Prof. Dr. Osman Eğri
GİRİŞ
Hz. Muhammed (s.a.v.), Allah tarafından görevlendirilmiş bir elçi olarak mesajlarını verirken, ırk, din, milliyet ve cinsiyet ayırt etmeksizin bütün insanlara hitap etmiştir. İslâm, ta başından beri ne bir kabile dinî, ne bir ırk dinî, ne de bir millî din olmuştur. Bugün yeryüzündeki her ırk ve milletten oluşan bir buçuk milyar Müslüman, Hz. Peygamber’in görevini ne kadar başarılı yapmış olduğunun açık bir delili olarak karşımızda durmaktadır. Ondan sonraki dönemlerde yaşayan Müslümanlar da, İslâm’ı ideal ölçüler içersinde temsil ve tebliğ edebildikleri sürece pek çok insan “din” olarak İslâm’ı seçmiştir.
İnsanların Müslüman olmaları için gayret göstermek, yani “tebliğ”, her Müslüman’ın Hz. Peygamber’den tevârüs ettiği bir “misyon”dur. Allah Rasûlü’nin, dünyanın dört bir yanına elçiler göndererek, kitlelerin sorumluluğunu üzerinde taşıyan insanları İslâm’a davet etmesi, O’na inananlara bir amacı ve sorumluluğu işaret etmektedir. Bu sorumluluk, insanları “Bir” olana ve “birliğe” çağırmaktır. Onun Müslümanlara emanet olarak bıraktığı Kur’an’da da tebliğ, Allah tarafından emredilmektedir.[1] İslâm’ın anlatılması, öğretilmesi, bir Müslüman için görevdir; inancının gereğidir.
Tebliğin önemi, -tabii olarak- onun “nasıl ?” yapılabileceği üzerinde düşünmeyi gerektirmektedir. Bu konuda yapılacak isabetli analizler, hem Müslümanların sorumluluklarını verimli bir şekilde yerine getirmelerine yardım edecek, hem de İslâm’ın evrensel mesajına ihtiyaç duyan gönüllerin beklentilerine cevap verecektir.
Bu çalışmada şu sorulara cevap aranmaya çalışılacaktır:
1. Hz. Peygamber, mesajlarını insanlara ulaştırırken onların ırk, din, milliyet ve cinsiyet farklılıkları konusunda nasıl bir kıriter ve anlayış geliştirmiştir? Bu kıriterler, uygulamaya nasıl yansımıştır?
2. İslâm Tarihi’nde, Hz. Peygamber devrini hatırlatan uygulamalar olmuş mudur? Bu uygulamalarda hangi tebliğ ilkeleri gözetilmiş ve hangi sonuçlar alınmıştır?
3. Tebliğ faaliyetinin başarısı ile, bir arada yaşama kültürünün canlı tutulması arasında nasıl bir ilişki vardır? Gelecekte yapılacak tebliğ faaliyetlerini başarılı kılmak için bir arada yaşama kültürü nasıl canlandırılabilir?
a) Hz. Peygamber Devrinde Bir Arada Yaşama Kültürü
Kendisine Peygamberlik görevi verilmeden önceki hayatında da hiçbir kimseyi diğerinden ırkı veya dinînden dolayı ayırt etmeyen Hz. Muhammed, herkes tarafından sevilen ve güvenilen bir kişidir. Bu güven, mesajını insanlara iletmeden önce sosyal-psikoloji açısından sağlam bir zemin oluşturmuştur.[2] Hakem olayı, kendisine duyulan bu güvenin bir tezahürüdür. Kabileler arasında problem çıkmasına neden olabilecek bir olayı, sosyal bütünlüğe zarar vermeden büyük bir ustalıkla çözmüştür. Her kabileden bir temsilci seçmek suretiyle geliştirdiği bu formülü, Medine’ye hicretinden önce Medineli’lerle yaptığı görüşmelerde de uygulamıştır. Hz. Peygamber, görüşme yaptığı ve o gün için Müslüman olmaya karar veren on iki kabileden her biri için bir temsilci seçmiştir.[3] O, sosyal grupların karar verme mekanizmalarında temsil edilmelerinin, aralarındaki ahenk ve uyuma yardımcı olacağını düşünmüş olmalıdır.
Medine’ye gittiğinde ise O’nu önemli bir sorun beklemektedir. Medine’ye göç eden yaklaşık beş yüz Mekke’li, on bin nüfuslu Medine’ye nasıl uyum sağlayacaktır? Fakat o, bu sorunu da kolaylıkla çözmüş; Medineli’lere ifade ettiği “İslâm Kardeşliği” anlayışıyla, onların büyük bir coşku ile Mekke’lileri evlerine kabul etmelerini sağlamıştır. Bu gönüllü uygulamaya İlâhî desteğin ve teşvikin gelmesi de gecikmemiştir.[4] Medine’de ikinci yaptığı iş ise, yıllardır birbirleri ile kavgalı olan Evs ve Hazreç kabilelerini barıştırmak olmuştur. İnsanlar, sadece Mekke’lilerle kardeş olmamış; kendi aralarındaki kardeşliği de yaşamaya başlamışlardır. Aslında bu durum, Hz. Peygamber’in insanları kardeş yapmadaki samimiyetini de göstermektedir. Bu samimiyet, onun karşısındaki kitleyi etkileme gücünü artırmıştır. Sosyal-psikolojinin kuralları, “insanları herhangi bir konuda ikna etmek için onlarla iletişim kuran kişinin samimiyetinin, oldukça önemli olduğunu” söylemektedir.[5] Mekke’lilerle Medineli’lerin kardeş ilan edilmesi, hicretin amacına ulaşması için bir yöntem olarak görülebilir. Ancak Medineli’lerin kendi aralarındaki kardeşliğin temini için de çalışılmış olması, faydacı bir yaklaşımın gözetilmediğini, aksine herkesin “kardeş”liğinin hedef alındığını göstermektedir.
İslâm, manevi değerlerle donatılmış bir ferdin inşası ile yetinmemiş, onun işlerlik kazanabileceği bir sosyal yapıyı da gerçekleştirmiştir.[6] Medine Anayasası’nda ifade edilen maddeler, herkese hayat hakkı tanıyan bir toplum modelinin geliştirilmeye çalışıldığının en açık göstergesidir. Maddelerin büyük bir kısmı, gayr-i müslimlerle münasebetler hakkındadır.[7] Karşısına çıkan sosyo-kültürel problemleri bir bir çözen Hz. Peygamber’in düşüncesinin merkezinde, toplumun birlik ve beraberliğini temin etme hedefi vardır.
Medine Anayasası, on dört asır önce imzalanmış bir “insan hakları sözleşmesi”dir. Bu metin, her topluluğun vicdan hürriyetine ve din özgürlüğüne saygı duyulacağını açıkça ilan etmektedir. Bakara Sûresi, Medine’de nazil olan ilk suredir. Bu sûrenin içinde İslâm’ın diğer din mensuplarına hoşgörüsünü anlatan “dinde zorlama yoktur”[8] âyeti bulunmaktadır. Sûrenin son âyetinde ise, bütün kitaplara ve Hz. Muhammed’e kadar gelip geçmiş bütün Peygamber’lere inanılması gerektiği[9] ifade edilmektedir ki, bu hoşgörü o zamana kadar hiçbir din tarafından gözetilmemiştir. Hz. Peygamber, Medine Antlaşması’ndan sonraki uygulamaları ile de bu hoşgörünün örneklerini vermiştir. Medine’deki Hıristiyan ve Yahudiler, devletin birinci sınıf vatandaşları olarak kabul edilmişlerdir.[10] Rasûlullâh’ın hazırladığı bu anayasa, Yahudi, müşrik ve Müslümanlar arasındaki ayrımı ortadan kaldırarak birtek şehir ahalisi mefhumunu ortaya koymuş ve bu insanları bir şehir devlet teşkilatı içersinde kaynaştırmıştır.[11]
“Kim bir zimmiye eziyet ederse, ben onun hasmıyım”[12] ve “kim anlaşmalı bir gayr-i müslimi öldürürse, Cennet’in kokusunu alamaz”[13] hadisleri, Hz. Peygamber’in duruşunu net bir şekilde gözler önüne sermektedir. Gayr-i müslimler herhangi bir dinî veya hukukî zulme maruz bırakılmamışlar, inançlarından dolayı dışlanmamışlardır. İslâm’ın amacı, fertlere ve milletlere hakim olup onları sömürmek değil, tüm insanlık için bir “barış iklimi” tesis etmektir. Sosyolojinin verilerine göre; sürekli ve uyumlu bir kültürel barış ortamının oluşturulmasının şartlarından birisi, küçük grup yapılarının aşılıp, grupların hepsini kuşatan bir toplum yapısına ulaşmaktır.[14] İslâm, baştan itibaren bu yapıya ulaşmayı amaçlamıştır.
