelime çıkmamış) geldik bu cihâna // Elden vefâ olmaz // Zehirden şifâ olmaz.
101
Hazreti Ali’nin On Altı Kelime Üzerine Söylemiş Olduğu Buyruğu’dur:
1. Allah’dan kork! Başkasından emîn olursun.
2. İnsanın sözü dîni demektir.
3. Akıl sarhoşluğu, şarâb sarhoşluğundan fenâdır.
4. İnsanları kendi terâzisi ile tart.
5. Kadının iyisi, eşini seven ve çok doğurandır.
6. Hased eline düşen, altın câfile düşmüş gibidir.
7. Öykeni(öfkeni) yen ki sonu eyü gelür.
8. Ölümün elçisi dünyâya geliştir.
9. Güzel huy, ganîmet maldır.
10. Sözün güzeli, kısasıdır.
11. Düşmanların en büyüğü, düşmanlığını gizleyendir.
12. Babanı saygı say da, oğlundan saygı göresin.
13. Vefâkarlık, alçaklara haramdır.
14. Saltanatın devâmı, adâlete bağlıdır.
15. Tamaha tutulanlar, alçalırlar.
16. Cimri zenginden cömert fakîr zengindir.
102
Halk Bu Cihânda Üç Kısımdır:
Biri Sultân’dır. Biri, ulemâdır. Biri, avâmdır. Bu üç tâife üzerine emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker vâcibdir. Sultân’a vâcibdir ki; münker nesneden nehy ede. Buyurduğu doğru sözü cebr ile tutturur. Ulemâya vâcibdir ki; bir kişi âlim kişinin yanında günah işlese o âlimin üzerine vâcibdir ki; ol kişiye öğüt vere. Onu ol işden nehy ede. Tutarsa hoş, tutmazsa vebâli ol âlim kişiden gider. Avâma vâcibdir ki; gönlünden nehy ede. Yani; işlediğini hoş görmeye. Zîrâ ki, avâmın elinden gele ki. Sultan ki emir ede, ulemâ ki nasîhat ede.
Bektâşî Şiirlerinin İç Yüzü:
Dünyada her şeyin miktârı mikyâs denilen bir ölçü ile tayin edilmiştir. Paraya kuruş, uzunluğa metre, ağırlığa kilo, mâyiât için de litre adı verilen ölçüler konulmuş. Hatta göze görülmeyen havayı bile tartmaya muvaffak olmuşlardır. Fakat sevgi denilen manevî hâletin ölçüsü[nü] tayin edebilen ve bu ölçüden zerre kadar sapmayan yegâne kavm, hakîkî Bektâşîler olmuşlardır. Yoksa, mukallid olan Bektâşîler değil. Çünkü bu hususdaki sevgi ölçüsü; cânân uğruna cân u baş fedâ etmeye kadar dayanır. Bu da her insanın elinden gelmez.
103
Bektâşîler, Hüseyin’i hemen hemen Muhammed’le Ali’yi sevdikleri kadar belki de mübâlağa etmedikçe sahip olmazsınız. Erenlerden de, bir zâtı daha fazla üstün severler. Bunun sebebi de, Muhammed’le Ali’nin kurduğu İslâmlık dînini bu zâtın canla kanla yükselttiğini bildikleri içindir.
Şurasını da bahs-i kayd edelim ki hakîkî Bektâşîler, Muharrem’de yapılan mâtem merâsimi esnasında kendi arkadaşlarından kimin ciddî kimin hâl-i hareket ettiğini meselâ; içlerinden birinin; “fedâ olsun ol şâhın râhına bu çeşmile cânım” dediği zaman, onun durumundan riyâkârâne bir hâl-i hareket ettiğini, takıp takınmadığını anlamaya çalışırlar. Mukallid olanları asla sevmezler.
[Sözlük]
Zât-ı Mutlak / Tanrı demek.
Zâviye / Köşe, bucak.
Zübde / Bir şeyin hülâsası.
Erâcîf / Uydurma sözler.
Merhale / Yol menzilleri.
Hamâset, şehâmet / Kahramanlık.
Nefsimizi tezkiye etmek. / Salâh-ı hâl demek; gönlümüzü temiz etmek.
Dîl / Gönül.
Dîl hâne / Gönül evi.
Ferişam?/ Sanıcı dimek
Şeş cihet / Altı taraf.
Aynü’l-yakîn / Gözle görülen.
Akîde / İnanç, îtikat.
İrticâlen / Düşünüp düşünmeden söylenen söz ve yapılan iş.
İ’tidâl derecesine indirilmelidir. / Baş olmak bunu mütemâdiyen yapmak.
Hüsrân / Yoldan azarak, ziyân ve zarara uğramak.
Hâil / İki nesne beyninde veya bir şeyin önünde perde, engel olan.
Felsefe / Allah’ın emrettiği ilm-i hikmet demek.
Huşû / Kendini alçak tutup, edeb hayâ üzere olmak.
Tenfîr / Acı söz etmek, eşkitme
Tetekkâin / Takdirler, tedbirler
Mubâh / Günah ve sevaptan hâlî olan fiil, amel-i insânî.
Müttakî kimse / Günahtan sakınıcı, ehl-i takvâ olanlar.
İstihdâf / Hedef ve gâye tutmak.
Setr-i nevm / Örtmek
Fenâ fi’llâh makâmı / Hak yola çalışıp, can fedâ etmek.
104-105
Ulvî / Yüksek
Süflî / Alçak
İhtirasa? / İtiraz
Ümmî / Câhil.
Tecessüm / Cisimlenmek, görünmek.
Menfûr / Tiksinilen şeydir.
Celâdet / Heybet demek.
Celâl / Korku veren çehre.
Cemâl / Sevinç veren cemâl.
Sergerdân / Başı dönen.
Serne-gûn / Başı aşağı.
106
Bektâşî Şiirlerinin İçyüzü
Haccâc-ı mel’ûn bir gün maiyyetine: “Bilir misiniz, hâlâ Ali sevenler kim sağ kaldı, bulun kanını dökün isterim” demiş. Adamları derhal gittiği zamanda; “yalnız Kanber kaldı” diye hatırlatmışlar. Haccâc, Kanber’i çağırtmış. Kanber, yanına gelerek ayaklarını çıkarmamış. Haccâc ona; Kal nal-ı ayak yani “ayaklarını çıkar” diye ihtarda bulunmuş. Kanber, şu cevabı vermiş; Hâze’l-va’dü’l-mukaddes? Yani; “Burası Tûr-i Sînâ mıdır?” Haccâc kızmış. Kanber çok uzun boylu olduğundan istihzâ ile; “göklerden ne haber?” diye sormuş. Kanber de; “Azrâil yakında dolaşıyor” cevabını vermiş. Ve bu fiile kızan Haccâc, Kanber’e; “ölümlerden ölüm beğen” demiş. Kanber de; “bana vaktiyle Efendim yani; Şâh-ı Velâyet bunu haber vermişti: Seni Haccâc-ı zâlim şehîd edecek demişti. Bugün gönlün nice dilerse öyle öldür. Yarın âhirette onun mislini benden göreceksin” diye cevap vermişti. Bunun üzerine merhametsiz ve gaddar, Kanber’i hemen şehîd etti. Menâkıb-ı Murtezeveyi’de mestûr.
Vaktiyle sahâbe-i kibârdan olan ve ilk İslâm Cumhûriyeti’ni yayan ve câmilerde göz alıcı şekilde yaldızlı levhalar isimleri göze çarpan ve büyük kimselerin ne kabahatleri vardır ki bunlardan Bektâşîler tiksiniyorlar bu eyimde olan kimseleri tarîkatlerine almıyorlar. Şâyet almak mukadder olursa da, içlerini tahvil etmeyince almıyorlardı.
Aşk dumansız ateştir, aşk korkusuz yolculuk,
Aşk anahtarsız kilit, kadehsiz şarab içmekten ibârettir.
Zâhid dese bize ne gayri Kızılbaş,
Nakşını almakta olmuşuz nakkâş.
Pîrimiz Hünkâr’dır, hem Hacı Bektâş,
Erenler bâbının kurbânıyız biz.
Halcâm-ı kemter-i kemin-i ancak Ali karabaşem,
Bende-i Ali abâyım, zümre-i Bektâşîyem.
Eylerem medhini çün ol Şâh’ın kızılbâşıyım,
Lâ fetâ illâ Alî lâ seyfe illâ Zülfikâr.
Ebû Süfyân ile şol dem katî cenk eylediler,
Birbirin kırdı o Şâh-ı Askerî hod yılmadılar.
(Satır çıkmamış)
107
Alan lezzeti birlikten,
Halâs mı olur ikilikten.
Hep ikilik, birlik içün,
Bak iki göz bir görüyor.
Birlik ise, dirlik içün.
Eydan.
Yüzün mushaftır ey sûre-i musavver,
Teâlâ şe’nühû Allâhu Ekber.
Nesîmî
Mushaf dimek hatâdur o safha-i cemâle,
Bu bir kitap sözdür, fehm iden ehl-i hâle.
Fuzûlî
Hak yüzü insan yüzünden görünüyor,
Zât-ı Rahmân şeklini insan eylemiştir.
İsm-i pâkî Zât-ı Âlî abâyı,
Dest-i Kudret yazmış arş-ı Rahmân’da.
Ol ismin nûrundan verdi ziyâyı,
Cümle mevcûdâta iki cihânda.
Bektâşîlikten önce Anadolu’da bulunan tarîkatlerin hiçbirisinde tevellâ, teberrâ kaydı yoktu. Tevellâyı bu iklime getiren bizzât Hacı Bektâş Velî’dir. Rum Erenleri kendisine bağlandığı ve “belî dost” dediği zaman, tevellâyı onlara aşılayan ve bunsuz hiçbir tarîkatın kıymet ve meziyeti olmayacağını, Hakk’ı ve tevellâsız olan ibâdetin Allah’ın yanında makbul olmayacağını açıklamıştır.
Ebû Bekir, Peygamber’in vefâtını işitince, aslı olup olmadığını gözüyle görmek içün mâtem mahalline gelmiş. Naşın üzerinde örtülü olan maşlak[h]ı kaldırarak; “ölümünde diriliğin gibi ne güzel deyû” Peygamber’in soğumuş olan eline bir bûse kondurduktan sonra hemen savuşup gitmedi. Rufekây-ı mesâisiyle birlikte Benî Sâide sofasında hilâfet işine çeki düzen vermeye uğraşmaları, Bektâşîlere rumuz olmuştur.
108
Bir meclisde mezhepler hakkında konuşuluyordu. Bir zâta sordum: “Be Müslüman hangi mezheptensin?” Hemen papağan gibi cevabı şaklattı. “İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe Kufî-i Nu’mân ibn-i Sâbit mezhebindenim”. Pekâlâ, İmâm-ı A’zam kim bakalım? Ebû Hanîf dediğin kimdir? Hanîfe dediğin kadın ismi mi? Yoksa erkek ismi mi? Kadın ismine benziyor.
Pekâlâ kadın burada ne arıyor bakalım.
Kûfî Nu’mân didiğin ne vallâhi bilmem,
İbn-i Sâbit kim oluyor billâhi bilmem.
Kimsenin kimseden yoktur haberi,
Böyle bir acâyib seyrân bulunmaz.
Asıllardan asıl nedir? Gusüllerden gusül nedir? Şerîatta suyun ider. Hakîkatta gusül nedir?
