Prof. Dr. Osman Eğri
Çokluktaki birliği gözlere seyrettirmek, dost gönüllere bir ve birlik olmanın manevî huzûrunu yaşatmak dileyen Hakk Teâlâ, insanlığı “yetmiş iki millet” halinde yaratmıştır. Rızâsını kullarının birbirlerinden râzı olmalarına bağlamış, “rızâ lokması”nı “helâl” olarak isimlendirmiştir. İyilikle kötülüğün bir tutulamayacağını, kötülüğün iyilikle savılması gerektiğini haber veren Kur’ân-ı Kerîm, “güzel âşık cevrimizi çekemezsin demedim mi, bu bir rızâ lokmasıdır yiyemezsin demedim mi?” diyen dervişlerin ilhâm kaynağı olmuştur.
Her nereye baksa, Hakk’ı orada hâzır gören hakîkat yolcuları, insanlara iyilik yaparken ayırt etmeyi terk etmişler, ellerinden gelen iyiliği yetmiş iki milletten esirgememişlerdir. Bu tavır Anadolu’daki erenlerin edeb, erkân ve ahlâk anlayışlarının bir gereğidir. Yaşadıkları dönem için “diyâr-ı Rûm” sayılan Anadolu topraklarında “yetmiş iki millete devlet” olan gülyüzlü, şirin sözlü bu dervişleri yetiştiren Hacı Bektâş Velî, Mevlâna Celâleddîn Rûmî ve Ahî Evran Velî gibi Allah dostları, tekke ve dergâhlarını edeb-erkân çerçevesinde kurmuşlardır. Bu tekkelere edeb ile girip, irfân ile çıkan cânlar, başlara tâc, yaralı gönüllere ilâc olmuşlardır.
Hacı Bektâş Velî gibi Hakk’ın sevgili kullarının her nefesi insan ve hayata anlam kazandıran, kalp, gönül ve rûhları canlandıran Hızır çeşmesidir. Hacı Bektâş Velî’den aldıkları feyzle nefislerini terbiye, kalblerini tezkiye ve rûhlarını tasfiye eden dervişler uğradıkları yerleri yeşillendirmişler, cehâlet karanlıklarını Allâhu Teâlâ’nın, Muhammed Mustafâ’nın ve Aliyyü’l-Murtazâ’nın nûruyla aydınlatmışlardır. Hünkâr’ın ifadesiyle; “dervişleri tutsalar mütevazıdırlar ve eğer bıraksalar hiç kin gütmezler. Hakk’ın varlığına inanan topluluktur onlar, aşk denizinin balıklarıdırlar.”[1]
Ahmet Rıfat Efendi, hakîkat yolcusu dervişi şöyle tarif etmektedir: “Derviş, her zaman İlâhî bilgileri öğrenmek için sığınak arayan kişidir. Nefsini her türlü tutku ve heveslerden arındırıp eğiterek, Allah’ın birliğine inanan ve imanını sürekli güçlendiren kişidir.”[2] Dervişlik; paklık, arılık ve teslimliktir.[3] Onlar namâzlarını kılarken, oruçlarını tutarken hep Rabb’lerinin rızâsını kazanmayı hedeflerler. Dost ve muhibleriyle paylaştıkları sofra muhabbet sofrası, meydandaki seccâde hakîkat seccâdesi, uyandırılan çerağ (mum) da hakîkat çerağıdır. Gülyüzlü dervişler gül alırlar, gül satarlar.