Ehl-i Kitab’ın “Yahudi ya da Hıristiyan olun” çağrısına karşılık Kur’an, yine Bakara Sûresinde Hz. İbrahim’in hanif olduğunu ve müşriklerden olmadığını[15], Hz. Muhammed’e indirilenle İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Musa ve İsa’ya indirilen kitap ve dinler arasında, öz bakımından bir fark olmadığını[16] belirtmektedir. Yine Kur’an’da Hz. İsa’nın, Allah’ın kulu olmaktan geri durmadığı[17], onun da kavmini Allah’a kulluğa çağırdığı, Kur’an’da anlatılanların, Hz. İbrahim ve Hz. Musa’nın kitaplarında da bulunduğu[18], ehl-i kitap ve özellikle Hıristiyanlar arasında samimiyetle inanan, bunu ifade eden ve yaşayan din adamları bulunduğu[19] ifade edilmektedir.
Mekke’nin Fethi, Hz. Peygamber’in “âlemlere rahmet” olarak gönderildiğinin ve intikam peşinde koşmayan bir hoşgörü sembolü olduğunun en dikkat çekici örneğidir. Hz. Peygamber’e yaptıkları kötülüklerden dolayı korku içinde kendilerine yapılacakları bekleyen Mekke’liler, ilan edilen “genel af”la birlikte mahcup duruma düşmüşlerdir. Hz. Peygamber, toplumsal bütünlüğü oluşturmaya taliptir ve bu talep, insanlardan olumlu karşılık bulmuştur. İslâm Toplumu’na üyelik için giriş formülü olan Kelime-i Şehâdet, metafizik anlamından daha öte, “ben Allah ve Rasûlü’nün sistemini ve toplumsal bütünün parçası olmayı kabul ediyorum” demektir. Fetih sırasında şöyle bir olay yaşanmıştır. Hz. Peygamber, Mekke’yi fethettiği zaman, herkesi Kabe’nin önüne çağırır; Bilâl-i Habeşî’ye ezan okutur. Orada hazır bulunan gayr-i müslimler arasında büyük bir kabile reisi olan Attab bin Esid de vardır. O, okunan ezana bir hayli içerlemiştir. Fakat, Hz. Peygamber’in genel af ilanını duyunca Attab, hemen öne fırlamış ve Hz. Peygamber’e şöyle seslenmiştir: “Muhammed! Ben büyük bir Attab’dım. Yani İslâm’ın büyük bir düşmanı. Şimdi şehâdet ediyorum ki, Allah’tan başka hiçbir Tanrı yoktur ve yine şehâdet ediyorum ki, Muhammed Allah’ın elçisidir.”[20] Hz. Peygamber’in hoşgörülü yaklaşımı, Attab’ın duygularını harekete geçirerek; Müslüman olmasına neden olmuştur.
Hoşgörüyü esas alan her uygulama, Müslümanların sayısının çığ gibi artmasına neden olmuş, bu durum Nasr sûresinde ifade edilmiştir. Müslümanlar da, Hz. Peygamber’in yolundan giderek, farklı din mensuplarına adâlet, iyilik ve hoşgörü ile davranmışlardır. Yahudi ve Hıristiyanlar, Müslümanlarla komşuluk yapmışlar, birbirlerine hediye alıp vermişlerdir.[21]
b) İslâm Tarihi’nde Bir Arada Yaşama Kültürü
Müslümanların Endülüs’teki hakimiyetleri sırasında bir arada yaşama kültürünün güzel örnekleri yaşanmıştır. İslâm Medeniyeti’nin bu periyodunu anlatan en özgün eserlerden birisi Siqrid Hunke’nin “Avrupa’nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi” adlı kitabıdır. Hunke, Endülüs’te İslâm’ı zorla kabul etmeye zorlanmayan Hıristiyanların, Sabi’îlerin, Zerdüştlerin ve Musevîlerin özgürce ibadetlerini yaptıklarını ve ibadethanelerini koruyabildiklerini anlatmaktadır.[22] İslâm “akıncılığı”nın son derece geniş hoşgörüsü içinde, çeşitli dinler ve milletler birlikte yaşayabilmişlerdir. Kilise’nin şiddetli baskısına maruz kalan, Nestûrî ve Monofizitler, Müslümanların hakimiyeti sırasında rahat bir nefes almışlardır.[23] Müslümanların gayr-i müslimlere yaşama imkanı veren bu yaklaşımları, kısa sürede meyvesini vermiş, insanlar İslâm olmayı şeref saymaya başlamışlardır. Hunke, bir Müslümanın başkalarının dinî inançlarına saygı gösterme hususundaki ciddiyet ve samimiyetin, başka bir propagandanın yapabileceğinden çok daha fazla tesirli olduğunu ifade etmektedir.[24] Din Psikolojisi alanında yapılan araştırmalara göre, din değiştirme olaylarının sebeplerinden en önemlisi; başka dine mensup kişilerin olumlu davranışlarıdır.[25] Olumlu davranış, çoğunlukla kalpleri yumuşatarak hidâyetlerine sebep olmaktadır.[26]
Endülüs’te “Abdullah”, “Muhammed” isimlerini almak, her Hıristiyan, Mûsevî ve Mecûsî için bir övünç kaynağı olmuştur.[27] Müslümanların Muhammed ahlâkını yansıtan davranışları, muhataplarının gönlünde İslâm Peygamber’ine karşı bir sevgi ve bağlılık duygusunun gelişmesine sebep olmuştur. Sevilen ve beğenilen kişilerin, taklit edilen ya da özdeşleşilen insanlar haline gelmeleri sık karşılaşılan bir durumdur.[28]
Müslümanlar, yaklaşık iki yüz yıl, Sicilya’yı idare etmişlerdir. Hıristiyan halka geniş bir hoşgörü ile davranmanın ötesinde, adanın medenîleşmesine de büyük katkılarda bulunmuşlardır. Yeni zirâî usuller, mükemmel sulama kanalları, zeytin, pamuk, şeker kamışı gibi o zamana kadar bilinmeyen bitkilerin getirilerek adaya yerleştirilmesi, kısa zamanda Sicilya’yı müreffeh bir yer haline getirmiştir.[29] Eğitimini, halkının büyük bir kısmı Müslüman olan Sicilya Adası’nda yapan Frank Kralı Frederik, Müslümanları çok sevmiş; krallığı sırasında onlarla sanattan, bilim ve askerliğe kadar her alanda olumlu ilişkiler kurmuştur. Müslümanlardan o kadar etkilenmiştir ki sarayını bile bir Müslüman sarayı gibi yaptırmıştır.[30]
Hıristiyanlar, Müslümanlar arasında rahat bir şekilde hayatlarını devam ettirmişlerdir. Hatta bir arada yaşamanın bir “ev” içersinde nasıl olabileceğinin kuralları dahi, İslâm Hukukçuları tarafından tespit edilmiş; gayr-i müslim eşlere geniş haklar tanınmıştır. Hıristiyan bir hanım, Müslüman kocasının evinde inanç ve ibadet hürriyetine sahiptir. Ahmed bin Hanbel’e göre Müslüman erkek, Hıristiyan karısının evinde ibadet etmesine engel olmamalıdır. Oruç tutmasına, sebt gününün gereklerini yerine getirmesine mani olmamalıdır.[31] Bu geniş hoşgörü, pek çok kadının Müslüman bir erkekle evlenmesine ve zamanla İslâm’ın sağladığı bu hürriyet ortamından etkilenerek, Müslüman olmasına sebep olmuştur.[32]
Yukarıda anlatılanlara benzer uygulama ve sonuçları, Anadolu coğrafyasında da görmek mümkündür. Anadolu’nun Müslüman Türkler tarafından fethi sırasında yerli Hıristiyan halkın, Türklere karşı sistematik bir düşmanlık duymadıkları anlatılmaktadır. Özellikle Bizanslıların zulmü altında ezilen Süryânî ve Ermenilerin, Türklere bazı yardımlarda bulundukları bilinmektedir.[33] Ermeni, Süryânî ve Rum kaynakları, Bizanslıların dinî ve mali baskılarından, Selçukluların da dinî hoşgörüsünden bahsetmektedirler. Selçuklu Sultanı II. Gıyasettin Keyhüsrev’in evlendiği Gürcü prensesin, Konya sarayına papaz ve mukaddes eşya ile gelmesi, hatta Müslüman oluncaya kadar sarayda bir ibadethanenin bulundurulması, Anadolu’daki din özgürlüğü ve hoşgörünün örneklerinden birisidir.[34]
Bir Macar keşişi olan Georgius, 2. Murad döneminde Erdel’deki Sasşebeş çevresinde 1438’de Osmanlı ordusu ile savaşırken esir düşer. Georgius, Edirne’deki kul pazarında satılıp Anadolu’daki Bergama bölgesine götürülmüştür ve yirmi yıl kadar Türkler arasında, esir olarak yaşamıştır. Onun Anadolu hatıraları, o devirde Hıristiyanlara nasıl davranıldığı konusunda önemli bilgiler vermektedir. Georgius, Padişah’ın Pera’daki bir keşiş tarîkatını ziyaret etmesini şöyle anlatmaktadır: “Keşiş kardeşlerim söylemişler ki, Padişah kilise içine girip, merasimi… daha iyi görmesi için yukarıdaki balkonda oturmuştu… Âyinden sonra keşişlerle konuşup, kilise başına bir piskopos gerekli olduğundan haber alırken, hemen Hıristiyanları teselli etmesi için bir piskopos getirilmesini istemişti. Piskopos’un masraflarını kendisinin karşılayarak, çalışmasına gerekli yardımı vereceğine de söz vermişti.”[35]
Georgius, Müslüman Türklerin hoşgörüsü ile ilgili şunları anlatmaktadır:“…Diğer dönüştürme isteyenlere onlar örnek olsun… Türkler, Hıristiyan keşişlere ve papazlara eğer Müslümanlığa dönseler daha iyi ihtimam gösterirler. Sultan hazinesinden büyük gelir alan, dönüştürmüş bir Fransis tarîkatli kardeşimi görmüştüm… Oysa Türkler kimseyi dininden vazgeçmeye zorlamaz.”[36] Georgius’un hoşgörünün bu güzel örneğini vermek istemesi, o dönemde Avrupa’da Hıristiyanlıktan başka her dine karşı varolan hoşgörüsüzlükle açıklanabilir. O zamanlar, hem Müslümanların, hem de Yahudilerin Avrupa’dan dışarıya kovalanmaları alışılmış bir davranıştır.