Kerbelâ fâciasında yed-i alemdâr olanlardan birçok kişi Ka’be’yi tavâf esnâsında iken içlerinden birisi bir pire öldürmüş. Bu yaptığı işin hata olduğunu arkadaşları kendisine ihtâr etmişler. “Ka’be’de can incitmek günâhtır” demişler. Aralarında münâkaşa çıkmış. Bu hâlin günâh sayılıp sayılmayacağını, Hasan-ı Basrî’den sormuşlar. Müşârun ileyh de: “Âh hâinler! Kerbelâ’da İmâm Hüseyin’i, evlâd-ı ensâbıyla şehîd eden siz değil misiniz? Şimdi karşımda müslümanlık mı taslıyorsunuz? Çekilin yanımdan deyû” bu mukallidleri huzûrundan kovmuştur.
Bektâşîler, bu kabil Muâviye yardakçılarına münkir nazarıyla bakarlar. Böylelerini her zaman kalben la’net taşına hedef tutarlar. Ehl-i Beyt’i bir zerrecik olsun incitenleri, kalben sevmezler. Gayret-i İlâhiyye’nin bu kabil münkirlere mazarrat etmesi için her zaman Allah’tan dilek dilerler.
(109-113 şiirler. Bu kısımlar daha sonra yayınlanacaktır.)
114
Hak Teâlâ Hazretleri, üç türlü karanlığı üç nesne ile rûşen kıldı. Evvelki; dünyâ karanlığını ay, gün, yıldızlar nûruyla. İkinci; gönül karanlığını akıl nûruyla. Üçüncü; cehil karanlığını ilim, yani; eyü amel nûruyle rûşen kılmıştır.
Benim üç dostum var. Birisi, ben ölünce evde kalur. Birisi yolda kalur. Birisi; benimle bile gider. Evde kalan, malım, rızkımdır. Yolda kalan, ehl-i ıyâlimdir. Benimle bile giden, iyiliklerim ve amellerimdir.
Üç kimseye günâh kalem yoktur. Hadîste vârid olmuştur. Biri sabî, biri mecnûn, biri hâb yani uyku halindeki kimseyedir. Cenâb-ı Hak, Feyyâz-ı Mutlak Hazretlerine ibâdet, yedi a’zâ üzerinedir. Kulak ibâdeti Hakk’ın ahkâmın işitmek, göz ibâdeti eyüyi görmek, ağlamak, dilin ibâdeti hamd ü senâ ve şükür etmek, elin ibâdeti atâ ve sehâ, yani cömertlik yapmak, ayağın ibâdeti cehd ve sa’y, doğru revân, gönlün ibâdeti korkmak, yalvarmak. Yedinci; canın ibâdeti teslim-i rızâ olmaktır.
Teslim ol bâb-ı Rızâ’ya gayri gel.
(silinmiş)
Takdîre kâil olmayana et tekdîr,
Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir.
115
Bekâ dârına çok azim ideceksin,
Bu menzilden bilürsen gideceksin.
Fenâda kıl bekâ dârına dirlik,
İkilik perdesinden geç eyle birlik.
İrişti âhir vaktin zamanı,
Her insan terk ider işbu mekânı.
Ger cihanda mümkün olsaydı bekâ,
Terk edip gitmezdi andan Mustafâ.
Cihâna hiç kimseye kalmaya bâkî,
İder her kişiye ölüm ferağı.
Fenâdır dünyânın yoktur vefâsı,
Bir iyiliğin hazır bin cefâsı.
Misâl-i Tutu[î] nutuk eyler mi her kuş,
Ya bil ki, kelâm eyler mi baykuş.
Senâlarla âl u ashâbını kıl yâd,
Olam dersen tamû odundan âzâd.
Kanaat eyle hırsın boynunu vur,
Ki eylemesin seni Allah’dan dûr.
Ki sensin rûy-ı arza halîfe,
Ne lâyıktır olasın ehl-i cîfe.
Sûreti Âdem, ef’âli şeytânî,
Bu şirkten ne kazanur (…)
Mürâyîdir, mürâyîdir, mürâyî,
İsterse indirsin gökten ayı.
Mürîdin mürşide bağlıdır başı,
Gerekse erkeği, gerekse dişi.
Ulü’l-emri bilmeyen kişi,
Sûreti Âdem ama benzer hımâra.
Kemâlin var kerâmetin serâser,
Olamaz seninle gayrı berâber.
Kerîmen Rahmeten lil âlemînsin,
Bakınmadan bakınmadan yakınsın.
Kâle Rasûlu’llah: men lâ edebe lehû velâ ilme lehû . Kim ki edebi olmaya, ilmi yoktur.
Edeb veren görsün bir edebsiz,
Edebsizler olurlar Hakk’a dinsiz.
Görürse Hak, bakarsa Hak, söylerse Hak,
Kul Allah’ını bilüp anlar mutlak.
Erenlerdir cihânın bâb-ı zerrî,
Erenlerdir ser-cihân tutmaz karârı.
116
Âdem ki kazây-ı âleme bastı kadem,
Attı her belâya oldu hemdem.
Mahsûstur Âdem’e belây-ı âlem,
Âlemde belâ çekmeyen olmaz Âdem.
Hakk’a tefvîz-i umûr et, ne elem çek ne keder,
Kıl sözüm ârif isen kûşi bir habbine güher.
Mihneti gider, zevk et nedir âlemde hüner,
Gamı şâdî kılın, böyle gelmiş böyle gider.
Hak Teâlâ intikâmın bed abdiyle alur,
İlm-i ledünnü bilmeyenler anı abdi etti sanur.
Her şeyin Hâlik’ı Hakk’tır, abd elinden işlenür,
Sanma kim, anlar (…) bir tek çöp idenur
Bunda istemeyen murâdın almaz,
Kişinin ettiği yanına kalmaz.
Zâlimin zulmüne Hak kâil olmaz,
Ya mazlûmun âhı kalur mı yerde.
Zâlimin zulmü varsa, mazlûmun Allah’ı var,
Mazlûma zulüm etmek pek kolaydır amma, yarın çıkar.
Alma mazlûmun âhını,
Gökten indirir Şâhını.
Mûsâ Kâzım sulbünden Hasanü’l-Basrî Hazretleri
Bir kadına dünür oluyor ki, işte meyvesiz ağacın dibine kimse gelmez. Meyvesi olursa gelürler. Kadının ere varmasında şu kadar sevap var. Sevâba nâil olduğu gibi, Cennet’in yüksek makamlarında beraber bulunurlar. Buna mümâsil, kadın husûsunda birkaç sözlerden sonra kadın pek ağlar. Sana üç suâlim var: “Ben, eski zevcemin bana hakkı olan kadınlık hizmetini tamamıyla îfâ idemedim deyû çok düşünüyorum. Sana karşı noksan işim olursa, kabul eder misin? Diyorsun ki seni Cennet’in yüksek makamlarında bulunduracağım. Bulunduracağınıza bir sened verir misiniz? Üçüncü kadında kaç nefis var; erkekde kaç?” Cevap: “Kadında dokuz, erkekte bir nefis var.” “Ben ağlayan gözüme dokuz nefis ile hâkimim de, yâ Hasanü’l-Basrî! Sen bir nefis ile gözüne ya niçün hâkim değilsin?” Onun o kadını alasından viresinden bizlere bir nesâyih değil mi?
117
Bi-haseneti’l-kerem; Allah’ın izni ile demek.
Hasanü’l-Basrî Hazretleri gezermiş. Bir kasabaya varmış ki, bir kasap bir kömüş hımarını yatırıp kesmek istiyor. Fakat yatırmaya kadir olamıyor. Basrî’ye; “dahi eyle beyân.” “Ben bunu keserim.” Sonra kömüşün yanına varup kulağına; “niçün yatmıyorsun?” demiş. “Yâ Basrî! bununla yedi defa bıçak altına yattım. Bir defa etim ehl-i muhibbe nasib olmadı. Sen beni kes, hem de yüreğimi sen ye” deyince. [Basrî:] “Pekâlâ”. Kasaba: “Ben bunu keserim, yüreğini bana verirseniz?” [demiş.] [Kasap:] “Evet, veririm” deyüp kesip yüreğini alarak, bir tava içersinde soğan, bahar, maydanoz gibi şeylerle bir tava içersinde fırına verdi. Sonra öküzü yemeğe alınca; “gel nefsim ye” deyince, nefis bir kurbağa şeklinde sıçrayup masanın üstüne çıkmış. Başlamış yemeye. Yedikten sonra adetinden fazla olunca, “aç ağzını ben yerime gireceğim” deyince Basrî; “ben seni çıkarana dek ne çektim, koymam” dediğinde, Cenâb-ı Hak vahy ile bildiriyor ki; “koymazsan hata idersin, içeri yerine koy da, kendini onunla beraber terbiye et” buyuruyor.
Behlûlü bir Dâne Hazretleri Cennet’i, Cehennem’i gezmiş ve Cehennem’in olduğuna insanların cürmüne göre azab olduğuna razı olmamış. “Âdem’i topraktan yuğurdun yaptın” kelâmını söylemiş. Sonra bir tepenin dibine diz çöküp oturmuş: “Ya Ğafûr, Kadîr, Rahîm ismini kaldıracaksın, ya Cehennem’ini” diyerek arşın demânından[dâmeninden] yapışmış. Cenâb-ı Hakk’a malum, Cebrâîl bir koşucu kısrak gibi o makâma gelmiş. Kısrak, koluna basmış. Demiş; “sen kimsin? İns misin, cin misin?” “Ben Âdem’im” “Kalk şu tayı kucağına al, tepeye kadar biraz ağar git ki kamçı vurarak.” Tepeye kadar sabrı kalmamış. Nihayet at o Âdem sır olunca tekrar dizinin üstüne gelmiş ki; “yâ Rabbî! Cennet’in de hak, Cehennem’in de hak. Ben hata etmişim. Eğer böyle kulların Cehennem korkusu olmasa böyle insanlara neler ider” demiş.
Hızır aleyhisselâm bir mahalle varmış ki veya kasabanın ahâlisi bunun Cuma olması dolayısıyla câmii önündeki muslukta abdest alıp câmiye giriyorlar. Behlül de günyenin altında
118
Rasûl Efendimiz, kâb-ı kavseyne eriştiğinde ol makamda bir ulu sandık gördü. Nurdan kilidi vardı. Rasûl eyitti: “Yâ Rabbî! İşbu sandıkta ne var ve miftâhı kande[nerde]dir?” Hak Teâlâ eyitti: “Anın miftâhı, sendedir. Eyit: Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlu’llah” Peygamberimiz öyle değin ol sandık (bu satır fotokopide çıkmamış)
119
Ol denizin içinde bir ulu ağaç gördü. Budakları üstünde kuşlar gördü. Kuşların ayaklarında biraz miktar toprak gördü. Rasûlu’llah dedi: “Yâ Rabbî! Bu deniz, bu ağaç, bu kuşlar ve ayaklarındaki topraklar nedir?” Hak Teâlâ buyurdu ki: “Yâ Muhammed! O deniz Rahmet’im deryâsıdır, nihayeti yoktur. Ol ağaç dünyadır. Budaklarındaki kuşlar, mü’min kullarımdır. Ayaklarındaki topraklar, isyanlarıdır. Gökten nisan yağmuru yağdığında toprakları erir”. Yani: erkân-ı evliyâda saka suyunun dağıldığında günahları erir buyurur.
İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık Efendimiz rivâyet eder ki; Hazreti Âdem, Havvâ ile Cennet’te otururlardı. Hak Teâlâ, Cebrâîl’i gönderdi ki; “Âdem’in elini tut! Uçmağımı tavâf etsin.” Ancılayın, edince uçmağın müteaddid yerlerini gezdirir iken, bir latîf saraya geldiler ki, bir kerpici altından ve bir kerpici gümüşten ve şerefesi yeşil zebercedden ve ol sarayda bir taht yani; bir kürsi var ki yâkuttan ve ol tahtın üzerinde bir kubbe var nurdan. Ol kubbede bir latîf suret var idi. Başında nurdan taç. Belinde nurdan tavk, kulaklarında mengüş inciden. Âdem anı görünce, Havvâ’nın hüsnün unuttu ve eyitti: “Yâ Rabbî! Bu ne sûrettir.” Hak Teâlâ: “Fâtıma sûretidir. Başındaki tâc Muhammed Mustafâ’dır. Belindeki tavk Aliyyü’l-Murtazâ’dır. İki küpeleri andan gelecek; Hasan ve Hüseyin’dir.” Âdem eyitti: “Yâ Rabbî! Bunlar ne zamanın halkıdır?” Hak buyurdu: “Yâ Âdem! Bunların halkları[nı], senden dört bin yıl evvel halk ettim. Amma âlem-i ma’nada senden zuhûra geleceklerdir” buyurdu. Sonra Âdem gördü ki; kubbede beş bab yani kapı var ve her babında nurdan bir söz yazılıdır. Evvel babında; “ene’l-Mahmûdu hâzâ Muhammed”, ikinci babında; “ene’l-Aliyyü hâzâ Aliyyü”, üçüncü kapuda; “hâzâ Fâtımatü’z-Zehrâ”, dördüncü babında; “ene’l-Hasan hâzâ
120
Hasan”, beşinci babında; “ve mine’l-ihsân hâzâ Hüseyin”dir. Bu isimleri okuyunca Cebrâîl eyitti: “Yâ Âdem! İşbu isimleri sakla. Bir gün, bunlara muhtâc olursun” dedi. Şol vakit ki, Cennet’ten atıldığında rivâyet üçyüz yıl ağladıkta nidâ geldi ki; “yâ Âdem! Beytü’l-Ma’mûr’a nazar eyle”. Âdem nazar etti ki, bu beş isim anda yazılıyor. Yani bir levha gördü. Âdem secde eyledi. Bu beş isimleri şefî’ gösterdikten sonra “bu isimler hürmetine beni yarlığa tevbemi kabul et” deyince Hakk’tan nidâ geldi ki; “yâ Âdem! Bu isimler hürmetine tevbeni kabul ettim. Günâhına kalem-i afv çektim, yarlığadım ve senin zürriyetinden gelen kimseler bir isyan itseler de bu beş ismi şefî’ ederek Ben’den mağfiret taleb itseler, anların dahî günâhını aff u mağfiret ederim buyurdu.” Âdem’in tevbe kabûlüne üç nesnedir. Biri duâ, biri bekâ, biri hayâ.
Âdem Cennet’ten dört nesne ile çıktı. Süleyman’daki hâtem, İbrâhim’deki keremlik, Mûsâ’nın âsâsı, Süleyman’ın tabutu.
Cenâb-ı Hak, demen-i âsumân-ı melâikelerine buyurdu ki: “Ey Melâikelerim! Bir kullarım var ki, yeryüzünde saat beş altıdan sonra mü’min-müslim kullarım biraraya toplanup, gönüllerini bir iderek, zikir fikirleri Ben’i anmadır. Sonra sağ köşede bulunan bir kimse, elini elinin üstüne koyup duâ ider. Diğerleri de Allah yani benim lafza-i Celâl’imi zikrettiklerinde kıble tarafından malum bir nazar pencereden bir yeşil el inip o çekilen nebatları alup yer yüzüne saçar. Sonra yeryüzünde her kişinin sadâsına göre, toprak üzerinde çiçekler bitirir.” Hak Teâlâ melâikelerine imreder ki, ol çiçekleri toplarlar, Cennet’i A’lâ’ya getürüp altın ileğen içerisine koyup indiler. Üstü saraydır. Ol yeşil el gelüp onları üstünü seraydır. İşte ol ehl-i aşk kimselere âşıklara Cenâb-ı Hak müstehak zatlarına verirmiş. İşte âşıkların kırmızı nalı sayıkladıkları ba’dehû Erenlerin ğalebet çekmesinden hâsıl olan çiçeklerin suyu, âşıklara düstûr ve Behlûl’ün karşısına bir levha göstererek ona bakar söylermiş ol yeşil
229
Köylünün birisi şehre gidiyormuş, kasabada bir arkadaşına rast gelince; “Nereye gidiyorsunuz?” “Öteberi götürüyorum” Hemen heybesine el koymuş. Heybesinin karıştırıldığını istemeyen köylü: “Arkadaş anlıyorum, güzele bakmak sevaptır deniyorsa da; amma gizli şey karıştırmak da pek günahtır, onu da unutma hâ” demiş.
İki molla yola giderken, bir çobanın yanına vararak İslâm’ın şartını, vakit namazlarını sorup da, çoban da mollanın bileğinden tutup da “bereket versin salât-ı fıtr hatırına gelmedi” dedi.
Bir tevekkül adam, bir koyun kesdirmeye erkek adam bulamayınca kele herif sen de erkeksin ya kızın kestiği sahih olsa ben keserdim.
Yabancı kadının omuzu çıkup da bir Alevî ustasına çekdirmiş. “Müftü efendi! Bizim kadının omuzunu bir Kızılbaş ustasına çekdirdik, nikahı tazelemek var mıdır?” “Baytar da doktor sayılur, onlar nâ mahrem sayılmaz” demiş.
Kalaycının birisi, kocası yok iken kadından kap almış, sonra kocası razı olmamış. “Usta ne abulam yaptıracak, ben de yapacağım” demiş.
Birisi ziyafette ağasının bıyığına yemekten bir şey bulaşmasını görüp de; “dalına bülbül konmuş” Ağası anlayarak temizledi. Diğer bir ağanın hizmeti hoşuna giderek alan da bulan da anlatmış. O hizmetçi de, nedir meclis, de ağasına; “ağa hani abdesthâne dediğin yakındadır, demiş.
İstanbul’da bir yüksek gazinoda, kolunda altun saat otururmuş, karşısında iki afet. Birbirlerine; “görüyorsunuz ya efendi hanımla saatin ne farkı var?” deyince, “evet efendim! farkı şu ki; hanım insana vakti unutturur, saat de vakti bildirir.” dedi.
230
Aşîretin birisi yaylaya göçüyormuş, giderken horoz tavuklarından içinden boşanmış biraz koşmuş, tutamayacak, “Avrat bu kendi yaylaya gelsin” demiş. Herif; “bakalım bulabilecek midir?” “Sabahı akşamı, her vakti bilen yaylanın yolunu bilmez mi?” demiş.
Bekri’nin; “satıyorum, İstanbul’u satıyorum, beş guruşa” çarşıda bağırması memurların yakalaması.
İkinci Sultan Mahmud’un zamanında içkinin yasak edilip de bir kabristanda içilmesi.
Bir gün dem parasına muhtaç olarak kalay götürmesi.
(…) arz-ı hâl yazması, Hacı Bektâş Velî’ye birinin koyun keçi getirmesi.
Konya’da Molla Hünkâr’a müridlerinden birisi horoz getiriyorken yolda ölmüşdür, o da; “biz murdarı yemeyiz, Kırşehir toprağında Hacı Bektâş Velî var onlar murdarı yer.” O zat elini çalınca ötüp de “biz yeriz amma böyle ötünce yemeyiz” demesi.
Yerköy’de iki katır varmış. Birisi olur ya gece yola giderken, bir mevkide bir değirmenin önünden geçer. İçeride bir şahsa gözüne dokunmuş, içeri girmiş ki, orası iyidir. Her ne talep ederler ise var. Zikir fikirleri de Çarşamba. Bu da bizim dediğimiz gibi diyor. Bunun katırını alup üst üste sokmuşlar. Adamcağız düpedüz olarak çok büyükçe bir eve varınca, diğer katır da bu hali görüp nice sual ide. O da anlatmış. O da o değirmene vararak onlar; “Çarşamba” deyince, bu katır da; “Perşembedir Perşembe” dimiş. Yahu bu bizim dediğimiz gibi diyor diyerek, adamın üstündeki katır[ı] alup da bunun katırın üstüne komaları.
231
Birisi sokakta bağırıyormuş; “ben peygamberim ben peygamberim” [diye], Bektâşînin birisi de; “ben Allah olalı böyle kör bir peygamber yaratmadım.” demiş.
Bektâşînin birisi[nin] kesesinde beş guruş varmış. Bir şişe rakı ile meze olmak üzere bir de ciğer almış. Çarşıdan gelirken bir pelenk ciğeri kapıp kaçmış. Parası yok ki elinde dem var mezelik yok. Çok kızmış, “hey yâ Rabbî! Rızkını verip doyuramadığın mahlûku niçin yarattın?” demesi.
Hünkâr’ın bir dervişle Hindistan’da bir kimseye dört seccade ile bir halı gönderip giderken, seccadenin birisini satmış ki, harçlık etmek maksadıyla o halı bulunmasa sorayım diyip delikten Hünkâr’a sorunca Hünkâr da cevap vermiş, “yâ hû! Sizin aranız yoktur yakında ya beni niye inandırdınız” demiş.
Fukara bir adamın yüksek mevkiye geçen bir mektep arkadaşı varmış. Yardım umuduyla, ara sıra ziyaretine gitse de umduğuna nail olamamış. Bir gün görüşmelerinde zengin sorar: “Evlâdın var mı?” “Evet, sekiz yaşında bir oğlumuz var efendim.” “Mektepte midir?” “Evet efendim.” “Neler okuyor bakalım?” Fukara şöyle cevap vermiş: “Eski hukûka ve dostluğa riayet etmeyenlere la’net okuyor efendim.”
Behlûl ü Dânâ’ya “falan yerde bir toplantı var. Sen de gider misin?” diye sormuşlar. Behlül istifini bozmamış. “Helâya gidip geleyim de cevabı vereyim.” Girip çıkmış. Şimdi necasete sordum. “Bana şu gördüğün şey ki, birkaç saat evveli bir takım lezzetli yemekler idim. En yüksek yerlerde bulunurdum. Sonra insanların midesinde bak ne hale geldim ki bağdan gelirken ağız burunlarını sararlar. Benim akıbetimden haber (et). İbret al da gideceğin yere öyle git” diye cevap virdi demiştir.
232
Behlûl ü Dânâ’ya: “Kardeşin Harun Reşid seni ayı ve domuzların başına reis tayin etti” demişler. Behlül istifini bozmamış: “Siz hepiniz, benim kumandamın altındasınız” demiş.
İki köylü mahkemeye giderler. Mahkeme esnasında bunlardan birisi, kadının yanına sokulup birkaç tavuk, beş kile buğday getirdiğini söyleyerek davanın tehirini rica eder. Kadı başını çevirip aşikâr olarak, “ey efendi! Bu gizli söyleyecek bir şey mi ki; gelip kulağıma söylüyorsun. Madem ki şahitler taşrada imiş, onlar gelinceye kadar davanızı tehir edelim” demiş.