“Üç günlük oruçtan sonra, ufak bir dilenci ekmeğiyle sofra kurar, iftar ederler. Rabb’in borcunu edâ etmek için, cem evine, mum ışığında gerçeği görmeye gelirler. Server’den bir yanış, huzûrdan bir nûr, namâzdan bir zevk ve niyâzdan bir safâ, hâlvetten bir köşe, gönül huzûrundan bir azık, neşeden bir çerez, eşsiz bir şakıyış, çalgılardan bir çeng (arp), yakarışlardan bir berbet (bir müzik aleti), feryattan bir ney. Her biri secde ve şuhûd sahibi, naz ve niyâz ehli. Kıyâma durmuş bir grup, secdeye kapanmış bir topluluk. Bir saat âh ederler, bir anlık yol bulurlar. Bir süre yakarırlar ve Allâh’ın rızâsını dilerler.”[4]
Namâz, niyâz ve nâz ehli dervişlerin Hakk’a olan seyirlerinde devamlı bir yükseliş (miraç) vardır. Onlar ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn derecelerinde hâlden hâle, müşâhededen müşâhedeye dalarlar. Bu derinleşmeyi ibâdetlerine yansıtarak bedenlerini, kalplerini ve rûhlarını rafine ederler. İnceden inceye bir yol izlerler. Dervişler için ilme’l-yakîn bedeni eğitmek, ayne’l-yakîn kalbi eğitmek, hakka’l-yakîn ise canı eğitmektir. İlme’l-yakîn bedenle, ayne’l-yakîn kalple, hakka’l-yakîn ise cânla ibâdet edilmesidir. Bedenle ibâdet edenler âbidlerdir, kalple ibâdet edenler zâhidlerdir, cânla ibâdet edenler ise âriflerdir. Bedenle ibâdet edenler halk yanında makbûl olur, kalple ibâdet edenler melekler yanında makbûl olur, cânla ibâdet edenler ise Hakk Teâlâ yanında makbûl olur.[5]
Ârif olmak kolay değildir. Pîrinden; “gelme, gelme! dönme, dönme! gelenin malı, dönenin cânı” ikazını alan derviş yolun çetin, menzilin ırak olduğunun farkındadır. Derviş kelimesinin içerisinde barındırdığı hakîkati yerine getirmek bile cehd ister, gayret ister. Cehâlet ve gafletten uzak durmayı ister. Bektâşîlik’te derviş kelimesinin her bir harfine ayrı ayrı manalar verilmiştir. Bu manalar, dervişliğin âdâb ve erkânı ile ilgilidir. Dervişliğin “dal”ı, dert ehli olmayı; “ra”sı her ne işlenirse Allah rızâsı için işlenip riyâ etmemeyi; “vav” ve “ra”sı, Hak kelâmından başka bir şey söylemeyip daima Allâh’ı zikretmeyi; “ya”sı, cümle halka iyi davranmayı; “şın”ı da aşk-ı Hakk’la dâima şâd olmayı sembolize etmektedir.[6]
Derviş kendini Hakk’ın yarattığı, takdir ettiği, emir alanı, baktığı yeri olarak bilmelidir. Allah’ın emrine râzı ve ondan hoşnut olmalıdır. Kendini Allâh’ın rızâsına, isteğine; eşi olmayan Yaratan’ın iradesine teslim etmelidir. Çünkü Yaratan’ın yarattığına karşı iradesi çeşitlidir: Bazen sevinç, bazen de hüzün. Bazen sağlık, bazen hastalık, bazen darlık, bazen de ferahlık şeklinde taksim edilmiştir. Derviş hepsini Hakk’tan bilmeli ve Hakk’tan gelen her şeyi can-ı gönülden kabullenmeli ve onunla yetinmelidir.[7] Bir Bektâşî Erkânnâmesi’nde, “Derviş kimdir?” sorusuna şöyle cevap verilmektedir: Derviş, varlığından geçip yok menziline giren ve bir anda cümle alem yok olsa, bundan dolayı zerre kadar dertlenmeyendir.[8]
Dervişin varlıktan vazgeçebilecek hâle gelebilmesi için, yerine getirmesi gereken sünnet ve farzlar bulunmaktadır. Seyyid Ahmet Rıf’at Efendi, dervişin dürüst niyet ve salih amelle sabahladığı andan gecelediği ana kadar, ibâdet ve tâatle Allah yoluna devam ederek, kalbini Allah’tan başka her şeyden boşaltması gerektiğini ifade etmektedir.[9] Derviş, Allah’ın adını anmayı dilinden düşürmemeli ve gönlünde Allah’ın adını anmaktan başka bir şeye yer vermemelidir. Talibin meramı ve şikayeti Allah’tan başkasına olmamalıdır. Çünkü gönül, Allah’ın göründüğü ve baktığı yerdir. Orada O’ndan başkasına yer yoktur. Derviş tüm zamanını Allah ile geçirmelidir. Ondan doğan her nefes, Hakk’ı anarak tükenmelidir. Derviş her nefeste varlığını, Yaratan’ını isteme hâline koymalı; dilini O’ndan başkasını anmaktan arındırmalı, sevgili makamına ermek için gönlünü ve ruhunu Hakk’a yakınlaştırmalıdır.[10] Derviş, dünyada iken Cennet’te gibidir. Hakk’a vasıl olmuş, korku ve endişelerden kurtulmuştur. Cân u gönülden Allah’a ibadet ve tâatte bulunmaktadır.
