Prof. Dr. Osman Eğri
Dünyâyı nider âşık, ukbâyı nider sâdık
Mısrî ola gör ayık, sen vuslata erince
Âşık ve sâdık olmak demek, Allah’dan gayrısına bağlanmamak, sadece Allah’ı görmek, bilmek, bulmak ve Hakk’la bir olmak demektir. Hakk’la bir olmak vuslat, yani Allah’a kavuşmaktır. Vuslat için kat edilmesi gereken uzunca bir yol, yani seyr ü sülûk, çekilmesi gereken çile, aşılması gereken menzil, mertebe, hal, makâm ve engeller bulunmaktadır. Kesretten vahdete, farktan ceme, cehaletten marifete, kahırdan lutfa, celâlden cemâle ulaşmak isteyen âşık ateşten gömlek giymeye, demirden leblebi çiğnemeye razı olmuş demektir. Horasan’dan gelen pîr ve mürşidlerin himmet ve nefesleriyle mayaladıkları Anadolu toprakları nice âşık ve sâdıklara mekân olmuştur. Dünya ve ukbâdan geçerek Hakk’la vuslata eren Niyâzî-i Mısrî Anadolu himmet deryasında yetişen bir hakîkat eridir.
Erken yaşlardan itibaren yönünü Hakk’a çevirmiş olan Mısrî’ye göre; bu dünyaya din, mezhep, millet, dünya ve âhiret için değil, aşk-ı ilâhî için gelinmiştir.[1] O, eserlerinde Allah dostluğunu kazanmış bir mürşid-velî olarak âşık ve sâdık olma sevdasına düşmüş gönül sahiplerine yol hakkında aydınlatıcı, irşâd ve ikaz edici bilgiler vermektedir. Onun hayatı ise çile ve ıstırabla geçen çileli bir ömürdür. Vuslata mübtela gönlüyle, ne dünyaya ne de ukbâya eyvallah etmeden yaşamış, bütün tehlikelere ve yoldaki yırtıcı kuşlara meydan okumuş gerçek bir Hakk âşığıdır.
Ey Niyâzî, mürşid istersen bu yolda aşka uy
Enbiyâ vü evliyâye aşk oluptur reh-nümâ…
Yukarıdaki beytinde ifade ettiği üzere Mısrî’nin mürşidi; onun ifadesiyle enbiyâ ve evliyâya da rehber olan aşktır. Hakîkat ehli olanlar, aşka tabi olmuşlardır. Ona göre; en başta enbiyâ ve sonra da evliyâ hakîkat ehlidirler. Aşkın beden dili; semâ ve deverân, yazı dili ise; nazımdır. Mısrî bütün coşku ve heyecanını manzûm beyitlerle ifade etmiş, coşmaya müsait gönülleri aşk denizinde yolculuğa çıkartarak, hakîkat incisine kavuşturmuştur. Öğrencilerinden Abdî-i Siyâhî onun manevî görevini şu şekilde özetlemektedir: “(O) âşık ve sâdıklara, râh-ı Hakk’a (Hakk’ın yoluna) ve vuslat-ı cânâna (Allâh’a kavuşmaya) talip olanlara delîl olup, rûz-ı cezâda (mahşer gününde) Cenâb-ı Hak ve Hazret-i Peygamber Efendimiz Hazretleri hoşnut ve râzı olsun diye tevhîdi tâlim etmeye geldi.”[2]
Dünyâdan ve ukbâdan geçen âşıklar için önemli hedef vuslat olunca, vuslata kapı aralayan ölüm de onlar için düğün-bayramdır. Âşığa ölüm o kadar yakındır ki teni; kabir, ayağı; lahit, gönlü; tabut, canı; ölüdür.