Bir gün Nasrettin Hoca, hükümdar Timurlenk’in yanında iken bir sarhoş getirirler. Timurlenk ceza olarak, yüz sopa vurulmasını emreder. Nasrettin Hoca gülümser. Timurlenk, Hoca’ya “hükmü beğenmedin mi?” diye sorar. Hoca da; “hayır hükümdarım, yalnız hatırıma şu geldi. Bu adam kendi parası ile sarhoş olmuş. Siz buna yüz sopa emrettiniz. Ya veresiye sarhoş olsaydı, o zaman kaç sopa emredecektiniz” cevabını vermiş.
Timurlenk latîfe olarak hocaya sormuş; “birisi kasaba bir koyun satsa, kasab da o koyunu aldıktan sonra, arkasından bir ok çıksa, yoldan geçen birinin gözüne girse, bunda ceza kasaba mı ait, yoksa koyunu satana mı?” Hoca; “koyunu satarken benim koyunumun karnında ok hazinesi var, mancınıkla dışarıya atar demediği için koyunu satana aittir” demiştir.
233
Köylünün birisi kasabaya merkebiyle bir şeyler götürüyormuş. Kasabalı tanıdıklarından biri; “ne [o] arkadaş, nereye gidiyorsun?” [demiş]. “Kasabaya öteberi götürüyorum” [deyince] “heybende ne var?” diyerek heybesine el koymuş. Heybesinin karıştırılmasını istemeyen köylü şu cevabı vermiş: “Ne lüzum var arkadaş. Güzele bakmak sevaptır diyorsunuz amma güzel şeyi de karıştırmak pek günahtır. Onu da unutma ha” demiş.
Sofunun biri dilenciye [para verdikten] sonra, ağzında rakı koktuğunu fark eder. “Korkarım bu para ile meyhaneye gidip rakı içmeyesin” deyince [dilenci]: “Aman babalık senin verdiğin beş guruşla hacca gidilmez ya” demiş.
Adamın birisi ihtiyar vâlidesine takılmış: “Ana sana şeker mi alayım, yoksa kocaya mı vereyim?” [deyince, anası]: “A yavrucuğum ananın şeker yiyecek dişi mi var?” demiş.
Hasan’ül-Basrî bir gün yanındakilere; “insanlar üç sınıftır” demiş.
Birincisi; tam adamdır. İkincisi, yarım adamdır. Üçüncüsü adam değildir. Soranlara şöyle izah etmiştir:
Birinciler; aklı başında kimseler oldukları halde, işlerini etrafındakilere danışırlar.
İkinciler; kendi zekâlarına güvendiklerinden, danışmadan iş görürler.
Üçüncüler de; ne akılları erer, ne de kimseye danışmayı düşünürler.
Sakın, ol kimseden! Bilmediği halde söz söyler veya sorulduğu zaman bildiği hakîkati gizler.
Bektâşî dervişine ham sofulardan biri takılmak ister: “Erenler! Sizin için namaz kılmaz diyorlar.” [Derviş cevap vermiş:] “Derler ya, herkesin ağzı torba değil ki.”
[Sofu sormuş:] “Demek Bektâşîliği kabul etmiyorsun.” [Derviş cevap vermiş:] “Bakalım Bektâşîlik beni kabul edecek mi?” [Sofu sormuş:] “Sizin tarîkat için tarîk-i nâzenîn diyorlar.” Bektâşî başını sallamış: “Nezaketsizce sual soranlara cevapta nazlandıkları için” cevabını [vermiş].
234
Îsevîlerden birisi pireden yatamamış. Pire nerede? Olmaz minarede. Minarenin alemine çıkmış. Bunu Îsevîler görmüşler ki: “İşte Îsâ Peygamber minareye gelmiş.” İşte kendi an’anelerine göre toplulukla bayraklar çekip, gûyâ Îsâ Rûhu’llâh’ı karşılayalar. Sonra minaredeki bunların maksadlarını anlar ve “adam yâhû ben İsa değilim, ben börekçi Îsâ’yım.” demiş.
Îsevî, Mûsevî ve Bektaşî arkadaş olarak bir hane sahibine misafir olduklarında, hane sahibi bunlara fazla yemek hazır ettirip yemeklerin sonunda baklava gelmiş. “Bunlar bizim için hazır olmuştur. Bundan sonra yemeyelim” diyerek, dolaba koymuşlar. Îsevî ve Mûsevî uykuya varınca, Bektâşî kalkıp olanca baklavayı yemiş. Îsevîye sormuş “neredeydiniz yahu?” “Yedi kat semâvâtta Îsâ ile” Mûsevî de; “bulunan yerde Mûsâ-i Kelâmu’llâh’ın fazl u kerâmetleriyle meşgul imişim.” Bektâşî de demiş [ki]: “Zira hakkım var yâ hû, ben her ikinizi de bulamayınca baklavayı yedim. “[Ben] gitmekte iken siz geldiniz” demiş.
Abdal Mûsâ’nın tekkesi, Antalya vilâyeti Elmalı kazası ittisalinde bir tepe üzerinde medfûndur. Bunun da hikmet-i fezâili şudur: Medfûn olduğu dağın devamının kuz kısmı Sünnî köyü ve güney cephesinde Âlevi köy olmakla beraber, bu dağın kış mevsiminde suların umûmî kuz tarafına akmak ve mevsim-i yaz vusûlünde güneye akması, bu zâtın fazîletini bildirir.
Sultan Yalınçak, medfûn olduğu tekkesi Sivas’ın Hafik kazasına bâliğ Yalınçak Tekkesi demekle ma’rûftur.
Osman’ın zamân-ı hilâfetinde Muhammed Şah’a vermiş olduğu, Mısır’a vali tayini hususunda yazdığı şu iki kelime Osman’ın katliamına sebep olmuştur: “Hubbike faktelûhu” yani diyor ki; “Evvelce güzellik gösterin, fakat katledin.”
235
Latîfe
Birkaç hacı-hoca, mollalar büyük bir ziyafette yemek yerken hocalardan birisi; “elhamdü lillah” diyerek çekilmişse de fakat yemeklerin en tatlısı geride imiş. Bu yemekte meydana gelince, bu şahıs tekrar sofraya gelmek üzere iken, diğer arkadaşlarından demişler; “yahu bu elhamdülillah dendi, tekrar yine sofra başına gelmek istiyor bu olur mu ya?” İçlerinden birisi şu cevapta bulunur: “Yâ hû! Hepiniz bir odada sıkışmış vaziyette oturuyor olduğumuz halde aynı odaya padişah girse bir tarafa sıkışarak, padişaha bir yer gösterir içeri alır mıyız?” “Tabii ya alırız.” “Öyle ise bu yemek de yemeklerin padişahıdır. Yenilen yemekleri de midenin bir tarafına yerleştirerek buna da bir yer boşaltırız” demesi.
Dil-hûn ediyor bu gerdân-ı esâret,
Unutulmaz bir hatıradır tarihî sefâlet.
Beni boş sözle sıkmaktansa,
Gönlümü mey ile mesrûr ediniz.
Hâkî cismimi tûlâ(?) yaparak,
Pây-i meyhâne ta’mîr ediniz.
Bu âdet-i meşrûtla kirâ-yı safû,
Ki mekân-ı uludur bu.
Alır feyzi olur kâmil,
Bu dergâha gelen yâ hû.
Yâri bil ağyâra eyleme tapu,
Hakkı bil nâ-hakka eyleme irtikâbı.
Bağlarsa bir kapı açar bin kapı,
Miftâhu’l-ebvâbdır Hazret-i Allah.
Ortaköylü Ömer, hatîb’e; “benim ismimi hutbede zikr eyle, sana otuz koyun vereyim” [demiş]. Hatîb râzı olmuş. İşte hutbe okumaya başlayınca, şuradan buradan sonra “Ortaköylü Ömer Ağa da külliyyen kebîrân” deyince, müezzin de bunda bir rüşvet aksettiğini anlayarak “nısfehû âminûn” demiş.
236
“İki padişah, bir köşke çıkmaz ama biz Bektâşîyiz. Beşimiz bir çulun altında yatarız” demesi.
Halkı alem ad için yılda bir kurban keser,
Dembedem saat be saat ben senin kurbanınım.
Hasan el-Basrî’nin zamanında birisi gelmiş: “Aşk nedir, neye benzer, nerelerde olur?” Bu gidince bir kimse dahi gelmiş; “yâ hû benim merkebim var idi kaybettim, nasıl bulacağım” deyince, “şimdi senden önce birisi gelmişti, merkep olarak onu götür” demesi.
Hâzâ eşhedü’l-ışk mâte men aşkınâ fe hüve minnâ.
Yani; bu şol şehiddir ki bizim aşkımızdan öldü ol bizdendir.
Bu dört kimse ki şeyh-i kirâmın nice nice eserleri var, kıymet takdir edilemez.
Muhiddin el-Arabî, Hasan el-Basrî, Şeyh Cüneydî Bağdâdî, Bâyezîd-i Bistâmî’dir.
Hadîs-i Nebevî:
İnne’l-mü’mine yücâhidü bi-seyfihî ve lisânihî.
Muhakkak müminlerin cihadı, yalnız seyf ile değildir. Kelime-i Hakk’ı ve gaye ve sözü söyleyen dil, mücahidin efdalıdır.
Hazret-i Ali’nin zaman-ı hilâfetinde rahmet yağmamış. Halk; “Yâ Ali! Sen, Halîfe-i zaman, Sultân-ı Cihân’sın. Sizin sözünüz Hakk’a müstecâb iken, biz bu sıkıntıyı niçin çekelim.” Buyurdular ki; “bu böyle olamaz. Küsülü olanlar barışsın, birbirinize hak-hukukunuzu helâl edeceksiniz, üç gün de sıyâm olacaksınız.” Yukarıdaki şartları yapıp da, nefslerine terbiyeye gelince, rahmet de yağmaya başlamıştır.
237
Hitâbe
Bir gaye uğrunda toplanan ve damarlarında asil Türk kanı dolaşan genç arkadaşlarım! Cümleniz köyün gençler birliği namına hoşgeldiniz. Bu gün bizlere, siz kardaşlarımız neşe, sevinç getirdiniz. Ay yıldız renkli bayrak altında yaşayan bütün biz gençlere, Tanrı’mız uzun ömür versin! Muhterem arkadaşlar, işte bu şerâit içinde, buraya muhabbet yapmaya toplanıyoruz. Biz Türkler, her zaman neşeli, acı günlerinde bir parlak işaret ile toplanır, sırasına göre savaşın sevimli günlerini geçirir. Kahraman ulusun asil gençleri! Bir elin sesi çıkmaz, iki elin sesi çıkar, beş parmak birleşince yumruktur. Bu ki; bir birliktir, birlik dirliği sağlar. Anadolu’nun yavuz gençleri birleşince, vatanın korumasını ve düşmanla savaşını bilir. Bu gün de aynı cesaretle aramızda hoş bir hava ile eğlenip, coşacağız. Arkadaşlarım! Düşmanlarımız kahrolsun! Türk gençleri var olsun, var olsun! Güloğlu Öğretmen Zeki’nin sözüdür.
Karkın’da dedelerden Büyük Hasan Efendi demiştir ki; hükümet azalık[ı] yapar ve bütün hükümet adamlarının yanında seviyesi varmış. Bir gün Çıkın kadısı Hasan Efendi’nin hanesine davetli gelmiş. Mevsim de yaz faslının bostan olma zamanı imiş. Bir komşunun henüz bostanı olmuş. Bunu Hasan Efendi’ye vereyim de, bir himmet alıyım diyerek kucağında sekiz on kiloluk bir karpuz kapıdan girmiş. Amma kadı fehm edemeyerek, ayağı ayak üzerine koyup hemen duâya durmuş. Kadı ağlamış “Hasan Efendi! Bu adam ne yapıyor yâ hû” demiş. Hasan Efendi de şöyle cevap vermiş: “Hâkim Efendi! Bu serseridir. Şimdi elindeki karpuzu, ya senin kafaya, ya da benim kafaya vurur, hemen kaçar” demiş. Sâhib-i karpuz olan adam, kadının yanına yanaşup kadının kafasına vurup gitmiştir.