Georgius’un Müslümanlardan gördüğü hoşgörü, onun Müslümanlar arasına girmesini kolaylaştırmıştır. İleride görüleceği üzere bu hoşgörü ortamı, onun Müslümanlardan etkilenmesini sağlamıştır. Dervişlerin arasına katılmış, onların tarîkatlarının gereği olan semahları izlemiştir.[37] Dervişlerin düşüncelerini, davranışlarıyla semahların güzelliğini, toplantıya, cem’e katılanların oynadıkları oyunları ve söyledikleri nefesleri o kadar sevmiştir ki, bu tarîkatlardan birine katılıp İslâm Dîni’ni kabul etmesine az kaldığını ifade etmiştir: “Bundan sonra orada yazdığım duâlarımdan ve mezmurlarımdan vazgeçip… onların duâlarıyla merasimlerini öğrenmeye başladım ve çok defa elimden geldiğince yaptım… Bu esnada o dervişlerin öğrettikleri üzerinde çok düşündüm… Sonra altı veya yedi ay geçtikten sonra bir gün Tanrı yardımı aklımı aniden değiştirdi, tarîkatın her merasimlerinden vazgeçip, eski duâlarımı çıkardım.[38] Yapılan araştırmalar, tebliğciye duyulan sevgi nedeniyle, insanların onun tutumlarını, zevklerini, davranışlarını ve giyinme biçimlerini benimsediğini ortaya koymuştur. Sevgi bağıyla elde edilen bir iman, kişide başka yolla mümkün olmayan bir bağlılık meydana getirmektedir.[39] Ayrıca Hayati Hökelekli, Kur’an-ı Kerim’in okunuşundaki mûsikînin, tekke mûsikîsi gibi İslâm sanat ve kültür ürünlerinin de, insanlar üzerinde din değiştirmelerine yol açacak kadar derin tesirler bırakabildiğini ifade etmektedir.[40] Bugün de semâ dönen Mevlevîleri insan rûhunu derinden etkileyen ney eşliğinde seyreden her gayr-i müslim gördüklerinden çok etkilenmektedir.
Georgius’un belli bir süre kaldığı ve onu çok etkileyen bu mekânın, bir Bektâşî dergâhı olduğu anlaşılmaktadır. Burada şu soruyu sormak gerekmektedir: Bektâşî dervişlerinin Georgius’a hoşgörü ile davranmalarının Bektâşî âdâb ve erkânında yeri var mıdır? Bu soruya, Velâyetnâme-i Hacı Bektâş Velî’de anlatılan şu menkîbe cevap vermektedir: Hacı Bektâş Velî, Kayseri’den Ürgüp’e gelirken yolda Sineson adlı bir Hıristiyan köyüne ulaşır. Bir Hıristiyan köylü kadını, pişirdiği çavdar ekmeğinden Hünkâr’a ikram eder ve o köyün toprağında buğdayın yetişmediğini söyleyerek, çavdar ekmeği ikram ettikleri için kendilerini ayıplamamasını ister. Hünkâr, bu sözü duyunca: “Bereketli olsun, çavdar ekin buğday biçin, küçük hamur yapın büyük somun alın” diye duâ eder. Menkıbeye göre, duâ kabul olunca o köydeki Hıristiyanlar, Hünkâr’ı ziyaret edip adaklar getirmişlerdir.[41] Velâyetname’de anlatılan bu olay, bir Bektâşî dervişinin Hıristiyanlara nasıl davranması gerektiğinin ölçülerini belirlemektedir. Gayr-i müslimlerin bir iyilik görmeleri için duâ edilebiliyorsa, Müslümanlarla birlikte onlara da hizmet götürülmesi, tabiidir. Dervişler de -gerek dergâh içinde gerekse dergâh dışında- insanlara çeşitli hizmetleri götürerek, “hâdimü’l-fukarâ ve’l-mesâkîn” lakabı ile nitelendirilmişlerdir.
Hacı Bektâş Velî’nin Makâlât’ında anlattığı dört kapı kırk makamın içindeki pek çok duygu ve davranışta bir arada yaşama kültürünü temin edici niteliktedir: Mesela; şerîat kapısının sekizinci makamı; “şefkat”tir.[42] Tarîkat kapısının beşinci makamı; “hizmet etmek”, dokuzuncu makamı; “sahib-i cemiyet (cemiyet içinde) ve sahib-i muhabbet” olmaktır.[43] Tarîkatın onuncu makamı; “aşk” makamıdır. Bu makama ulaşan kimse, sevinçli ve şevkli olur.[44] Ma’rifet kapısının birinci makamı; “edeb”, dördüncü makamı; “sabır”, beşinci makamı “hayâ”, altıncı makamı; “cömertlik”tir.[45] Hakîkat kapısının ikinci makâmı; “yetmiş iki millete bir gözle bakıp, hiç kimseyi ayıplamamak”, üçüncü makamı; “elinden geleni iyiliği hiç kimseden esirgememek”, dördüncü makamı; “dünyada yaratılmış bütün nesnelerin kendisinden emin olması”dır.[46] Dört kapıya ait kırk makamın gereklerini yerine getiren bir derviş, halk içinde Hakk’la beraber olan, toplumsallaşmış bir bireydir. Mutlu olan ve mutlu eden, etrafına olumlu enerji yayan bir gönül insanıdır.
Ömer Lütfi Barkan, Türk dervişlerinin dinî ve sosyal hayata ilişkin yaydıkları fikirlerin halk kitleleri arasında çok güçlü bir “maya” fonksiyonu gördüğünü ve toplumsal kaynaşmaya neden olduğunu ifade etmektedir.[47] Dergâhlar, bulundukları bölgelerde birer kültür, imar ve din merkezi haline gelmişlerdir.[48]
Horasan Erenleri’nden Hamza Baba, kırk dervişi ile İzmir Nif (Kemalpaşa) de Bizans kalıntısı olan ören bir yere dergâhını kurar. Kısa sürede çevredeki Müslüman ve Hıristiyan köylüler tarafından sevilip sayılır. Yolcular, kervancılar; aç, sefil, yoksul insanlar dergâhta yiyip içerler, barınırlar. Giderek Hamza Baba’nın muhibleri çoğalır. Dergâh şenlenir. Hamza Baba, dergâhı aynı zamanda bir ilim yuvası haline de getirir. Gence, ihtiyara, kadın ve çocuklara eğitim yaptırır, okuma yazma öğretir. Dergâhta ayrım gözetilmeksizin Türk ve Rum ahalinin çocukları, birlikte eğitim görürler. Dergâh, aynı zamanda tarlalarında ve bahçesinde, her çeşit mahsulün yetiştirildiği bir üretim merkezi haline gelir. “Dervişler, iyi cins meyve ağaçları, limon, portakal ve gül bahçeleri tanzim eden ziraatçiler gibi çalışmışlardır”[49]. Hamza Baba’nın binlerce müslim, gayr-i müslim, kadın erkek müridi olur. Kilise ve manastırlardan uzaklaşan Rumlar, Hamza Baba’nın dergâhında madden ve manen aradıklarını bulurlar.[50]
Anadolu’nun kırsal alanlarındaki kırsal ocaklar sayesinde eşkıyalık, talan ve yol kesme gibi olaylar önlenir. Yaylaların ocak mensubu obalar tarafından birbirleriyle sürtüşmeye meydan vermeksizin kullanılması, obalar arasındaki ihtilafların kadı veya adli mercilere gidilmeden çözülmesi ve özellikle sonbaharda yapılan toplantılarda ocak mensubu oymakların üretimlerinin belli bir miktarını da ocağa bırakmaları[51], tam anlamıyla bir sivil toplum örgütlenmesidir. Dergâhlar, ocaklar ve bu mekanların yakın çevreleri, insanların sulh ve sükun, birlik ve beraberlik içinde yaşadıkları yerlerdir. Şüphesiz bu durum, dergâh ve ocakların cazibesini artırmış, müslim veya gayr-i müslim herkes, buralara yakın yerlere yerleşmeyi tercih etmiştir. Mekânsal yakınlık ve karşılıklı olarak insanların birbirlerine duydukları güven, ruhsal yakınlığı da beraberinde getirmiştir. İslâm’ın getirdiği huzûr ve sükûn ortamından etkilenen rûh ve gönüller, onun evrensel mesajına ilgi duymuş ve kısa bir araştırmadan sonra Allâh’ın birliğine Hz. Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna îmân etmişlerdir.