“Derviş, ilahî düşüncelere dalmalı, sevgi meyvelerini dermeli, ruhunu tevhit içinde tutmalı, ilahî sırlara ulaşmaya gayret etmeli, başına ihlas tacı koymalı, huzura çıkma kemeri kuşanmalı, ibadet bineğine binmeli, teklik makamına erebilmek için kulluk kırbacını eline alıp, gayret atını birlik meydanında koşturmalıdır. Gönlünü tevhit suyu ile beslemeli, ruhunu Hakk’ın görüntü nurlarıyla ışıklandırmalı, ‘İnsanın özü benim sırrımdır, Ben de onun sırrıyım.’incisine kavuşmak için görüntü denizinde dalgıçlık yapmalıdır.”[11]
Tasavvuf; davaları terk edip manaları gizlemektir. Ben mürîd oldum, Ehl-i Beyt’ten falan kimseye mensubum, demek yeterli değildir. Nefisle mücadeleyi devam ettirmek, şöhret, şehvet ve nefsani duyguların esiri olmamak gerekmektedir. Derviş, zühd ve takva sahibi olmalıdır. Dünya ve ukba (ahiret) sevgisini terk ederek Allah’a muhabbet etmelidir. Şeriat kapısının gereklerini yerine getirmeli ve nehiylerden layıkıyla sakınmalıdır. Şerîat, tarîkat, ma’rifet ve hakîkat kapılarının dördünün de gereklerini yerine getirmeli, birini dahi eksik bırakmamalıdır.[12]
Dervişliğin başı, ihlastır. İhlas, yapılan her hizmeti varlık getirmeden, yani gönüllü olarak yapmak demektir.[13] Derviş, âşık, halis, muhlis ve sâdık olmalıdır. Eğer muradı, halk içinde itibar bulmaksa, dergâhta yüz bin mücahade ve riyazât etse makbul değildir. İmam Cafer Sadık Buyruğu’nda böyle kişilerin müşrik ve mürâî oldukları ifade edilmektedir.[14] Dervişin özü ile sözü bir olmalıdır. Yani, ehl-i hâl olmalıdır. Pîr Sultan Abdal, bu konuya şöyle değinmektedir:
Men dervişim dersin göğsün açarsın,
Kâli hâl etmeğe hâlin var mıdır?[15]
Derviş, tekkeye ve mürşidine sadâkatle bağlanmalıdır. Gönlünü pîre teslim etmeli, pîr de ona ilim öğretmeli, derviş pîre karşı gelmemelidir. Pîr ne emrederse, derviş onu yerine getirmeli, yüzünü gölgeye değil, güneşe dönmelidir.[16] Niyâzî Mısrî de, dervişin aşk ve sadâkatten geri kalmaması gerektiği fikrini taşımaktadır. Can (kalb) gözünün ve gönlünün açılması için bu niteliklere sahip olması lazımdır:
Derviş olan âşık gerek yolunda hem sâdık gerek,
Bağrı anın yanık gerek can gözleri açık gerek.[17]
Âşık Paşa-yı Veli, dervişin dünya malında; bağda, bahçede, altın ve gümüşte gözü olmaması gerektiğini ifade etmektedir. Hz. Peygamber’in “Fakirlik benim övüncümdür ve ben onunla övünürüm.”[18] hadisine atıf yapan Âşık Paşa-yı Veli, asıl ödülün dervişlik olduğunu söylemektedir. Kanâat sahibi olmayan birinin derviş de olamayacağını belirtmektedir.[19] Dervişin malı çok da olabilir. Bu durumda da ona yakışan, cömertliktir. Cömert olmayan dervişin Yahûdî’nin yanında bile kıymeti yoktur.[20]