[3] Âşık her an ölümle iç içe yaşamaktadır. Mısrî’nin Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hakkındaki şiddetli sevgi ve bağlılığında, Hz. Hasan’ın dünyadan vazgeçip halifelik makamından tek taraflı ferâgat etmesini, Hz. Hüseyin’in ise dünya içindekilerin bütününden vazgeçerek, şehâdeti tercih etmesini bir neden olarak görmek mümkündür. Onun şu sözleri, ölüm ve eziyete ne kadar da hazırlıklı olduğunu göstermektedir: Mü’min dünya evinden çıktığı zaman anası, babası, çocukları, kardeşleri, dostları onun ayrılışına ağlarlar. Oysa onlar ağlarken, mü’min dünyadan çıkışına sevinir. Ölüm onlar için en korkulu ve acı bir şeydir. Ama ölümü tadan mü’min için ölüm, Yûsuf Peygamber’in zindandan çıkması kadar sevinçli bir olaydır. Nasıl ki Yusuf zindana köle olarak girip, sultan olarak çıkmışsa, mü’min de dünyaya âşık olarak girer, mâşûk olarak çıkar.[4]
- Yüreğin Köz Güzelliği Görür Göz
Yıllarca sürgün hayatı yaşayan ve ancak bir Hakk erinin tahammül edebileceği kötülüklere maruz kalan Niyâzî-i Mısrî, vahdet-i vücûd anlayışına uygun olarak, kâinatta mutlak anlamda kubh (çirkinlik) olmadığını ifade eder. Mısrî, tüm insanlara Allah’ın nûruyla bakan kişinin, zulmette nûr, zehirde panzehir, düşmanlarda dost, kahırda lütuf, birbirine ve zıt ve çok çeşitli aynalarda bir cemâl göreceği görüşündedir.[5] Allah neyi yaratmışsa “niçin”i ve “nasıl”ı olmaksızın mutlaka bir hayır murad etmiştir.
Mısrî, “Yaptığından sorulmaz”[6] ayetinden, “Allah’ın güç ve kudret sahibi olduğu için sorgusuz sualsiz dilediğini yapması ve yaratması” sonucunu çıkartmaz. Ona göre eğer Allah insanların bu ayette kastedilen hikmeti anlayabilmeleri için onlara basîret verirse, şu gerçek anlaşılır: Allah’ın yaratıcılığındaki hikmeti gören insanın zihninde soru kalmaz. Çünkü her şey yerli yerine oturmuştur. Bu yüzden yaptığından dolayı Allah’a soru sorulmaz. Bir kul Allah’ın fiillerinden kendi ilmine, zevkine ve mizacına aykırı gördüğü bir şeyi sormak isterse, Allah onun basîret gözünü açar ve kul Allah’ın o konudaki hikmetini kavrar. Bu suretle kul, kalbinden niçin, nasıl sorularını çıkarır. Artık hiçbir şeyin sinek kanadı kadar fazla yahut eksik tarafını dahi Rabb’ine sormayı kendisine yakıştıramaz. Bir hastalığın, bir kusurun, bir eksikliğin, bir fakirliğin, bir zararın, bir cehaletin, bir küfrün kaldırılmasını doğru bulmaz. Allah’ın insanlara ezelde taksim ettiği rızkı, eceli, kudreti, aczi, itâati veya masiyeti değiştirmeyi istemez. Eşyayı olduğu gibi görür ve kabul eder. Bunların hepsini içinde hiçbir zulüm olmayan gerçek adâlet ve kemâlin bir sonucu olarak kabul eder. Her şer sandığının altında bir hayır vardır. Bir zaman zulmetin kapladığı bir şeyi, başka bir zaman nûr kaplar. Allah cömert, kerîm ve merhametlidir.[7]
O kendisine kötülük yapanların Allah katındaki, evliyâ yanındaki konumlarını, kötülüğe muhatap olan velînin hikmet-i vücûdiyetini bildiği için rahattır. Âşıklara nasihat ederken, aslında içinde bulunduğu durumu da açıklamaktadır. Mısrî’ye göre; bir kişinin yaratılışında velîlerin kemâllerinden bir parça varsa, onları görüp, işittiğinde hemen onlara meyleder. Velîlerin bil-fiil kemâlleri, o kişideki bil-kuvve (potansiyel) kemâli çeker. Velîlerin kemâline kendisini kaptıran kişinin durumu, âşık mâşûk münasebeti gibidir. Mayasına bu kemâlden katılmamış kimse, onları gördüğü zaman yarasa güneşten nasıl kaçıyorsa, o şekilde onlardan kaçar.[8]