Balkanlardaki en eski Bektâşî Tekkesi olan Bosna-Hersek’in Mostar şehri yakınlarındaki Blagay Tekkesi için de benzer şeyler anlatılmaktadır. Bu tekkede yaşayan dervişlerin, adeta yürüyen birer Kur’an oldukları, zalimlere karşı halkın yanında bulundukları, onların haklarını gözettikleri, fakirlere ve yolculara yemek yedirdikleri, ruh ve fikir doygunluğu verecek sohbet ve zikir meclisleri oluşturdukları, açık kalpli ve hoşgörülü davranışlarının Ortodoks ve Katoliklerin güvenini sağladığı dile getirilmektedir. Bu tekkeye gelip yerleşmiş olan Sarı Saltuk ve dervişleri sayesinde, on binlerce gayr-i müslim İslâm’ı seçmiştir.[52]
Etkili bir din propagandası merkezleri olan Balkanlar’daki bu tekke ve zaviyelerin bazı dervişleri, yeni Müslüman olmuş Hıristiyanlardır. Uzun yıllar zaviyelerde meskûn bulunan Hıristiyan hizmetkârların, coşkulu dinî ayinlerin tesiri altında Müslüman olmaları tabiidir. Müslüman olduktan sonra bu dervişler, dini yayma konusunda daha hararetli birer misyoner olmuşlardır.[53]
Âşık Paşa-yı Velî, bir dervişin Müslüman, Hıristiyan ve Yahudiler tarafından sevilmesini temin edecek ahlâkî özelliklerini şu şekilde özetlemektedir: Nefse hakim olmak, kimseye kin tutmamak, kötü söz söylememek, hırs sahibi olmamak ve her türlü kötü huydan uzak durmak.[54] Güzel ahlâka sahip bir dervişi, herkesin seveceğini de şu satırlarda dile getirmektedir:
Ger Müselmân, ger Cuhut, ger Nasrânî,
Kim bakıp görür ise seve anı,
Cümle halk andan yana iver ola,
Kamuları ol dahi sever ola,
Devlet ola yetmiş iki millete,
Düşmeye anı sevenler mihnete.[55]
Âşık Paşa-yı Velî’nin yukarıdaki ifadelerinde, gayr-i müslimleri etkileyecek davranışlar idealize edilmektedir. Burada dikkati çeken husus, güzel ahlâkın tebliğ için bir vasıta olarak görülmesidir. O, yetmiş iki millete devlet olacak bir insan tipini yetiştirmenin peşindedir. Çünkü onun yaşadığı devirde Anadolu’da her üç dinden de topluluklar bulunmaktadır ve Âşık Paşa, gayr-i müslimleri İslâm’a yakınlaştırmak istemektedir.
Mevlâna’nın “ister Putperest, ister Mecûsî, ister Yahudi, istersen Hıristiyan ol yine gel” sözlerini de İslâm’ın tebliği için sosyo-kültürel ortamın hazır hale getirilmesi çabası şeklinde yorumlamak mümkündür. Âşık Paşa’nın “Yetmiş iki millet tarafından sevilmek” ifadesi, Hacı Bektâş Velî’nin sözlerinde “yetmiş iki millete bir gözle bakmayan halka müderris olsa da Hakk’a âsîdir” şeklinde yerini bulmuştur. Buradan, XIII-XIV. yüzyıllarda Anadolu’da yaşayan manevi önderlerin gayr-i müslimlere bakışlarının, birbirini desteklediği ve bir İslâmlaştırma düşüncesine sahip oldukları sonucu çıkartılabilir. Geniş bir hoşgörüyü yansıtan ve manevi liderlerin ittifakla dile getirdikleri bu bakış, gayr-i müslim zümreler üzerinde güçlü tesirler icra etmiştir.
Dervişin, Allah’ın hoşnutluğunu ve insanların sevgisini kazanması için, nefsine, gönlüne, diline ve eline hakim olması gerekmektedir. Gönlünü kötü duygu ve düşüncelerden arıtarak pak olan bir kişiye, müslim/gayr-i müslim herkes rağbet edecek ve onu sevecektir. Sevginin bu şekilde paylaşılarak anonim bir duygu haline gelmesi, sosyal uyum ve ahengin gerçekleşmesi demektir. Yetmiş iki millete “devlet” olan bu kişinin ahlâkı, herkesi etkileyecektir. İnsanları tekkelere çeken ahlâk da, şüphesiz bu ahlâktır.
Farklı din mensuplarını bir arada tutan önemli sosyo-kültürel koşullardan birisi de, güçlü bir iletişim (diyalog)den destek alan karşılıklı anlayışla birbirini “tanıma” sürecinin gerçekleşmesidir. İnsanlar, çoğu zaman aynı şeyleri, farklı tanımlar veya isimlendirirler. İsim ve tanımlamalardaki farklılıkların, münakaşalara, çekişmelere veya ayrışmalara yol açması sıklıkla yaşanan bir durumdur. Âşık Paşa-yı Velî, bu tür durumların yapay gerginliklere yol açtığını bir örnek olay anlatarak açıklamaktadır: Biri Arap, biri Acem, biri Türk ve biri de Ermeni olmak üzere dört kişi birlikte seyahate çıkarlar. Hiçbiri diğerlerinin dilini bilmez. Yolculuk sırasında dördünün de canı “üzüm” ister ve her birisi de kendi dilinde “canının üzüm istediğini” söyler. Fakat hiç birisi diğerlerinin ne istediğini bilemez. Önce tartışmaya, sonra da kavga etmeye başlarlar.[56] Âşık Paşa yı Velî yaptığı bu göz önünde canlandırmada herkesin ma’bûdunun bir olduğunu, farklılıkların sadece isimlendirmede bulunduğunu anlatmak istemektedir. Kavgadan kurtulmanın yolu diğerinin/ötekinin ne istediğini bilmekten geçmektedir.
İnsanlar arasındaki problemlerin çoğu kullanılan dilin farklılığından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden, İslâm’ın tebliğini yapan sûfîler, zaman zaman bu dil problemini çözmek için muhataplarının dilini kullanmışlardır. Mesela Mevlâna, Rumca şiirler de yazmıştır. Fuad Köprülü, onun Rumcayı Rum olan zevcelerinin birinden öğrenmiş olabileceğini ifade etmektedir.[57] Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled de, Rum dilini çok iyi kullanabilmektedir ve bu dilde şiirler yazmıştır. Demek ki Rumlar arasında da sevgi ve hoşgörü duygularını işleyen bu şiirleri seven ve okuyan kimseler bulunmaktadır.[58] Mevlâna ve Sultan Veled’in İslâm’ın herkesi kuşatan mesajlarını, muhataplarının dilinde işlemeleri sayesinde Rum, Ermeni ve Yahudiler Müslümanlığı kabul etmiş, onların müridleri arasında Ortodoks Hıristiyanlar da yer almıştır.[59]
Âşık Paşa-yı Velî, geri kalan beyitlerde evrendeki eşya ve olaylardan birliğe dair deliller getirmektedir. Son olarak da “Hakk aşığı”na şu mesajı vermektedir:
Pes bir evdendür bu cümle mevcûdât,
Muhtelif düşmüşdür illâ mahlûkât.
Değme birinün bilüsi elvardür,
Her bilüden maksud ol Sübhân dürür.
Yetmiş iki milletin maksûdu ol,
Matlûbu vü Mâ’şûku, Ma’bûdu ol.
İkilikte kim kalursa kaliser,
Yarın ol Hazred’ de od’lu oliser.
Ey âşık sen bu işi bildün ise,
Ol gönüller Maksûdun buldun ise.
İkilik eyleme hiç kimse ile,
Hoş dirliğıl yoksul ile bay ile.