238
Bektâşîler, Ali’nin imâmet hakkında kesbettiği fezâil ve kerâmeti iddia ederler ki; bunun için de yalnız Ömer, Osman telkin ederler, atarlar, sevemezler demek. Kur’an’da Ali’nin hilâfeti hakkında bulunan âyetin yakıldığını söylerler. İmâmîler ise bunu değil de buna benzeyen bu fikirden çıktığı anlaşılan şu iddiayı ileri sürerler. Câbir ibn-i Abdullah Ensârî der ki: “Yâ eyyuhe’llezîne âmenû âyet-i kerîmesi nüzûlünde yâ Rasûla’llah! Hazreti seni âleme rahmeten li’l-âlemin gönderdi ve zâtınıza inanıp îmân eyledik. Ulü’l-emrinizlerdir ki; itaatleri bize farz olmuştur” deyü arz ettim. Cevap buyurdular: “Yâ Câbir! Onların evveli kardaşım Ali’dir. Sonra oğlu Hasan, sonra Hüseyin, sonra Zeynü’l-Âbidîn, sonra Muhammed Bâkır ve yakın zamanda sen onun feyz huzurunu derkedersin. Ey Câbir! Ne zaman ki; huzurunu idrak ettin, benim selâmımı ona tebliğ et. Sonra Caf’er ibn-i Muhammed Bâkır yani Muhammed Bâkır zamanına kadar yaşayacaksın. Selâmımı ona söyle” ilâ nihâye Muhammed Mehdî’ye kadar sayar ki; “işte itaatleri üzerinize farz olan ulu’l-emr bunlardır” buyurmuşdur.
Hazret-i Hünkâr’ın aşıklarından Âşık Ahmed, bir gün Hünkâr’ın gözüne dokunarak “haydi yedi sene dilsiz gez” demiş. Bu yedi sene seyahatle bir yılda da bir padişahın gömüne varmış. Parasını almak için kesip de anın içine katarak padişahın önüne gelen et lokmasının içinde eti alıp da eti almak için sırası bu padişah bu nice anlamak üzere ahcılarını çobanların celbettikten sonra işin hakikatini anlayınca, “sizin hepinize idam emri veriyorum” demesine sahandaki et akar bir adam yani Âşık Ahmed olup da ben bir sultanın gulâmı idim, onun gözüne dokundum. Bu bana müstehaktır. Yıkma kimsenin hatırını, yersin çorbanın (satır eksik)
239
Hazret-i Hünkâr’ın tekkesinde dervişlikle mükellef, Debbânî Beğli Er Mustafa varmış. Bu zât-ı muhteremin pek müridleri varmış. Hazret-i Hünkâr; “yâ derviş! seni biraz tâlib üzerine göndereceğim” (…) edelim. İki hüsn-i aşka fermân olacak tâlib getir, bir de üç yüz yaşında bir tâlib dahi getir. Himmetini yoldaş et de inşâllah iki kuş, iki kasap onları da onun ellerinde bıçak bir çadır, lazım gelen eşyalarıyla büyük bir Alevî köyüne gelip köyün yüksek bir mevkisine çadırı kurup bir nida ki: “Hazret-i Hünkâr’ın siz tâliblere selamı var. Hazret-i Hüseyin aşkına kim canını vererek kurban olacak?” Yedisinden yetmişine kadar toplanmışlar. Bir ihtiyar kimse varmış, sadakatli muhib imiş. Bu zat çadırın yanına vararak; “kabul ederseniz ben Hüseyin aşkına kurbanım.” “Pekâlâ kabul” deyip, hemen çadırın içine alarak, içerideki hazır olan koçun birisini kesiyorlar ki, kan çadırdan dışarı çıktığını herkes görüyor. Sonra kendinden aciz bir şahıs varmış. “Evlat bu fakirlikten canım yandı” diyerek, bu da kabul olunarak bu da çadırın içine alup ikinci kurbanı da kesiyorlar. Bunu da herkes görüyor. Diyorlar ki; “Derviş Baba! Buna kimse tahammül edemez” diyorlar. O gece orada yatıyorlar. Birkaç kimseler gece çadıra gelip ne görsünler allı yeşilli kimseler yatıyor. Kırklar meclisi kurulmuş, zâkirler karşı karşıya oturmuşlar. O köyden kurban olan kimseler de, el göğüsde hizmet ediyorlar. Sabahı biraz yola gittikten sonra bir köye varıyorlar. Köyün önünde bir kız kolları açık kollarını yıkarmış. “Kızım Allah’ını seversen bize biraz su ver.” [diyorlar. Kız:] “Ben Allah’ın sevmesini seninle mi biliyorum?” [diyor.] [Onlar da:] “Muhammed Ali seversen, sonra da pîrini seversen” deyince, suyu veriyor. [Kıza soruyorlar:] “Kızım, Allah Muhammed söyledim su vermedin. Pîrini deyince verdin.” [Kız:] “Ben pîrimi bilmezsem, sevmezsem, beni ne Allah, ne de Muhammed Ali bilir.” [Soruyorlar:] “Kızım senin pîrin kim?” “Ben görmedim. Babam atam derler ki;
240
dergâhda bizim pîrimiz Debbânî Beğli Er Mustafa derlermiş.” Çorabını çekince yeğeni görüp “benim pîrim sensin” diyüp kapanıyor. Nihayet “bize üçyüz yaşında bir tâlib lâzım” demesine kabul ederek; “ben gideyim” [diyor] Sonra ana babasından izniyle gideceği sırada “sen üçyüz yaşında olduğuna Hünkâr’a cevap ne yolda verirsiniz.” O da; “ben ona cevap veririm.” Gelüp de kurbanlar şu canlar üçyüz yaşındadır ki, tâlib de bu kızdır. “Hünkâr’ımıza sen kaç yaşındasın üç yüz nasıl oluyor?” “Babamdan anama geldim, elli yaşa değdim, anamın karnında yaşadım yüz yaşıma değdim. Tarîkatimi bildim, pîrimi bildim yüz yaşıma değdim, iki yüz zâtınızın cemâlini müşerrefle yüz yaşıma daha değdim. Tamam, üçyüz yaşımdayım” demiş.
Uşak Kazasının Hacım Köyü’nde, Hacı Sultan evladlarından Mustafa nâmında bir kimse, seferberlikte Hacı Bektâş Çelebilerinden merhûm Cemâleddin Efendimizin düşmanlara karşı din ve vatan muhafazası için gönüllü asker toplayıp da mabeyninde bulunan gönüllü askerleriyle birkaç ay düşmana karşı cephelerde bulunmuş. İşte bu Cemal Efendimizi çekemeyen paşalar imdad vermediklerini Enver Paşa anlayarak; “sultanım sen git makamında otur. Senin kıymetini takdir etmez” deyince Cemal Efendimiz, (satır kesik)
241
Bir ehl-i muhabbetin delâletiyle Kerbelâ’ya gitmiş orda yerleşerek 14 sene Hazret-i Hüseyin’in hizmetiyle muttasıf olarak kalmış. Çok mucize ve kerametlerini rivayet etmektedir.
Ez cümle âtîdeki vakayı rivayet etmiştir.
Said isminde bir muhibb-i İbrânî varmış ki, Hazret-i Hüseyin’in muhibbîlerinden Kerbelâ’ya pek yakın bir köydenmiş. Bu Said, her gelişinde Tekke’ye çok para getirir ve orada delil ve dervişler, bu Said’i çok severler ve tanıdıkları bir kimse imiş. Bu Said kendi köyünde kocasız bir seyyibe kadınla alaka yapmış. Nihayet kadını çocuğu üzerinde anlaşılınca, kadına sormuşlar:
O da; “Said’dendir” demiş. Said de inkâr etmiş. Said’e yahu, “insanlar beşerdir, gel bu kadını kabul et, nikâh edelim” demişlerse de; “hayır benden değildir.” Buranın mahkemesi Celal Abbas derlerse kimse yaptığını inkâr edemezsin. Bu da beni Hüseyin’e götürün. Götürmüşler. Hüseyin’in tekkesinden çıkarken bu Said duvara bir urulmuş ki, parça parça olmuş. Nihayet bunun parçalarını toplamışlar. O duvardaki kan yerlerini temizlemişler. Çok yanmışlar. Delil vakasında görmüşler ki, İmâm Hüseyin Efendimiz’e; “Ya sultânım! Bu Said pek ifkdar kimse idi.” Bunun (satır eksik)
242
şöyle cevap etmiş: “Buna ben de çok acıdım. O esnada Celal Abbas yanımda idi. O silleyi o urdu. Ben değil idim” cevabını vermişdir.
Çocuğun birisi babasına sormuş; “baba ihtiyarlar giderken yere bakıp giderler. Ne ararlar?” “Oğlum gençliklerini ararlar” demiş.
Beli bükük ihtiyarın birisi, giderken gencin birisi sormuş: “Dede kesimi kaça aldınız?” deyince; “oğlum oğlum, bunu parasız veriyorlar, yakında size de verirler” demiş.
Üç Bektaşî bir hana misafir olmuşlar. Bir de merkepleri varmış. Ramazan da çatmış. Demişler Ramazan çıkıncaya kadar çıkmayalım. Netice bir uykuya yatmışlar, ne kadar yatmışlarsa birisi uyanmış ki, diğerini uyandırmış. Arkadaş han harap turap. Ramazanı da bitirelim bitirelim demiş.
Bektâşî bir hoca ile yola giderken, bir büyük Alevî köyünü görmüşler. Bektâşî hocaya; “şu köyde size ait çok işler var.” Az ileri varınca çok kadınlar böğürtlen dikenini kazarlarmış. Nasreddin Hoca, ineğinin boynuzları ön tarafında birbirine yakın imiş. Acaba benim kafam buraya çıkar mı? Bir gün su koyunca, inek bir iki defa çırpınca kulakları yüzleri bozulmuş. Bir tarafa atınca; “kafa gözü yaraladıysan da müşkillerimizi yaman hal ittin” demiş.
243
Söylemez Sûfî
Bir felsefeci yani itikadı bozuk; “ben bilirim davasında” bulunurmuş. Bu maddeci sûfîyi mağlup etmek üzere Söylemez Sûfî üç sual ve niyet ediyor:
1. Cenâb-ı Hak var mı? Cevap:Var derse göstersin, gösteremezse mağlup olur.
2. Ateş ateşi yakar mı? Cevap:Yakmaz derse ispat etsin, edemezse mağlup olundu.
3. İrâde-i cüz’iyye yokdur. Varsa ispat etsin, edemezse mağlup olundu. Çünkü kâinât irâde-i külliyye hükmüdür.
Bu sualleri sorup da ispat edemeyince sûfî, yanındaki maddeci filozofa vurunca kafası yarıldı. O da Allah demiş. O da kadıya dava olundu. Sûfî, “Allah yok da neden Allah dedi? Varsa göstersin” [dedi.]
İkinci:Bu adam “ateş, ateşi yakmaz” dedi. Ben de size; “topraktan yaratıldık ya, toprak toprağı nasıl yarar” dedim.