Velîlerin kıskananları da çoktur. Çevrelerinde insanları kendilerinden kaçıracak, inançlarını sarsacak sözler söyleyip gezerler. Ama velîler ölünce haset de ölür. Sadece menkîbeleri kalır. Bundan dolayı insanların çoğu onlara inanır ve onları sever.[9] Niyâzî-i Mısrî’nin hatıraları okunduğunda, âşık ve sâdık olma taliplerine yaptığı bu uyarıların nedenini anlamak daha da kolaylaşmaktadır. Hazrete haset edenler Limni adasında etrafa şu sözleri yaymaktadırlar: “Mısrî Baba hizmet veya bir hürmet istemez. Eğer hizmet edersen başına bir şey gelir, bir kazâya uğrarsın; falan kimse hizmet etmek istedi, kâtil oldu.”[10] Kötülerin yaydıkları bu dedikodulara rağmen, Mısrî bir velîye (kendisine) yapılan düşmanlıkta dahi bir hikmet-i ilâhî keşfedebilmiştir. Ona göre; kâmilin etrafında bulunan düşmanlar, kabiliyetli olmayan kimseleri kemâl sahiplerinin yanına sokmamak için görevli bekçilerdir. Kemâl sahibi kimse, böylece kötülükle çevrilmiş olur. Onun yanına ancak kuvvetliler ve gerçekten yetenekli, istekli olanlar girebilirler.[11]
İbn-i Arabî’nin Mekke’de kaleme aldığı Fütûhât-ı Mekkiyye’den büyük ölçüde etkilenen Hazret-i Mısrî için Ka’be, bütün yol ve nefes sahiplerinin yollarının kesiştiği bir mekândır. Ka’be’de tevhîd hakîkati ortaya çıkar ve izafetler, mensubiyetler ortadan kalkar. Orada ne Halvetîlik, ne Celvetîlik, ne de Kâdirîlik, Gülşenîlik, Bektâşîlik, Mevlevîlik veya Nakşîbendîlik kalır. Mutlak vücut uzayına vâsıl olan sâlikler hacılar gibidirler. Nasıl hacılar dünyanın dört bir tarafından Ka’be’ye geliyorlarsa ve onların haccında hata, kusur aranmıyorsa hiçbir yol ehlinin yolunda, erkânında da kusur aranmamalıdır. Elbette bu durum hicretini gerçekleştirip, kalb Ka’be’sine ulaşanlar için geçerlidir. Bu kutlu hicreti gerçekleştiremeyip de, henüz oraya kavuşamayanlar; “ben Halvetî’yim, ben Celvetî’yim” vb. sözlerle ayrılıklardan dem vururlar.[12]
Hazret-i Mısrî’nin salavât yorumu da oldukça farklıdır. Ona göre; Allah’ın salâtı rahmet, meleklerin salâtı istiğfâr, mü’minlerin salâtı da duâdır. Mü’minler salavât getirirken, Hz. Muhammed’in ümmetinin çoğalması ve salâha kavuşmaları için duâ etmiş olurlar. Salavât getiren mü’minler, Allah tarafından âhir zamanda bütün insanlara hidâyet yolunu göstermesi için Hz. Peygamber’e vesile verilmesini istemiş olmaktadırlar. Bu özellik sadece Hz. Muhammed’e verilmiş bir özelliktir ve onun işi hidâyete erdirici anlamına gelen sâhib-i zaman Mehdî ile son bulacaktır.[13] Sürekli vahdete vurgu yapan Mısrî, Mehdî zamanında Müslümanlar arasında sağlanacak birlikten de söz etmektedir. Mehdî zamanında mezhepler birleşecek ve dünyada Hakk’a inanmayan bir tek kimse kalmayacaktır.[14]