Ey Hüda’ya! Sen ulaştur birliğe,
Hem dahi şol Sana layık dirliğe.[60]
Âşık Paşa yı Velî, insanları birlik ve dirliğe ulaştıracak bir zeminin teolojik temelini inşa ederken, bütün mahlukatın Yaratıcı’sının bir olduğu gerçeğinden hareket etmektedir. Yunus Emre’nin “yaratılanı hoşgör Yaratan’dan ötürü” yaklaşımında da benzer bir bakış açısı görülmektedir. Âşığın gönlündeki maksûd, ma’şûk, matlûb ve ma’bûd olan Allah’a duyulan sevgi, O’nun yarattıklarına da sirâyet etmektedir. Dilleri veya renkleri ayrı da olsa, herkes ve her nefes O’nun “bir”liğinin delilidir.
Âşık Paşa-yı Velî, birlik içinde birikmenin, bir yere gitmenin koşulu olduğunu ifade etmektedir ki, geleceğe yönelik bu öngörü, Hacı Bektâş Velî’nin “bir olalım, diri olalım, iri olalım,” sözünde de dile getirilmiştir. Bir yere gitmek; hedefe, ideale ulaşmak; yani iri olmak, birlik ve dirlik ile mümkündür. En önemlisi ise, bu dünyada ikilik çıkartanlar, Allah’ın insan ve eşyayı farklı yaratmasındaki sırrı anlayamadıklarından ve ayırt etmeyi terk etmediklerinden dolayı, âhirette bunun hesabını vereceklerdir. Hacı Bektâş Velî’ye göre de “yetmiş iki millete bir gözle bakmayan Hakk’a âsîdir.” Çünkü, insanları mensubu oldukları millet veya ırktan dolayı ayırt edenler, Yaratıcı’nın tasarrufuna zımnen itiraz etmektedirler. Bu teolojik temellendirme, Hz. Peygamber’in “Veda Hutbesi”ne[61] ve tasavvuftaki “fütüvvet” anlayışına kaynaklık eden Hz. Ali’ye[62] kadar uzanmaktadır.
Yunus Emre’nin
Biz kimseye kin tutmayız ağyar dahi yardır bize,
Kande ıssızlık var ise o mahle kim şardır bize,
Adımız miskindir bizim düşmanımız kindir bizim,
Biz kimseye kin tutmayız kamu alem birdir bize.[63]
ifadeleri de, aynı duygu ve düşüncenin ürünüdür. Allah ve insan sevgisini, dünya sevgisinin önüne geçirmiş ve kendisine meşreb olarak “miskin”liği seçmiş Yunus için, kamu âlem birdir. Aslında bu mısralarda o, insanların birbirleriyle kavga etmelerine neden olan mal, mülk, makam ve mevki gibi şeyleri küçümsemektedir.
Kaygusuz Abdal, kişinin can-ı gönülden “Hakk” demesi durumunda yabancı olan âlemin tek renkli olacağını ifade etmektedir. Bu durumda herkes tanıdık olur; yabancı kalmaz. Kaygusuz Sultan, bu barış ikliminde Allah’ın birliğinin bilinerek, küfrün imana dönüşeceğini haber vermektedir.[64]
İslâm Tasavvufu’nda inanç, ibâdet ve ahlâk bakımından ideal bir yaşantıya sahip olan kişiye, “insan-ı kâmil” denmektedir. İnsan-ı kâmilin en belirgin özelliği, kin, kibir, hased ve düşmanlık gibi duygulardan uzak olmasıdır. Âşık Paşa yı Velî, onun çevresindeki insanları nasıl algıladığını ve onlara nasıl davrandığını şöyle anlatmaktadır:
Kim bunlar Rahmet’dürür kamulara,
Hem yarın feryad ister tamulara.
Cümle halkın dirliğin bilür bunlar,
Nice kim fısk u fesad çirkin huylar.
Kör iderken cümle çirkin huyları,
Öyle iken hoş dutarlar bunları.
Ol kişiler güneşe benzer olur,
Nur’u ile dünyeyi aydın bilür.
Doğa gelür cümle alem üstüne,
Yahtu virir düşmenine dostına.[65]
Kaygusuz Abdal’a göre derviş, su gibi berrak, toprak gibi sabırlı, ateş gibi nurlu, rüzgâr gibi hareketli olmalıdır.[66] Gururlu ve kibirli olmamalıdır. Komşusuna ve arkadaşlarına karşı dürüst, insanlara faydalı olmalıdır. Kimsenin kusuruna bakmamalıdır.[67] Ahlâkı Hz. Peygamber’e, huyu Hz. Ali’ye benzemelidir. Deniz gibi derin, yer gibi sakin olmalıdır. Ateş gibi, çiği pişirebilmelidir.[68] Düşenin elinden tutmalı ve cimri olmamalıdır.[69] Cümle yaratılmış mahlûkat, ondan emin olmalıdır. Ehl-i tevhîd olmak, cümleyi hak bilmektir.[70]
“Osmanlı Devleti’nin ilk asrına denk düşen bu fikir ve ideal birliği, bir taraftan devletin kısa sürede serpilip güçlenmesine, diğer taraftan da devlet sınırları içersindeki farklı inanca sahip insanların, huzur içinde birlikte yaşamalarına zemin hazırlamıştır. Hatta daha da ileri gidecek olursak, İslâm’ın temel referanslarına sıkı sıkıya bağlı bu anlayışın tezahürleri olan sevgi ve hoşgörü atmosferi, gayr-i müslim unsurları derinden etkilemiş, bu zümreler hızla İslâmlaşmışlardır.
Farklı din ve millete mensup insanların bir arada yaşayabileceğine dair en önemli tarihsel delilleri, Osmanlı Devleti’nin yükselme devrindeki sosyo-kültürel tezahürlerde bulmak mümkündür. Osmanlı Devleti, milletin de etkin ve geniş katılımıyla farklı din mensuplarına birlikte yaşama imkânlarını sonuna kadar sunmuş, bu anlamda “ideal bir toplum modeli” ortaya koymayı başarmıştır. Hıristiyan ve Yahudiler, hayatlarından memnun bir şekilde Osmanlı topraklarında varlıklarını sürdürmüşlerdir. Şüphesiz bu memnuniyet İslâm’a bakışı da olumlu bir yönde etkilemiştir.
Bir arada yaşamanın olmazsa olmaz koşullarından birisi de Hz. Peygamber döneminde olduğu gibi farklı din mensuplarının hukuk önünde adalet ve eşitlik ilkesine uygun olarak muamele görmeleridir. Nurettin Topçu, “Büyük Fetih” adlı kitabında İstanbul’un fethinden sonraki yıllarda gayr-i müslimlerin Osmanlı mahkemelerinde nasıl adil bir şekilde yargılandıkları ile ilgili örnekler vermektedir.[71] Bu örneklerden birinde, -İslâm Hukuku’na göre- adil yargılama yapan “kadı”nın bu etkileyici davranışına hayran kalan Venedik’li bir tüccarın nasıl Müslüman olduğu anlatılmaktadır.[72]
Osmanlı, sadece gayr-i müslimlere karşı adil bir muamele yürütmemiştir. Müslümanlar arasında da birlik ve beraberlik, sosyal aheng ve uyum, aynı ideal etrafında kenetlenme gibi millet olmanın gerektirdiği sosyolojik tezahürler bulunmaktadır. Müslümanlar arasındaki bu kollektif şuur, bir taraftan millet arasındaki dayanışma ve zorluklarla baş etme gücünü artırırken, diğer taraftan da farklı din ve kültürlere karşı hoşgörü ile bakabilme özgüvenini kazandırmıştır. Erich Fromm’a göre; farklı kültürlere mensup insanlara karşı hoşgörülü olamıyorsak, ailemiz içinde de hoşgörülü olamayız. Bunu tam tersini de düşünmek mümkündür. Kendi ailesine, kendi toplumuna karşı hoşgörülü olamayan insanlar, farklı kültürlere karşı da hoşgörü ile yaklaşamazlar.[73] Fromm’un birey için belirlediği hoşgörülü olabilmek için gerekli olan bu psikolojik durumu, millete uyarlayacak olursak, ancak maddî-manevî anlamda güçlü ve kendi içinde kenetlenmiş milletler, hoşgörülü ve affedici olabilirler. Bu gerçeğin farkında olan ve bu sebeple de “vizyoner bir lider” olarak nitelendirebileceğimiz Fatih Sultan Mehmet, “İstanbul’un Fethi” sürecini, Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği kuvvetlendirme dinamiklerini harekete geçirmek suretiyle başlatmıştır.