Üçüncü:Bu adam “irâde-i cüz’iyye yokdur” dedi. “Benim ne kabahatim var. İrâde-i külliyye mukadderât bunun kafasına kibriti vurmuş” diyerek üçünü de ispat etti ve berat eyledi.
244
Halil’in askere sevki 16 Kasım sene 1956 Cuma günü
Bir yere Muhammed, Ali, Hasan, Hüseyin diğerlerinin ismini de yazmışlar. Bektâşî yanındaki hocaya; “bunların içinden al bakalım kimleri istersin?” deyince, hoca Muhammed, Ali, Hasan, Hüseyin’i aldım. Bektâşî’ye sen de al deyince; “geriye nâm nâmı mı kaldı” demiş.
Kürdün dedesi gelmiş. Meze için dededen habersiz atına binip davar çalmaya gidip gömün önünde davar çalmak için atı bağlayıp içeri girince, diğer hırsızlar gelerek atı alıp gitmişler. Sonunda mezelik götüremediği gibi, atını da çaldırarak dedenin yanına gelince; “tâlib dûdu” deyince tâlib de; “dede dudu bu kabahatin bu da gaybettin” demiş.
Hepsini söylersem âleme anırmaz şu günün parasını ver Ömer Ağa;
Malatya’da 126 yaşında Emir Hoca ki Sünnî imiş, Hacı Dede’nin sözü ki; “Cebrâîl mi büyük? Peygamber mi?” “Peygamber büyükdür. Cebrâîl’in Ümran’ın kızı Meryem’e nefhinden Îsâ olduğunu tasdik, yani inaniyorsun. Peygamberimizin burnundan gelen kan Veys, niçin inanmıyorsun” cevabı.
245
Rivâyet:
Mûsâ Peygamber’in zamanında bir koyun sahibinin bir koyununu, bildikleri kimselerden bir hırsız çalarmış. Nihayet aciz kalmışlar. Mûsâ Tûr’a gidiyorken bu hırsızın ne kadar ömrü varsa bize haber getir. Mûsâ’nın sorduğunda otuz yıl ömrü olduğunu Allah buyurmuş. Mûsâ onların evlerine gelince, bu şahsın üç oğulları varmış. Mûsâ bu haberi söyleyince büyük oğlu; hasbüna’llâhi ve ni’me’l-vekîl[123] dedi. Diğer her iki kardeşleri de, aynı âyeti okudular. O hırsız zamân-ı garîbde vefât edince, Mûsâ Peygamber sormuş. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki; “Evet o kulumun otuz ömrü var idi. Fakat o kimseler beni vekîl ta’yîn edince, üçüne onar sene ömrünü tamam ederek rûhunu kabzettim” demiştir.
Bir gün emr-i Bârî’den Cebrâîl Peygamberimize haber getirmiş ki; “Habîb’im fulan mahalde bir kadın vefat etti. Allah u Te’âlâ o kadına Cennet’ten kefenlik ve bir de serörtüsü gönderdi ki, göbeğinden yukarısını siz yıkayacaksınız, göbeğinden aşağısını da kızın Fâtıma yıkayacaktır.” Peygamber yıkarken evvela baş parmakla sonra iki parmağıyla sonra bir parmakla yıkamış. Mezara götürürken gülmüş. Mezarda iken ağlamış. Sorulduğunda cevap; “sual melekleri o kadının meytinin üzerine nüzûl edince parmaklarımı koyacak yer bulamadım. Güldüğüm de şu, bütün melâikeler salacadan tutup yardım ederken bir topal melâike yıkıldı da ona güldüm. Ağladım. “Kadın bir gün kocasıyla yatarken, bağrını kocasına dönmüş de Zebânîler kızgın saçla yakarlar, onun içindir” cevabını vermiş.
İkinci Sultan Mahmud’un çıkan cinayetlere nazaran içkiyi yasak ettirdiği zamanlarda kendisi tebdîl-i elbise ile sabah gezermiş. Bir han köşesinde birkaç Bektâşî hafiyyen dem çekerlermiş. Sultan yanlarına varınca Bektâşî sormuş: “Siz kimsiniz ve ne iş yaparsınız?” “Ben seyahatçiyim”. “İsminiz?” “İsmim de Mahmud.” Bektâşî [tekrar sormuş]; “sultanlığı da var mıdır?” “Evet” deyince, diğer Bektâşîlere; “haydin cenaze namazına” [demiş]. Bu da padişahın hoşuna giderek, afvetmiş.
246
İki ayyaş bir kabristanda dem çekerken, yakalayıp huzura getirmişler: “İşte bu kanunen müslümanlara yasaktır. Niçin aykırı harekette bulunursunuz?” [demişler] Birisi; “efendim ben Îsevîyim” [demiş.] Onu bırakmışlar. Öbürü[ne sormuşlar:] “Siz niçin muhalif harekette bulunursunuz?” “Efendim işte alışkanlık duramadım” [diye cevap vermiş.] Bunu cezaevine götürürken, Îsevîyim diyen; “efendim Müslüman dininin bu kadar doğru olduğunu ve dinin bunu kabul etmediğini bilse idim ben de içmezdim. Ben şimdi Müslüman olsam, bu şahsın cezasını bana bağışlar mısınız?” deyip de, afv ile bırakmaları.
Nasrettin Hoca Akşehir’de kadı[lık] yaptığı esnada bir Yahûdînin çocuğu, tek gözünü bir Müslüman çocuğun çıkarıp kadıya gelmesi ve kaziyyete verilen kazı hoca bahanelerle kazı yemesi.
Hoca’nın horoza [sormuş]; “her vakti bilirsiniz nedendir?” O da; “arş-ı a’lâdan bir ses işitiriz” [demiş.] Pekâlâ; fakat çöplükde deyince, gezen bir tavuk varmış o da; “yaptıran şu tavuktur” demesi.
İmâm-ı Muhammed Bâkır zamanında, orada hizmette bulunan bir kimsenin İmâmın yanına gelen bir kadının geri tutup giderken hademenin kadının göğsüne; “bunlar nedir” gibi elini çaldıktan sonra İmâm “oh” deyince yine o kadına; “elini ne kasdıyla dokundunuz?” “Siz bizleri içeri odalarda görünmedik yerlerde zannedersiniz. Bizlere duvar kapı perde olmaz biz her an her yerlerde olan hataları iyilikleri görürüz bizim için perde yoktur” cevabı.
Peygamber Efendimiz’in kazayı feth iderken; “daha çok sıkıntı çektiniz, yâ Rasûl (kesik ve kopuk) “sıkıntı çekerdim” dedi.
247
Bektâşî’nin birisine sormuşlar; “Ali’nin sağdıcı kim idi?” Bektâşî de; “beni o düğüne davet etmediler. O düğünde yoktum” demesi.
Abbâsîler zamânında, Bektâşî’nin birisini oruç yerken yakalamışlar. İşte o zamanın hükmünde böyle kanuna aykırı harekette bulunanları hayvan tersi yedirirlermiş. Hâkimin huzûruna varınca kadı; “be hey terbiyesiz insan, saçın sakalın ile oruç yemeye utanmadın mı?” [demiş] Bektâşî şu cevabı vermiş: “Hâkim efendi! Sen ne diyorsun, bu Ramazan her sene gelir. Ben de anamdan bir kere geldim. Eğer Allah’ın yarattığı vücûdu aç bırakdıysam Allah benden sormaz mı” demiş.
Gel denen yere gel ki ar eyleme, gelme denen yere gelip yerini dar eyleme.
Bir kimse Hoca’ya ödünç para vermiş, sonra isteyince evde yok dedirmiş. Kadına tenbih etmiş ki; bu sene senin borcunu vermek üzere falan tarlanın kenarına dikilen dikenlere takılanlar pamukları eğirip hasat yaparak paranızı vereceğiz [de.] Deyince, adamcağız gülmüş. Hemen Hoca pencereden kafasını çıkarıp; “peşin parayı sezince gülersin” demiş.
248
Kayseri’de bir kimse çarşıdan bir tavuk almış, evine getirmiş. Yem yedirmiş, suyunu içirmiş. “Yemini yedirdim, suyunu da içirdim. Ya öt, ya yumurtla” demiş.
249
Eşedd-i belâ evliyâ başınadır.
Muhabbet ehli cihâr gerek.
Gitti beyler paşalar. Kellere kaldı köşeler. Bir de mutrib beş olur.
Bir kimse kızını pür namazcı kimselere ere vermiş. Bunların vaziyetlerini sevmemiş. Nihayet emretmiş kız kendi mesabesindekilere şikayet göstermiş: “Bacım harıl harıl abdest, şayır şayır namaz, akşam Kur’an sabah Kur’an, gavur kızı olsun burada duran.”
Dedenin yol hakkı toplamasında fukaranın kaş etmiş ki; “ben fukarayım, beni de böyle gör” deyû işaret. Nihayet giderken, cebine beş guruş koymuş. İleri varınca bakmış ki, cebine beş kuruş koymuş. Ferda yine aynı zamanda o talib yine kaş etmiş, dede; “kalkar da senin beş kuruşluk gönlünü ne iderem” demiş.
Nasreddin Hoca, bir gün hırsızlığa gitmiş. Hem de çuvala aldığını koyarken, sâhib-i bostan gelmiş: “Sen burada ne yapıyorsun?” [Hoca;] “Vallâhi efendim, bir muhalif rüzgar esti. Bir de kendimi burada buldum.” [demiş.] [Sâhib-i bostan;] “Bu torbanın içindekini ve kim koydu?” Hoca; “İşte ben de onu düşünüyordum” demiş.
Pazara giderken; “kızım sana üzüm alayım mı?” Kız da babasına; “kuru mu yaş mı?” “Kızım ne kuru ne yaş. Senin ağzın sulansın deyû” demiş.
Adamın birisi gelinini bir müsafirin yanında: “Benim gelinim çok iyidir kendine ait hizmetlerini bilir, yapar sena edermiş.” Gelin de; “sen ne kadar ne söylersen söyle, ben bir defa kiridim sözümden dönmem.”
250
Sâki-i kevserde durur ol Şâh-ı Gîrdekâr,
Rahm-i mâderden olubdur Mustafâ’ya yâdigâr.
Oldu seyfinden dîn-i Muhammed âşikâr,
Leşker-i küffâr tarafından geçer de bî-rîşmar.
Nice methetmeye benim dünya ve evfiya nâmı var,
Lâ fetâ illâ Alî [lâ] seyfe illâ zülfikâr.
Adamın birisi kızını kocaya verdikten sonra üç ay olunca çocuk getirmiş. Damadı kayınpederine; “kızın üç ay olmadı çocuk getirdi, ben utanıyorum” [demiş.] [Kayınpederi;] “Oğlan, ağam, ben onların soyuna kurban olayım. Onun anası gelin olduğu gün kuzuladı” demiş. “İki sarhoş arasına bir ayığın girmesi, öyle hatalara tesadüf edebilir ki bu da küçük gelür” demiş.
251
Ulemâya açık mektup:
İstanbul müftülüğündeki zâtlar! Lütfen! Bu mektuptaki hadîs-i şerîflerle, kitapta adları yazılan zatların nakillerinin doğru olup olmadıklarını, yazı ile cevaplandırmanızı rica ederiz.