Bektâşî dervişi, aynı zamanda bir hoşgörü insanıdır. Hoşgörü duygusunu eserleri ve icraatlarıyla tanımlayan pîr-i tarikat Hacı Bektâş Velî, Kitâbü’l-Fevâid adlı eserinde şöyle söylemektedir: “Gerçek derviş odur ki, kimsenin kendisini incitmesinden kırılmaz. Yiğit olan odur ki, kırılmaya. (Kırılmaya) layık olanı da kırmaz.”[21] “Dervişlik elenmiş bir toprak olmaktır ki içine su dökülmüştür. Ne üzerinde yürüyen insanların ayak tabanına ondan bir eziyet gelir ne de ayaküstüne ondan bir toz gelir.”[22] Hacı Bektâş Velî’nin ve onun yolunu takip eden dervişlerinin hoşgörüsü, temeli olmayan bir pasiflik veya âcizlik değildir. Kendilerine eziyet edenleri hoşgörüp, incitenleri incitmemelerinin sebebi, Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed’in hoşgörüsüdür. Pîr Sultan Abdal, sabır ve hoşgörü konusunda, üzerine işkembe bırakılarak eziyet edilen Hz. Muhammed’i örnek göstermektedir:
Turâblık cümlenin başı
Dâim çiğnenmektir işi
Üstüne atarlar leşi
İncinme gönül incinme[23]
Derviş, herkesin gönlüne girebilmelidir. Bunun için de dil ve üslubu, gönülleri kazanabilecek bir nitelikte olmalıdır. Vîrânî Baba, dervişin üslubunu nasıl ayarlaması gerektiğini anlatmaktadır. Onun referansları da, tıpkı Pîr Sultan Abdal gibi Peygamberlerdendir. Derviş, “şu kâfir”, “şu müslüman” diye kimseyi ayırmamalı, herkese hitâb etmelidir:
Ey gönül! Sultan isen öt herkesin dilince sen,
Mülke Süleyman isen öt herkesin dilince sen.
Hastanın hem nabzını tut her ne ise şerbeti,
Ver ana Lokman isen öt herkesin dilince sen.
Kimi küfür kimi din eylemegil kibr ü kin,
Küfrü ko iman isen öt herkesin dilince sen.[24]
Buyruk kitabında yapılan bir sembolizmde dil, üslup ve görüntüsüyle insanların gönüllerine kolaylıkla girebilecek bir sûfî/derviş resmi çizilmektedir. Yetmiş iki millete devlet olan bu derviş, her nesnenin en güzeline benzemektedir: “Sûfî/derviş sular içinde bengisudur. Zemzemi andırır. Yiyecekler içinde bal ve helvadır. Yemişler içinde elma ve incire benzer. Çiçekler içinde güle benzer. Bilgi kaynağı kelâm-ı kadîm (Kur’ân-ı Kerîm)dir. Yüzü, kutsal Kur’ân-ı Kerîm’in yüzüdür. Yedi yazısı yedi Fatiha’dır. Sözleri bin bir ad (Allah’ın bin bir ismi)dır. Zülüfleri on ikidir… Allah, on sekiz bin âlem ve yetmiş iki millet sûfî/dervişleri pek sever.[25] Göze ve gönle hoş gelen bu derviş, ilim ve irfân kaynağı Kur’ân’a dayanan, on iki sembolüyle ifade edilen Ehl-i Beyt’ten feyz ve manevi güç alan, lezzetli ve hoş kokulu bir meyve misâli, her hareketi ve sözüyle insanların ruhani zevklerini artıran ve her yerde aranan bir cevherdir. İnsanlar ona baktıklarında rahatlar ve Hakk’ın sözü olan Kur’ân’ı hatırlarlar.