Onun, şehzade Cem Sultan’a Balkanlar’ın Alpereni Sarı Saltuk’un hayatını yazdırma görevini vermesi, bu anlamda değerlendirilebilir. “Saltukname”de, Sarı Saltuk’un engin bir hoşgörü anlayışı içersinde Balkanlar’daki İslâmlaştırma faaliyetleri ve yaptığı gazâlar anlatılmaktadır.[74] Eserde Anadolu’nun bütünlüğünün sağlanmasında etkili olan manevî değerler söz konusu edilmektedir. Sarı Saltuk, sosyal düzeni, adalet ve hoşgörü ile tanzim eden bir Türk dervişidir. Eserin pek çok yerinde Sarı Saltuk’un ağzından adalet, hoşgörü, bölüşüm ve barış çağrıları yapılmaktadır. Sarı Saltuk, sosyal bütünlüğün olmazsa olmaz bu ilkelerini, devlet büyüklerine öğüt verirken de dile getirmektedir. Örneğin Osman Bey’e şunları söyler: “Sana ve nesline nasihatüm bu olsun ki, emrünüzde adl ve dad idün. Sehâvet ve hasenât gösterün. Hakk-ı sarîha tabi’ olun. Halkı hoş tutun. Mazlumların hakkını zalimlerden alıverün. Ta ki raiyyet sizden hoşdil olup hayr duâ alasuz. Yetimleri ve fukârayı sadaka ile sevindürün.[75]
Fatih, bu eserin yazılmasını Anadolu’daki birlik ve beraberliğin temini (bir arada yaşama kültürünün geliştirilmesi) ile birlikte halkın tebliğ ve gazâ ruhunu canlı tutmak için istemiş olabilir.[76] O İstanbul’un fethinden önce toplumun sosyo-kültürel açıdan buna hazır olması gerektiğinin farkındadır. Bu hazırlık, Fromm’un ifadesiyle güçlü ve hoşgörülü bir millet yapısını ortaya çıkarmıştır. Birlikte yaşamayı başarabilen milletler, başka milletleri bir arada yaşamaya ikna edebilirler. Osmanlı Devleti’ni kendi topraklarını fethetmeye çağıran toplulukları cezbeden şey, şüphesiz ki, Osmanlı topraklarındaki huzur, sükûn, her din ve millet mensubunu içine alan adalet, refah ve mutluluktur.
Halka dinî bilgileri öğretirken, yani bizzat tebliğ yaparken de hoşgörü ve müsamaha gerekmektedir. Tasavvuf dilinde insanlara müsamahalı davranmaya “hilm” (yumuşaklık) denmektedir. Âşık Paşa-yı Velî, halka dini anlatan öğreten kişiye hilmin ne kadar lüzumlu bir tavır olduğunu şöyle anlatmaktadır:
Kimsede kim ilm’ola hilm olmaya,
Ol hilimsiz ilmi kimse almaya.
Zire kim bu ilmi çok bik ilm ola,
Ol ilimden çok kişiye zulm’ola.
Halkı davet eyleye hilmi ile,
Emr-i ma’ruf bildire ilmi ile.
Ol kişi ne dir ise bayıkdurur,
Halkı davet kılmağa layıkdurur.”[77]
İnsanların gönül kilidini açacak olan, “doğruluk” ve onların dilince (seviye ve hallerine göre) “sohbet” etmektir. Tasavvuf dilinde sohbet, muhataba değer vermek anlamına gelmektedir. Mutasavvıflar, sohbetlerini yaparken, “İslâm’a davetin hikmet ve güzel öğüde dayanması”[78], “çirkinliklerin sözle aleni hale getirilmemesi”[79] ve “cahillerin sataşmalarına karşı bile tatlı ve yumuşak konuşulması”[80] gibi Kur’an ilkelerini dikkate almışlardır. Âşık Paşa yı Velî, “eren”lerin herkesi hoşgören ve herkesin yer bulabildiği sohbetlerini insanları biraraya getiren küre (ocak, pota) ye benzetmektedir. Bu kürede her millete yer vardır:
İlle bilkim halk düşübdür reng reng,
Türk ü Tacik İrmeni Rum ve Fireng.
Es vü Çerkes Kıfcak ü Kürd ü Moğol,
Herbirinde mani düşmüşdür nukul.
Reng reng ü cins cins halk görsene,
Pes cevâhiri isteyen bakmaz ana.
Cümle halkı davet eylerler dine,
Nitekim cevher düşüpdür madene.
Ol erenler sohbetidir küresi,
Yani sohbettür bu adem göresi.[81]
Görüldüğü gibi Âşık Paşa yı Velî’nin tebliğ ve irşad için çizdiği etnik ve dinî coğrafya vizyonu, çok geniş bir alanı kapsamaktadır. Bu da onun şahsında XIII. yüzyıldaki manevî liderlerin, kendilerine din eğitimi faaliyeti alanı olarak seçtikleri mekanın ne kadar geniş olduğunu göstermektedir. Aynı vizyoner manevî liderlik özellikleri Hoca Ahmet Yesevî ve Hacı Bektâş Velî’de de vardır. Hoca Ahmet Yesevi, Türkistan’dan Anadolu’nun (diyâr-ı Rûm’un) tebliğ ve irşada olan ihtiyacını görmüş ve Horasan Erenleri şeklinde isimlendirdiğimiz kolonizatör Türk dervişlerini burada faaliyet yapmak üzere görevlendirmiştir. Aynı şekilde Hacı Bektâş Velî de, yetiştirdiği öğrencileri (halifeleri)ni Balkanları İslâmlaştırmak üzere oradaki pek çok şehre göndermiştir. Onların her din ve millet mensubuna karşı hoşgörüye dayalı din eğitimi anlayışları sayesinde Anadolu ve Balkanlar’da uzun yıllar İslâmi değerlerle birlikte sulh ve sükûn hakim olmuştur.
Bugün de, Eva de Vitray Meyerovitch’in ifadesiyle “İslâm’ın Güleryüzü” ile tanışan gayr-i müslimler Müslüman olmaktadırlar. İslâm’ın bütünleştirici özelliği, bireyi bütün ırk ve milletleri içine alan evrensel bir cemaatin üyesi olarak görmesinden kaynaklanmaktadır.[82] Son yıllarda özellikle Batı’da sevgi ve hoşgörüyü esas alan tasavvuf eserlerinin tercümesinde ve yayınlanmasında büyük bir artış gözlenmektedir. İbn Arabî ve Mevlâna’nın eserleri, geniş bir okuyucu kitlesi bulmaktadır.
Bir Fransız Müslüman olan Johan Cartigny, Müslümanların artık Batı ile daha sıkı bir diyalog kurmaları gerektiğini ifade etmektedir.[83] Fakat bu noktada Müslümanların, İslâmî değerleri anlatma ve yaşama konusunda rol modeli durumunda olan kendi mütefekkirlerinin fikir, görüş, tavır ve tutumlarını örnek almaları önem kazanmaktadır. Hacı Bektâş Velî, Mevlâna, Yunus Emre ve Âşık Paşa-yı Velî gibi mütefekkirlerin, kaynağını İslâm’dan alan evrensel mesajları, şüphesiz sevgiye susamış gayr-i müslimlerin gönüllerini yumuşatacaktır. Ancak, Müslümanların bu büyük insanların düşüncelerini, yeterince “temsil” edememeleri, bir arada yaşama kültürünün canlandırılmasını geciktirmektedir. Müslümanların öncelikle kendi aralarında birlik ve dirliği temin etmeleri gerekmektedir. Şüphesiz bu durum, İslâm’ın “tebliğ”i sürecini de yavaşlatmaktadır. Bunun sebebi araştırıldığında şu gerçekle karşılaşılmaktadır: Tarihte bir arada yaşama kültürünün en müstesna örneklerini vermiş olan İslâm kültür ve medeniyetinin varisleri olan bugünkü Müslümanlar, kendi kültürlerini yeterince bilmediklerinden dolayı onun evrensel değerlerini kendi hayatlarında karakterize edememektedirler.
SONUÇ
Herhangi bir kültüre ait davranış biçimleri, o kültüre şekil veren; muhtevasını oluşturan değer yargıları ile açıklanabilir. Mesela; bizim kültürümüzün temel karakteristiklerinden olan ve toplumların bir arada yaşayabilmeleri için en çok lazım olan sevgi, hoşgörü, adalet, misafirperverlik, cömertlik gibi duygu ve davranışlar, kültürümüzün kaynağı niteliğinde olan değer yargılarımızla açıklanabilirler. Bu değer yargılarının teolojik temelleri; Kur’an ve Hz. Muhammed’dir. Kültürel mirasımızın oluşmasında, bu iki kaynağın belirleyici ve yönlendirici bir rolü vardır. Hz. Peygamber döneminden sonraki zamanlarda, kültürel mirasımızı toplumsal hayatın ahenk ve uyumunu temin edecek şekilde ma’şerî vicdana sunan manevi liderler yaşamıştır. Onların her ırk, din ve millete mensup insanların sağduyusuna seslenen barış ve uzlaşma mesajları, herkesin içinde yaşayabileceği bir toplum modeline hayat vermiştir. İslâm’ın güler yüzünü tanıyanlar, onun getirdiği barış iklimini zamanla benimseyerek; Müslümanlaşmışlardır.