Yazan
Erzurumlu Yaşar oğlu Mehmed Salih İstanbul (…) Matbaası
Kitaplarda Muâviye aleyhine yazılan hadîs-i şerîflerin sıhhatleriyle Ashâb-ı Kirâm’ın ve müfessirlerin nakil ve beyanlarının doğru olmadıklarına dair İstanbul Müftüsüne yazılan mektup sureti.
Ey muhterem üstad!
Eğer Peygamber Efendimiz Hazretlerinden feyzü’l-hüsn olan Ashâb-ı Kirâm hazerât hâşâ etmiyorlar, kitaplarda yalan yazmıyorlarsa, Mekke’nin fethi günü “kılıç korkusundan Müslüman oldum” diyen müellefe-i kulûbdan yani şüpheli Müslümanlardan olan ve Rûhu’l-Beyân tefsirinin c. 4 s. 492’sinde kay tutundan yani cehennem kütüklerinden oldukları ve Kur’an’ın “İnna Enzelnâ” sûre-i şerîfesinin tefsirinde de şecere-i mülevveneden bulundukları
252
yazılan Süfyan oğlu Muâviye’ye hürmet etmeyen kimselerin, ashâb ve Ehl-i Sünnet düşmanlığıyla itham edildikleri, yine sizin kadar (…) aziz üstad bir kısım sofu (…) hürmet etmeleri teveccüh olunan o mahud herif ki ashâb-ı kirâmın şehadetleri ve kitapların beyanatı veçhile Kur’an-ı Mübîn’in ve Rasûl-i A’zam’ın emirlerini ayak altına alarak (…) müsellahaya ve isyan edip, Sıffin harbini ihdas ile Müslümanlar arasında ilk defa fitne ve fesat sokarak ikiyüz küsur bin mü’minin kanlarının dökülmesine (…) müsliminin şehadetine sebeb oluşu ve Cenâb-ı İmâm Ali’nin şehadetinden sonra da
Men sebbe ashâbî fealeyhi la’netullahi, Lâ tesubbû ashâbi ve men sebbehum fealeyhi la’netullahi ve sibâbü’l-mü’minin fusûkun ve kıtâluhu küfrün[124] hadîs-i şerîflerinin sarâhetlerine rağmen 29 sene ve Cuma ve bayram günlerinde ve kabirlerde Cenâb-ı İmâm Ali’ye ve muhiblerine la’net etmiş ve ettirmiş ve Hıristiyan dini üzerine şarab içtiğini söyleyen ve aynı Yezid gibi bir zalimi ölümünden birkaç gün evvel hilâfet makamına veliaht tayin edip bu hadîsin vasıtasıyla da Peygamber Efendimiz’in en sevgili evlâdı olan İmâm Hüseyin’in on sekiz evladını şehid ettiren ve dededen itibaren Hâşimî sülalesine düşman olan Süfyan oğlu Muâviye’yi İslâm âlimlerinin en büyüklerinden olup Üsdü’l-Gâbe gibi kitap (…) el-Hâkayık Ebu’l-Fida Tarihi adlarındaki kitapları
253
yazan zatlar gasb ve katillikle teehhur ettikleri gibi İmâm Şafii hazretleri de Muâviye ile Amr İbn As ve bunların dostları olan diğer rezilleri fuzulü’ş-şehâde saymakta ve Hanefî alimlerince de pek sahih addedilen Hidâye adındaki kitapta dahi bu herif fâsıklıkla yadedilmekte olduğu hocalarımızın ve zât-ı âlîlerinin malumlarıdır.
İşte bu cinayet ve şekâvet sahibi olan Süfyan oğlu Muâviye yaramazı için Peygamber Efendimiz Hazretleri “el-Hilâfetü ba’dî selâsûne sene, sümme teğayyere meliken adûden” hadîs-i şerifle Muâviye’yi iğrenç köpek manasına olan âdûd kelimesiyle tahkîr, hakâret ettiği gibi kamûsu c. 20 s. 1277’de yazıldığı üzre Ebû Bekir radiyallâhu anh Hazretleri de yine bu herif için ve Cenâb-ı İmâm’a seteravne ba’dî meliken adûdan ve Cenâb-ı İmâm Ali Hazretleri de elâ feccarne min kureyşin beni ümeyye kelâmıyla Muâviye’nin ecdadıyla beraber fâcir olduğu ve bu kelamı İbn Abbas ile Ömer radıyallâhu anhumâ’nın tasdik ettikleri Kastallânî c. 7, s. 184’de ve el-Kânî c. 13, s. 166’da tafsilatıyla yazılmıştır. Bu kitaplara bakmadan bize itirazda bulunmanın ve Muâviye için ashâbın ve müfessirlerin beyanlarını nakledenlerin tahkîr edilmelerinin günah olduğu malumunuzdur.
Kezalik İmâm Suyûtî’nin (…) Tarihini İmâm Şârânî’nin (…) Kübrâ, Taberî Tarihi’ni, Ravzatu’l-Ahbâr’ı,
254
el-İstîâb fi Ma’rifeti’l-Ashâb, Murûcu’z-Zeheb’i, Tarih-i Kâmil’i Hâbnâme-i Veysî’yi okuyanlar, çok ayıplarlar ki Süfyan oğlu Muâviye saltanatı uğrunda Peygamber Efendimiz’in torunu Cenâb-ı İmâm Hasan ile ashâbdan Hz. Abdurrahman’ı dehr ile ve Cenâb-ı İmâm Ali’nin dostlarından ve ashâbın kıymetlilerinden Hucr b. Ady ile yedi arkadaşını ve bunların hizmetlerinde bulunmuş olan yüzlerce mü’minleri Şam’ın Azra mevkiinde taammüden habersiz katlettirdiği ve vaktiyle Peygamber Efendimiz hazretlerini ebterlikle zemmeden ahir oğlu Amir katlinde Basra valiliğinde bulunan Hz. Ebubekir’in oğlu Muhammed radıyallâhu anhumayı Basra’da katlettirip ölü bir eşek cesedi içinde hayvan gübresiyle yaktırdığı tafsilatıyla yazılıdır. Tekrar ediyorum; İslâm âlimlerinin bu kitaplarından alsalar o halde “Ve men yaktül mü’minen müteammiden fecezâuhû cehenneme hâlidîne fîhâ[125] ve katele’l-mü’minîne amden lâ tevbete lehû” âyet-i kerime ve hadîs-i şerifi bu cinayeti irtikab edenler katiyen şakî ve cehennemîdir. Zâlimleri, kâtilleri halka metheden (…) isterler ise bu münafıkları müctehid vesair tanıyıp, âhirinde bunlar ile haşr ü neşr oluversinler.
[1] Bkz. vr. 38.
[2] Şah Ali Abbas Ocağı hakkında bkz. “Bir Ocağın Şeceresi”, Hacı Bektâş Velî D., S. 19, ss. 17-33.
[3] Bkz. vr. 38.
[4] Âyetin anlamı: “Ey Muhammed! Şüphesiz sana baş eğerek ellerini verenler, Allâh’a baş eğip el vermiş sayılırlar, Allâh’ın eli onların ellerinin üstündedir. Verdiği bu sözden dönen, ancak kendi aleyhine dönmüş olur. Allâh’a verdiği sözü yerine getirene, Allah büyük ecir verecektir.” Fetih, 48/10.
[5] Bu metin, Kur’ân-ı Kerîm’de; Allâhu lâ ilâhe illâ hüve’l-hayyu’l-kayyûm…şeklinde geçmektedir. Anlamı: “Allah, O’ndan başka tanrı olmayan, diri ve her an yarattıklarını gözetip durandır.” Bakara, 2/255.
[6] Âyetin anlamı: “Allah katından bir yardım ve yakın bir zafer vardır.” Saf, 61/13.
[7] Âyetin anlamı: “Allah katından bir yardım ve yakın bir zafer vardır.” Saf, 61/13.
[8] Bu metin, Muhammed Sûresi’nde âyet olarak geçmektedir. Anlamı: “Ey Muhammed! Bil ki, Allah’tan başka Tanrı yoktur.” Muhammed, 47/19.
[9] Yûnus, 10/49.
[10] Bkz. İbni Ebî Âsım, Sünen, c. I, s. 229.
[11] Bu ifade, Hz. Ali’nin fazîletlerinin anlatıldığı uzun bir hadîsin içersinde geçmektedir. Bkz. el Meclisî, Bihârü’l-Envâr, c. V, s. 45-48.
[12] Şeyh Abdurraûf Menâvî el Mısrî, Menâkıbü’s-Seb’în, s. 229.
[13] Yûnus, 10/62.
[14] İbn Sebbağ el Mâlikî, el-Fusûl’ül-Mühimme, s. 1185.
[15] Bkz. Müslim, Sahîh, c. I., s. 65; Tirmizî, Sünen, c. V, s. 17; Buhârî, Sahîh, c. I., 13.
[16] Âyetin anlamı: “Yakınına, düşküne, yolcuya hakkını ver, elindekileri saçıp savurma.” İsrâ, 17/26.
[17] Muttakî, Kenz-ül Ummâl, c. VI, s.219; a.g.e., c.VII, s.111.
[18] Bkz. Müslim, Sahîh,, c. IV, s. 1903.
[19] Ahzâb, 33/57.
[20] En’am, 6/160.
[21] Âl-i İmrân, 3/92.
[22] Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. II, s. 254.
[23] Bu metnin bir benzeri; “Velâ salâte limen lâ yüsallî ale’n-nebiyyi” şeklinde İbn-i Mâce’nin Sünen’inde geçmektedir. Bkz. a.g.e., c. I, s. 140. Bir başka hadîste ise namazda Hz. Peygamber ile birlikte Ehl-i Beyt’e de salavât getirilmesi istenmektedir: “Men sallâ salâten lem yüsalli aleyye fîhâ velâ alâ ehl-i beytî lem tükbele minhü”, bkz. İbn Hacer el Askalânî, Ed Dirâye, c. I, s. 158.
[24] Bkz. Ali b. Sultan, Masnû, c. I, s. 142.
[25] En’am, 6/103.
[26] Bkz. İsmail b. Muhammed, Keşfü’l-Hafâ, c. I, s. 412.
[27] Hatîb el Bağdâdî’nin Târîh-i Bağdad’ında bu rivâyet şu şekilde geçmektedir: “Ali b. Ebî Tâlib’in Hendek Savaşı’nda, Amr b. Abdud’a karşı savaşı, ümmetimin kıyamet gününe dek tüm amelinden daha efdaldir.” Bkz. A.g.e., c. XIII, s. 18-19.
[28] Ebû Dâvud, Sünen, c. IV, s. 44.
[29] Ahzâb, 33/41.
[30] Âl-i İmrân, 3/191.
[31] Mü’minûn, 23/53.
[32] Bkz. İbn-i Mâce, Sahîh, c. II, s. 1407.
[33] Şûrâ, 42/28.
[34] Kehf, 18/74.
[35] Kehf, 18/80.
[36] Ahzâb, 33/41.
[37] Ankebût, 29/45.
[38] Nahl, 16/90.
[39] İsrâ, 17/1.
[40] Âl-i İmrân, 3/185.
[41] Meryem, 19/3.
[42] Âyetin anlamı: “Onların ardından, namazı bırakan, şehvetlerine uyan bir nesil geldi. İşte bunlar, azgınlıklarının karşılığını göreceklerdir.” Meryem, 19/59.
[43] Âyetin anlamı: “Gece gündüz, açık gizli mallarını sarfedenlerin mükâfatlarını Allah verecektir. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” Bakara, 2/274.