Buyruk kitabında dervişlerin kendi aralarındaki münasebetler de düzenlenmeye çalışılmıştır. Müslüman bir dervişin işlediği günahlardan kurtulmak isteyeceği gerçeğinden hareketle, dervişler arasında karakterize edilmesi istenen olumlu davranış modelleri günah-sevap simetriği içinde açıklanmıştır. Bu temellendirmeyle dinî inancın insanlara olumlu davranışları kazandırmadaki etkisinden yararlanılmak istendiği görülmektedir: “Bir sûfî/derviş bir dervişin evine gitse, ayakları ile işlediği günahlardan kurtulur. Elini öpse, eli ile işlediği günahlardan kurtulur. Yürekten yüzüne baksa, gözleriyle işlediği günahlardan kurtulur. Bir sûfî/dervişe muhabbet etse, gönlü ve yüreği ile işlediği günahlardan kurtulur. Bir sûfî/dervişe dünya yiyeceği yedirse, Allah ona Cennet’te Cennet yiyeceği sunar. Bir sûfî/derviş, bir sûfî/dervişin köyüne, iline veya ülkesine gitse, yüz bin rahmet, yüz bin bereket ve yüz bin hayır kazanır. Ev sahibi sûfî/derviş diğer sûfî/dervişe güler yüz gösterdiğinde, ev sahibi sûfî/dervişin evinden, köyünden yüz bin bela ve kaza uzaklaşır.”[26] Derviş sergilediği her olumlu davranışla Allah’a, O’nun Cemâl’ine ve Cennet’e bir adım daha yaklaşırken, her olumsuz davranış da onu kutsal değerlerden adım adım uzaklaştırmaktadır.
İmam Cafer Sâdık Buyruğu’nda dervişin başına gelebilecek üç manevi musibetten bahsedilmektedir: 1. Yalan söylemeye kastedip edeb beklememek. 2. Gıybet etmek, her türlü mesâvîyi (günâhı) irtikâb etmek. 3. Evliyânın mihr-i muhabbetini gönülden çıkarmak. Dervişin, dergâhta bu üç türlü işi işlemesi hâlinde makbul olmayacağı ifade edilmektedir.[27] Derviş sözlerinde, amellerinde ve davranışlarında doğru olmalı; vücudunu gerçek özne olan Allah ile var etmeli; Vücutta Allah’tan başka özne yoktur gerçeğini bilmeli; her zaman Allah’a yakınlık denizine alışmalıdır.[28] “Ârifler katında her sözün üç ön yüzü, bir ardı vardır. Öyle olunca ârif olmayanlar bilmediklerinden dolayı sözün ardını söylerler, mahcup olurlar. Ancak ârifler, sözün ön yüzünü söylerler, utanılacak şey söylemezler.”[29]
Bir Bektâşî dervişini dış görünümü itibariyle şu şekilde tarif etmek mümkündür: Başında on iki dilimli tacı, boynunda teslim taşı, belinde kuşağı (tığbent), üstünde kaftanı, yola çıkacakmış izlenimi veren sırtında sofrası, kolunda keşkülü, omuzunda nefiri ve elinde teberi ile etrafına olumlu enerji yayan bir insandır. Gözleri ışıldayan, güleç yüzlü, zeki bakışlı, cemiyet içinde sevilen ve sayılan, insanlara doğruyu, iyiyi, güzeli öğretmeye ve onları düşündürmeye çalışan bir gönül eridir.[30] Hırkasının yakasında yâ Sabur, yâ Şekür, yâ Mecîd, eteğinde yâ Vâhid, yâ Ehad, yâ Ferd yazılıdır.[31] Halkın psikolojisini çok iyi bilir ve halktan biri olmanın tüm gereklerini yerine getirir. Hoşgörüsü ve nüktedanlığı, onun insanlar tarafından geniş kabul görmesini kolaylaştırmıştır.