Bir arada yaşama kültürünün etkili bir tebliğ aracı olabilmesi için, insanların bir arada yaşamayı becerebilmeleri kadar, bu kültüre yön veren değerlerin kitle iletişim araçları vasıtasıyla geniş kitlelere ulaştırılması da isabetli bir yöntem olarak gözükmektedir. Özellikle sevgi, hoşgörü, adalet ve cömertlik gibi duygu ve davranışlara rol modeli durumunda bulunan başta Hz. Peygamber Efendimiz olmak üzere Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektâş Velî, Mevlâna ve Yunus Emre gibi din büyüklerinin hayatlarının, fikir ve görüşlerinin yetişmekte olan nesle öğretilmesi sevgi ve birliğin gelişip güçlenmesine yardım edecektir. Sevgiyi öğrenen bireyler, sevmeyi de öğreneceklerdir.
BİBLİYOGRAFYA
ADORJAN, Imre, Bir Macar Keşişinin Anadolu Süfîlerini Tanıtması, http://www.alewiten.com/index3.htm
Âşık Paşa-yı Veli, Garibnâme, çev. Bedri Noyan, Ankara, 1998, Ardıç Y.
ATÇEKEN, İsmail Hakkı, Hz. Peygamber’in Yahudilerle Münasebetleri, İstanbul, 1996, Marifet Y.
AYDIN, Mustafa, İslam Toplumunun Şekillenişi, İstanbul, 1991, Pınar Y.
BARKAN, Ömer Lütfi, “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler: İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, Ankara,1942, S. 2, ss. 279-304.
ÇETİN, Osman, Selçuklu Müesseseleri ve Anadolu’da İslamiyet’in Yayılışı, İstanbul, 1981.
Ebu’l-Hayr-ı Rumi, Saltuknâme, Ankara, 1988, Kültür Bakanlığı Y.
FROMM, Erich, Sevme Sanatı, terc. İlhan Eray, İstanbul, 1993, Olgu Y.
GORDLEVSKİ, V., Anadolu Selçuklu Devleti, terc. Azer Yaran, Ankara, 1988, Onur Y.
GÜNAY, Ünver, “Anadolu’nun Dini Tarihinde Çoğulculuk ve Hoşgörü”, Erdem, Ankara, 1996, Atatürk Kültür Merkezi Y., c. 8., S. 22, ss. 189-220.
GÜRKAN, Ahmet, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, Ankara, Nur Y.
Hacı Bektaş Veli, Makâlât, Ankara, 1996, Kültür Bakanlığı Y.
HAMİDULLAH, Muhammed “Hz. Peygamber Gayr-i Müslimlere Nasıl Davrandı?”, İlim ve Sanat, 1986, S. 7, ss. 12-19.
…………, İslam Peygamberi, İstanbul, 1993, İrfan Y.
HÖKELEKLİ, Hayati, Din Psikolojisi, Ankara, 1993, Türkiye Diyanet Vakfı Y.
HUNKE, Siqrid, Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi, İstanbul, 1975, Bedir Y.
KAĞITÇIBAŞI, Çiğdem, İnsan ve İnsanlar, İstanbul, 1996, Evrim Y.
KAYA, Mevlüt, Din Eğitiminde İletişim, Samsun, 1998, Etüt Y.
Kaygusuz Abdal, Dilgüşâ, haz. Abdurrahman Güzel, Ankara, 1987, Kültür Bakanlığı Y.
KÖPRÜLÜ, M. Fuad, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1980, Ötüken Yayınları.
Menâkıb-ı Hacı Bektaş Velî, haz. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, 1958.
MENGİ, Mine, “Saltukname’de Anadolu Birlik ve Beraberliğinin Kuruluşuna İlişkin Bilgiler”, Erdem, Ankara, 1996, Atatürk Kültür Merkezi Y., c. 8., S. 22, ss. 973-984.
MEYEROVİTCH, Eva de Vitray, Güneşin Şarkısı, terc. Cemal Aydın, İstanbul, 2001, Şule Y.
ONARLI, İsmail, “Saruhanoğulları Beyliği’nin Ulu Evliyası: Hamza Baba”, Hacı Bektaş Veli, S. 21, ss. 163-197.
ÖZTÜRK, Levent, İslam Toplumunda Hıristiyanlar, İstanbul, 1998, İz Y.
PEKER, Hüseyin, Din Psikolojisi, Samsun, 2000, Aksiseda Matbaası.
SAKALLIOĞLU, Talat, Hadislerle İslam’da Hoşgörü ve Kolaylık, İzmir, 1996, Çağlayan Y.
SURUÇ, Salih, Peygamberimizin Hayatı, İstanbul, 1998, Zaman Gazetesi Y.
ŞANVER, Mehmet, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, İstanbul, 2001, Pınar Y.
ŞEVKİ, Mahmud, “Blayag’daki Tekke”, İlim ve Sanat, 1987, S. 15, ss. 25-29.
TOPÇU, Nurettin, Büyük Fetih, İstanbul, 1998, Dergah Y.
TURAN, Osman, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, İstanbul, 1969, Turan Neşriyat Yurdu.
TÜRER, Osman, “Batı’nın İslam’ı Tanımasında Tasavvufun Rolü”, Tanımı, Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf, İstanbul, 1991, Seha Y.
YALÇIN, Alemdar-YILMAZ, Hacı, “Kargın Ocaklı Boyu ile İlgili Yeni Belgeler”, Hacı Bektaş Veli, S. 21., ss. 13-89.
YEŞİL, Şemseddin, Hazreti Ali’nin Malik bin Eşter’e Gönderdiği Emirname, İstanbul, 1997, Yaylacık M.
Yunus Emre Divanı, İstanbul, 1954, Maarif Kütüphanesi.
[1] Al-i İmran, 3/20: Nahl, 16/82: Maide, 5/67.
[2] Sevgi ve güvenin, iletişimi etkili kılmadaki yeri ve önemi konusunda bkz. Çiğdem Kağıtçıbaşı, İnsan ve İnsanlar, İstanbul, 1996, Evrim Y., s. 170: Mevlüt Kaya, Din Eğitiminde İletişim, Samsun, 1998, Etüt Y., s. 79-83.
[3] Muhammed Hamidullah, “Hz. Peygamber Gayr-i Müslimlere Nasıl Davrandı?”, İlim ve Sanat, 1986, S. 7, ss. 12-19, s. 12.
[4] “Ensâr ve Muhâcirûn’dan ilk olanlar ve iyilik yapma konusunda onlara tabi olanlar var ya, Allah onlardan onlar da Allah’dan râzı olmuştur.” Tevbe, 9/100.
[5] Çiğdem Kağıtçıbaşı, a.g.e., s. 170.
[6] Mustafa Aydın, İslam Toplumunun Şekillenişi, İstanbul, 1991, Pınar Y., s. 108.
[7] Bkz. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, İstanbul, 1993, İrfan Y., c. I., s. 206-210.
[8] Bakara, 2/256.
[9] Bkz. Bakara, 2/286.
[10] Bkz. Hamidullah, a.g.m., s. 15.
[11] İsmail Hakkı Atçeken, Hz. Peygamber’in Yahudilerle Münasebetleri, İstanbul, 1996, Marifet Y., s. 90.
[12] Suyuti, el-Camiü’s-Sağir, II. 473.
[13] Buhari, Cizye, 5.
[14] Aydın, a.g.e., s. 111.
[15] Bakara, 2/135; En’am, 6/161.
[16] Bakara, 2/136.
[17] Nisa, 4/172.
[18] A’la, 87/18-19.
[19] Maide, 5/82-85.
[20] Hamidullah, a.g.m. s. 18.
[21] Rivayet edildiğine göre, İbn Abbas’ın bir Yahudi komşusu vardır. Bir gün koyun keserler. İbn Abbas, hizmetçisine, Hz. Peygamber’in komşuluk ile ilgili hadisini hatırlatarak, Yahudi komşusuna da et götürmesini ister. Talat Sakallıoğlu, Hadislerle İslam’da Hoşgörü ve Kolaylık, İzmir, 1996, Çağlayan Y., s.131-132.
[22] Siqrid Hunke, Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi, İstanbul, 1975, Bedir Y., s. 255.
[23] Hunke, a.g.e., s. 258.
[24] Hunke, a.g.e., s. 258.
[25] Hüseyin Peker, Din Psikolojisi, Samsun, 2000, Aksiseda Matbaası, s. 208.
[26] Şanver, a.g.e., s. 116.
[27] Hunke, a.g.e., s. 258.
[28] Bkz. Kağıtçıbaşı, a.g.e., s. 173.
[29] Ahmet Gürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, Ankara, Nur Y., s. 281.
[30] Hunke, a.g.e., s. 309-342.
[31] Levent Öztürk, İslam Toplumunda Hıristiyanlar, İstanbul, 1998, İz Y., s. 277.