[44] Âyetin anlamı: “Onlar, bollukta ve darlıkta sarfederler, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah, iyilik yapanları sever.” Âl-i İmrân, 3/134.
[45] Âl-i İmrân, 3/134.
[46] Âl-i İmrân, 3/134.
[47] İbn-i Asâkîr “Tarih-i Dimaşk”, c. II, s.93.
[48] Bkz. İbn-i Asâkir, Târîh-i Dimaşk, c. II, s. 103; el Munâvî, Künûzü’l-Hakâik, c. I, s. 17.
[49] Bkz. et Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c. XXIII, s. 380.
[50] Bkz. el Müttakî el Hindî, Kenzü’l-Ummâl, c. XI, s. 611.
[51] Âyetin anlamı: “Sizin dostunuz ancak Allah, O’nun Peygamberi, namaz kılan, zekât veren ve rükû eden mü’minlerdir.” Mâide, 5/55.
[52] Âyetin anlamı: “Ey Muhammed! De ki: Ben sizden buna karşı yakınlara sevgiden başka bir ücret istemem. Kim güzel bir iş işlerse onun güzelliğini artırırız. Doğrusu Allah, bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir.” Şûrâ, 42/23.
[53] Âyetin anlamı: “Biz onların gönüllerinde olan kîni çıkardık. Artık onlar, sedirler üzerinde karşılıklı oturan kardeşlerdir. Onlar, orada bir yorgunluk hissetmezler. Oradan çıkarılacak da değillerdir.” Hicr, 15/47, 48.
[54] Âyetin anlamı: “Ey inananlar! Peygamberle husûsî olarak konuşacağınızda, bu konuşmanızdan önce fakirlere sadaka veriniz. Bu, sizin daha iyi ve daha temiz olmanız içindir. Eğer sadaka verecek bir şey bulamazsanız, üzülmeyiniz. Allah, şüphesiz bağışlayandır, acıyandır.” Mücâdele, 58/12.
[55] Âyetin anlamı: “Yoksa, kötülük işleyen kimseler, ölümlerinde ve diriliklerinde kendilerini, inanıp yararlı iş işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!” Câsiye, 45/21.
[56] Âyetin anlamı: “Ey Peygamber’in Ehl-i Beyt’i! Şüphesiz Allah, sizden kusûru giderip sizi tertemiz yapmak ister.” Ahzâb, 33/33.
[57] Zümer, 39/30.
[58] Bu metnin bir benzeri; “…kitâba’llâhi fehuzûhu ve mâ hâlefe kitâba’llâhi fed’ûhu.” şeklinde Abdü’r-Rezzâk’ın Musannef’inde geçmektedir. Bkz. a.g.e., c. VI, s. 111.
[59] Bu metne hadîs kaynaklarında rastlanılmamıştır.
[60] Bu metne hadîs kaynaklarında rastlanılmamıştır.
[61] En’am, 6/160.
[62] Kehf, 18/24.
[63] Bkz. Abdurraûf el Münâvî, Künûzü’l-Hakâyık, c. I, s. 121.
[64] Bu metin, Hadîs kaynaklarında bulunamamıştır. “Şüphe yok ki Ali bendendir, ben de ondanım. Benden sonra her mü’minin velîsidir.” şeklinde bir rivâyet bulunmuştur.
[65] Hucûrât, 49/13.
[66] Hac, 22/47.
[67] Bu ifade hadîs olmayıp; Sırrî Sakatî’nin bir sözüdür. Bkz. Ali b. Sultan, Masnû’, c. I, s. 82.
[68] Bkz. et Tüsterî, İhkâku’l-Hak, c. XX, s. 407.
[69] Nisâ, 4/59.
[70] Tevbe, 9/119.
[71] Tevbe, 9/111.
[72] Furkân, 25/59.
[73] Bkz. Tirmizî, Sünen, c. V, s. 363.
[74] Bakara, 2/3.
[75] Bakara, 2/274.
[76] Ankebût, 29/45.
[77] Âl-i İmrân, 3/134.
[78] Âl-i İmrân, 3/134.
[79] Âl-i İmrân, 3/134.
[80] Hadîs kaynaklarında bu metnin bir benzeri; “el kanâatü kenzün lâ yenfüdü” şeklinde geçmektedir. Bkz. Abdullah b. Adiy, El Kâmil, Beyrut, 1998, c. II, s. 446.
[81] Bu metin, hadîs değil, kelâm-ı kibârdır.
[82] Bu metnin bir benzeri; “Men tevâdaa lillâhi rafeahu’llâhu” şeklinde Ali b. Ebî Bekr el Heysemî’nin Mecmeu’z-Zevâid’inde geçmektedir. Bkz. a.g.e., c. VIII, s. 82.
[83] Bu metnin bir benzeri; “Men tekebbera kasemehu’llâhu” şeklinde Ali b. Ebî Bekr el Heysemî’nin Mecmeu’z-Zevâid’inde geçmektedir. Bkz. a.g.e., c. VIII, s. 82.
[84] Bkz. Mustafa b. Abdullah, Keşfü’z-Zünûn, c. I, s. 51.
[85] Bkz. Mustafa b. Abdullah, Keşfü’z-Zünûn, c. I, s. 51.
[86] Zümer, 39/10.
[87] Bkz. Müslim, Sahîh, c. I, s. 120; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. I., s. 95.
[88] Bu metnin benzeri, Ömer b. Ali’nin Hülâsatü’l-Bedri’l-Münîr’inde; “Men zâre kabrî felehü’l-cennetü” şeklinde geçmektedir. Bkz. a.g.e., c. II, s. 27.
[89] Bkz. İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c. VII, s. 106.
[90] Bu metin hadîs kaynaklarında bulunamamıştır.
[91] İnsân, 76/3.
[92] Bkz. Ali b. Ebî Bekr el Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c. 10, s. 209.
[93] Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. III, s. 64.
[94] Bkz. Şemsüddîn Muhammed ez Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, c. VI, s. 454.
[95] Bkz., Ali b. Ebî Bekr el Heysemî, a.g.e., c. IX, s. 168.
[96] Bkz. Et Taberî, Zehâirü’l-Ukbâ, s. 93.
[97] Nisâ, 4/43.
[98] Ahzâb, 33/41.
[99] Bkz. Ebü’l-Kâsım Süleyman et Taberânî, el Mu’cemü’l-Evsat, c. IV, s. 245.
[100] Bu metin, hadîs değildir. Sahîh-i Buhârî’de bab başlığı olarak yer almaktadır.
[101] Bu hadîs metni, Kenzü’l-Ummâl’de şu şekilde geçmektedir: Allâhümme innî uhibbühû fe ahibbehû ve ehibbe men yühibbühû. Anlamı: (Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için ayrı ayrı) “Allah’ım! Ben bunu seviyorum. Onu seveni de seviyorum.” Bkz. A.g.e., c. XIII, s. 648.
[102] Bu metin, âyet olarak Kur’ân-ı Kerîm’de yer almamaktadır.
[103] Bu metin, Hadîs kaynaklarında bulunamamıştır.
[104] Bkz. Müslim, Sahîh, c. IV, s. 2241.
[105] Bkz. Ahmed b. Ali el Askalânî, Tağlîku’t-Ta’lîk, c. IV, s. 66.
[106] Bkz. İsmâîl b. Muhammed, Keşfü’l-Hafâ, c. I, s. 548.
[107] Buhârî, Sahîh, c. I, s. 465.
[108] Bu hadîs, Ahmed b. Hacer el Heysemî’nin Sevâikü’l-Muhrika’sında şu şekilde geçmektedir: “Çocuklarınızı üç hususta terbiye ediniz. Benim ve Ehl-i Beyt’imin sevgisine ve Kur’ân-ı Kerîm’i okumasına.” Bkz. A.g.e., s. 170.
[109] İbn Sebbağ el Mâlikî, el-Fusûl’ül-Mühimme, s. 1185.
[110] Bu metin, îmanı tanımlayan bir sözdür. Hadîs değildir.
[111] Bu hadîs metni, Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî’nin Levâmiü’l-Ukûl’unda; es sahiyyü karîbün mine’llâhi karîbün mine’n-nâsi karîbün mine’l-cenneti ve’l-bahîlü baîdün mine’llâhi baîdün mine’n-nâsi baîdün mine’lcenneti şeklinde geçmektedir. Anlamı: “Cömert, Allâh’a yakındır, insanlara yakındır, Cennet’e yakındır. Cimri, Allâh’a uzaktır. İnsanlara uzaktır. Cennet’e uzaktır.” Bkz. A.g.e., c. II, s. 492.
[112] A’râf, 7/55.
[113] A’râf, 7/205.
[114] Âyetin anlamı: “Sen sözü istersen açığa vur, şüphesiz O gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir.” Tâ hâ, 20/7.
[115] Âyetin anlamı: “Biz de o yerde zayıf düşürülmeleri istenen kimselere lütfetmek ve onları ileri gelenler kılmak ve onları o yere varisler kılmak diledik” Kasas, 28/5.
[116] Âyetin anlamı: “Allah, kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye kurtuluş yolu sağlar, ona beklemediği yerden rızık verir. Allah’a güvenen kimseye o yeter. Allah, buyruğunu yerine getirendir. Allah, herşey için bir ölçü var etmiştir.” Talâk, 65/3.
[117] Âyetin anlamı: “Böylece onu, annesinin gözü aydın olsun, üzülmesin, Allah’ın verdiği sözün gerçek olduğunu bilsin diye, ona çevirdik. Fakat çoğu bilmezler.” Kasas, 28/13.
[118] Âyetin anlamı: “De ki: Hak geldi, bâtıl ortadan kalktı. Zâten bâtıl ortadan kalkmaya mahkumdur.” İsrâ, 17/81.
[119] Bkz. Alauddîn Ali b. Hüsâmüddîn el Hindî, Müntehâbü’l-Kenz, c. V, s. 31.
[120] Süleyman el-Kunduzî, Yenâbi’ ul Mevedde, s.28.
[121] Hüsamettin el-Mirdî el-Hanefî, Âl-i Muhammed, s. 621; Enis Emir, Fazîlet-i Ehl-i Beyt-i Râsûlillah, s. 345; el-Kunduzî el-Hanefi, Yenâbi’ül Mevedde, s. 123.
[122] İçersinde bu metnin de geçtiği âyetin anlamı şöyledir: “Rabbi onu güzel bir kabulle karşıladı güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Onu Zekeriyyâ’nın himayesine bıraktı. Zekeriyâ, mâbede onun yanına her girişinde, yanında bir yiyecek bulurdu. ‘Ey Meryem! Bu sana nereden geldi?’ demiş, o da; ‘bu Allâh’ın katındandır’ cevabını vermişti. Doğrusu Allah dilediğini hesabsız rızıklandırır.” Âl-i İmrân, 3/37.
[123] Bu duâ metni, Kur’ân-ı Kerîm’de bir âyet içersinde geçmektedir. Anlamı: “İnsanlar onlara; ‘düşmanınız olan insanlar size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun’ dediler. Bu Onların îmânını artırdı da; ‘Allah bize yeter, O ne güzel Vekîl’dir’ dediler. Âl-i İmrân, 3/173.
[124] Hz. Peygamber’in bizzat Hz. Ali’ye sövmekten men eden şu hadîsi de vardır: “Kim Ali’ye söverse, bana sövmüş olur.” Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. VI, s. 323.
[125] Âyetin anlamı: “Kim bir mü’mini kasden öldürürse, cezâsı içinde temelli kalacağı Cehennem’dir.” Nisâ, 4/93.
İlgili