Sonuç olarak; ilâhî aşk boyasıyla kalbini cilalayan, ibâdet bineğiyle birlik meydânında at koşturan, sevgi meyvelerini dostlarıyla yiyen, eline, diline ve beline sahip olan, gördüğünü örten, görmediğini söylemeyen, eliyle koymadığını almayan, ağlattığı varsa güldüren, boşalttığı varsa dolduran, çağırılmadan gitmeyen, sorulmadan söylemeyen, alnı, sofrası ve gönlü açık olan, elinden gelen iyiliği yetmiş iki milletten esirgemeyen Hakk ve hakîkat uğruna cânından ve başından geçmeye hazır olan Bektâşî dervişi asırlar boyu kalelerden önce gönülleri fethetmiş; gülbang-i Muhammedî’yi yedi iklim, dört kıtaya taşımıştır.
* Hitit Üniversitesi Hacı Bektaş Velî Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü
[1] Hacı Bektâş Velî, “Kitâbü’l-Fevâid”, Hacı Bektaş Velî El Kitabı, haz: Abdurrahman Güzel, Akçağ Y., Ankara, 2011, s. 436.
[2] Seyyid Ahmet Rıfat Efendi, Mir’âtü’l- Mekâsıd fi Def’il- Mefâsıd, İstanbul, H., 1293, s. 53.
[3] Şeyh Safî Buyruğu, çev: Mustafa Erbay, Ankara, 1994, Ayyıldız Y., s. 136.
[4] Hacı Bektâş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 436.
[5] Hacı Bektâş Velî, a.g.e., s. 436.
[6] Bektâşî Tarîkatına Ait Usul Âdâb ve Âyinler Mecmuası, el yazması eser, Süleymaniye Kütüphanesi, H., 1284, vr. 31a.
[7] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye,Hacı Bektaş Velî El Kitabı, haz: Abdurrahman Güzel, Akçağ Y., Ankara, 2011, s. 491.
[8] Bektâşî Tarîkatına Ait Usûl Âdâb ve Âyinler Mecmuası, vr. 29b.
[9] Seyyid Ahmet R. Efendi, Mir’âtü’l- Mekâsıd fi Def’il- Mefâsıd, s.15.
[10] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 491.
[11] Hacı Bektâş Velî, a.g.e., s. 486.
[12] Veli Baba Menâkıbnâmesi, haz. Bedri Noyan, Can Y., İstanbul, 1995, s. 198, 199.
[13] Bektâşî Tarîkatına Ait Usûl Âdâb ve Âyinler Mecmuası, vr. 29b
[14] Bkz. İmam Cafer Sâdık Buyruğu, Ankara, Ayyıldız Y., ts., s. 363.
[15] Pîr Sultan Abdal Hayâtı ve Şiirleri, İstanbul, ts. Maarif Kitaphanesi., s. 122.
[16] Erkânnâme 1, haz: Doğan Kaplan, Türkiye Diyanet Vakfı Y., Ankara, 2007, s. 37-38.
[17] Niyâzî Dîvânı, Maarif Kitaphanesi, ts., s. 97.
[18] Hadis olarak rivayet edilen bu metnin mevzû olduğu söylenmişse de bazı meşhur hadis kaynakları zayıf senetle hadis olarak rivayet etmişlerdir. el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.II, s. 87.
[19] Âşık Paşa-yı Velî, Garibnâme, haz. Bedri Noyan, Ankara, 1998, Ardıç Y., s. 361.
[20] Âşık Paşa-yı Velî, a.g.e., s. 363.
[21] Hacı Bektâş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 447.
[22] A.g.e., s. 459.
[23] Cahit Öztelli, Pîr Sultan Abdal, İstanbul, 1996, s. 371.
[24] A.g.e., s. 181.
[25] Buyruk, haz: Fuat Bozkurt, s. 32.
[26] A.g.e., s. 33.
[27] İmam Cafer Sâdık Buyruğu, s. 348.
[28] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 488.
[29] Hacı Bektâş Velî, Makâlât, haz: Ali Yılmaz, Mehmet Akkuş, Ali Öztürk, Türkiye Diyanet Vakfı Y., Ankara, 2009, s. 48.
[30] Dursun Yıldırım, Türk Edebiyatında Bektâşî Fıkraları, Ankara, 1999, s. 37, 38.
[31] Bektâşî Tarîkatına Ait Usul Âdâb ve Âyinler Mecmuası, vr. 28a.
İlgili