[32] Bu evliliklerin, birarada yaşama kültürünün canlı tutulmasına başka katkıları da olmuştur: 1. Gayr-i müslimlerle kurulan akrabalık bağları sayesinde, müslim-gayr-i müslim çatışması ihtimali azalmıştır. 2. Farklı inanç ve kültüre sahip insanların birbirlerini daha yakından tanımaları sağlanmıştır. 3. Gayr-i müslimlerin duygu ve düşüncelerini, dini problem ve ihtiyaçlarını yakından tesbit eden eğitimciler, teori, yöntem ve söylemlerini geliştirirken bu tecrübelerden yararlanmışlardır. Günümüzde de, ihtidaların önemli bir kısmı evlilikler sayesinde olmaktadır. Birey, evleneceği kişiye karşı duyduğu sevgi ve evlenme ile amaçladığı değerlerin, inanmakta olduğu değerlerden daha üstün gelmesi nedeniyle dinini değiştirmektedir. Bu konuda bkz. Hüseyin Peker, a.g.e., s. 211; Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, Ankara, 1993, Türkiye Diyanet Vakfı Y., s. 300.
[33] Ünver Günay, “Anadolu’nun Dini Tarihinde Çoğulculuk ve Hoşgörü”, Erdem, Ankara, 1996, Atatürk Kültür Merkezi Y., c. 8., S. 22, ss. 189-220, s.198.
[34] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, İstanbul, 1969, Turan Neşriyat Yurdu, s. 248-251.
[35] Imre Adorján, Bir Macar Keşişin Anadolu Sufilerini Tanıtması, http://www.alewiten.com/index3.htm
[36] Adorján, a.g.m.
[37] Adorján, a.g.m.
[38] Adorján, a.g.m.
[39] Mehmet Şanver, Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, İstanbul, 2001, Pınar Y., s. 110.
[40] Bkz. Hökelekli, a.g.e., s. 297-298.
[41] Menakıb-ıHacı Bektaş Veli, haz. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, 1958, s. 23-24.
[42] Hacı Bektaş Veli, Makalat, Ankara, 1996, Kültür Bakanlığı Y., s. 12.
[43] Hacı Bektaş Veli, a.g.e., s. 15-16.
[44] Hacı Bektaş Veli, a.g.e., s. 16.
[45] Hacı Bektaş Veli, a.g.e., s. 17.
[46] Hacı Bektaş Veli, a.g.e., s. 18.
[47] Ömer Lütfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler: İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, Ankara,1942, S. 2, ss. 279-304, s. 283.
[48] Barkan, a.g.e., s. 290.
[49] Barkan, a.g.e., s. 298.
[50] İsmail Onarlı, “Saruhanoğulları Beyliği’nin Ulu Evliyası: Hamza Baba”, Hacı Bektaş Veli, S. 21, ss. 163-197, s. 179: Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında, siyasi, askeri, iktisadi vb. bir çok faktörün yanında dini müesseselerin, özellikle, Anadolu’da sayısız köy, kasaba, ve mahallenin çekirdeğini oluşturan tekke ve zaviyelerin önemli rol oynadığı gerçektir. Bkz. Osman Çetin, Selçuklu Müesseseleri ve Anadolu’da İslamiyet’in Yayılışı, İstanbul, 1981, s. 135 vd.
[51] Alemdar Yalçın, Hacı Yılmaz, “Kargın Ocaklı Boyu ile İlgili Yeni Belgeler”, Hacı Bektaş Veli, S. 21., ss. 13-89., s. 16.
[52] Mahmud Şevki, “Blayag’daki Tekke”, İlim ve Sanat, 1987, S. 15, ss. 25-29., s. 26.
[53] Barkan, a.g.e., s. 304.
[54] Âşık Paşa-yı Veli, Garibnâme, çev. Bedri Noyan, Ankara, 1998, Ardıç Y. s. 95-97.
[55] Âşık Paşa-yı Veli, a.g.e., s. 95-97.
[56] Âşık Paşa-yı Veli, a.g.e., s. 57-58.
[57] M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1980, Ötüken Yayınları, s.250.
[58] V. Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti, terc. Azer Yaran, Ankara, 1988, Onur Y., s. 327.
[59] Günay, a.g.m., s. 200-201.
[60] Âşık Paşa-yı Veli, a.g.e., s. 59.
[61] “Ey insanlar! Rabb’iniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise, topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahi bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah’ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve ona itaat ediniz. Bkz. Salih Suruç, Peygamberimizin Hayatı, İstanbul, 1998, Zaman Gazetesi Y., s. 422.
[62] Hz. Ali, emir ve sultanların başucu kitabı olan “Emirnâme”sinde Malik bin Eşter’e şu tavsiyelerde bulunur: “Kalbinde raiyye için geniş merhamet ve muhabbet duyguları besle; onları lutuf ile karşıla. Kat’iyyen fırsat bilip de o zavallıları yutmayı ganimet bilen yırtıcı bir canavar kesilme. Zira onlar iki sınıftan ibarettir: 1. Ya dinde kardeşin, 2. Ya yaratılışta bir eşin. Kendilerinden hata sadır olabilir; bazı arızalar zuhur edebilir. Gerek hata ile, gerek kasden işledikleri suçlardan dolayı ellerinden tutarak doğru yola getirmek mümkündür. Nasıl sen, Allah’ın senin günahını effetmesini istersen, sen de onları affet!” Bkz. Şemseddin Yeşil, Hazreti Ali’nin Malik bin Eşter’e Gönderdiği Emirname, İstanbul, 1997, Yaylacık M., s. 29, 30.
[63] Yunus Emre Divanı, İstanbul, 1954, Maarif Kütüphanesi, s. 111.
[64] Kaygusuz Abdal, Dilgüşâ, haz. Abdurrahman Güzel, Ankara, 1987, Kültür Bakanlığı Y., s. 59.
[65] Aşık Paşa yı Veli, a.g.e., s. 104.
[66] Kaygusuz Abdal, a.g.e., s. 63.
[67] A.g.e., s. 64.
[68] A.g.e., s. 73.
[69] A.g.e., s. 96.
[70] A.g.e., s. 112.
[71] Nurettin Topçu, Büyük Fetih, İstanbul, 1998, Dergah Y., 65-67.
[72] Topçu, a.g.e., s. 67.
[73] Erich Fromm, Sevme Sanatı, terc. İlhan Eray, İstanbul, 1993, Olgu Y., s. 143.
[74] Bkz. Ebu’l-Hayr-ı Rumi, Saltukname, Ankara, 1988, Kültür Bakanlığı Y.
[75] Ebu’l-Hayr-ı Rumi, a.g.e., c. II., s. 186.
[76] Bkz. Mine Mengi, “Saltukname’de Anadolu Birlik ve Beraberliğinin Kuruluşuna İlişkin Bilgiler”, Erdem, Ankara, 1996, Atatürk Kültür Merkezi Y., c. 8., S. 22, ss. 973-984: Sarı Saltuk esas itibariyle İslam’ın tebliği için çalışan bir Alperen’dir. Saltukname’de Anadolu’da Müslüman birliğinin sağlanması isteği, şöyle anlatılmaktadır: Bir ulu pir papaz Şerif’e karşu gelip eyitti: Server! Hoş geldiniz. Bir micmer elinde buhurlar eyledi. Şerif eyitti: “Bu mumları gündüz niçün yakarsın?” Eyittiler: “Mesih mumu gündüz yanar.” Şerif eyitti: “Ben dahi bir mum yakayım; şem-i Muhammedi olsun. Ta kıyamete dek yansun. Gice gündüz söyinmesün ve nice gaziler canı ana pervane olsun. Tek siz taksirlik idüp yağın eksük itmen, fitile artık hacet olmasun… Ol rahipler eyittiler: “Eğer sen şem yakasın, biz Müslüman olalım.” Şerif eyitti: Gice düşümde Server-i Arab Seyyid-i Acem, Habib-i Hüda Muhammed Mustafa’yı gördüm bana sizleri gösterdi dahi eyitti: “İslam çerağın anda yandur, şimden giru Rum, İslam birle dolısardur.” Şerif, salavat virüp mumu yandırdı, kilisenin sağ canibi tarafından suffasında dike kodu. Ruhbanlar, Allah ve Rasulü’ne iman getürüp müslüman oldular. Bkz. Ebu’l-Hayr-i Rumi, a.g.e., c. II., s. 24-25.
[77] Aşık Paşa yı Veli, a.g.e., s. 134.
[78] Nahl, 16/125.
[79] Nisa, 4/148.
[80] Furkan, 25/63.
[81] Aşık Paşa yı Veli, a.g.e., s. 269.
[82] Eva de Vitray Meyerovitch, Güneşin Şarkısı, terc. Cemal Aydın, İstanbul, 2001, Şule Y., s. 43.
[83] Osman Türer, “Batı’nın İslam’ı Tanımasında Tasavvufun Rolü”, Tanımı, Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf, İstanbul, 1991, Seha Y., ss. 143-176, s. 164.
İlgili