- Kalbe Mücellâ Ehl-i Beyt-i Mustafâ
Hazret-i Mısrî’ye tahammül ötesi eziyetlere katlanma gücü veren örnek kişi, uğruna canını ve malını feda ettiği Hz. Hüseyin olmuştur. Niyazî-i Mısrî’nin gerçek bir Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyt muhibbi olduğunu söylemek mümkündür. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hakkındaki düşüncelerinden dolayı yirmi yıl sürgün hayatı yaşamaya katlanması ve Risâle-i Haseneyn, Risâle-i Nokta ve Risâle-i Nefîse[15] gibi eserleri kaleme alması, Hz. Peygamber’i rüyasında Muharrem ayında görmesi[16] onun Ehl-i Beyt’in ilim, fazîlet ve himmetlerinden büyük ölçüde yararlandığını, onlara samimiyetle bağlı olduğunu göstermektedir.[17] Niyâzî-i Mısrî’nin Ehl-i Beyt’e olan bağlılığı onu seven ve yolundan gidenleri de etkilemiştir. Limni’li Halvetî şeyhi Abdî-i Siyâhî ona yapılan eziyetleri, Yezîd’in Ehl-i Beyt’e yaptıklarına benzetmektedir.[18] Nitekim Abdî-i Siyâhî’ye göre Mısrî hazretlerine yapılan bunca eziyetin tek sebebi; Benim evlâdımı seven beni sever diyen Hazret-i Peygamber’in Ehl-i Beyt’ine ve özellikle de Hazret-i Hüseyin’e aşırı bir muhabbet göstermesidir.[19] Abdî-i Siyâhî, Hazretin Limni’deki dervişlerinin; “Biz iki defa Kerbelâ yaşadık. Biri Acem diyarında, diğeri ise Rûm diyarında Limni’de Mısrî ile” dediklerini anlatmaktadır.[20]
Niyâzî-i Mısrî Mevâidü’l-İrfân’da Hasan-ı Basrî’den naklettiği şu sözler vasıtasıyla, Kerbelâ’dan ötürü duyduğu üzüntüsünü aktarmış olmaktadır: “Vallâhi eğer Hüseyin’i öldürenlerle veya onun katline razı olanlarla beraber bulunsaydım, Rasûlullâh’a karşı utancımdan ve onun bana kızgınlıkla bakacağından korktuğum için Cennet’e giremezdim.”[21] Ehl-i Beyt sevgisiyle ilgili söylediği ayetler ve rivâyet ettiği çok sayıdaki hadîsler, onun bu konuda ne kadar bilgili olduğunu göstermektedir.[22] Hasan-ı Basrî’nin sözünü nakletmesinden Mısrî’nin Rasûlullâh’ın yüzüne nasıl bakabileceğinin hesabını yaptığı anlaşılmaktadır. Limni’ye sürgüne gönderilirken, “delidir” diye ayağına takılan demir zincirler (bukağı), hazretin hizmetinde bulunan Melek Mehmed Ağa tarafından çıkarılmak istendiğinde, buna karşı çıkarak şöyle söylemiştir: “Demirleri vermem. Bu fakîre lazımdır. Yarın rûz-ı mahşerde Hazret-i Rasûlullah’ın huzûruna bu demir ile çıkayım ve zalimler ile ayağımdaki bu demir ile yüzleşeyim. Evlâd-ı Rasûl’ü sevdim ve yoluna cân u başımı kurban eyledim., diye fakîri bu azâba giriftâr eylediler.”[23]
Onun için erenlerin serveri, şehitlerin serdârı Hz. Hüseyin terazinin bir kefesinde, tasavvuf ve velâyet yolu terazinin diğer kefesindedir. Ehl-i Beyt sevgisi olmadan, Şâh-ı Velâyet’in evladına sevgi beslemeden Hakk’a kavuşmak olmaz. Şu sözleri Hakk’a tâlip olan bütün âşık ve sâdıklara bir ders niteliğindedir: “Hayret ki insan, Allah Rasûlü’nün evladını sevmez, hatta kötüleyerek, haset ederek, onlara eziyet ederse, Allah katında nasıl mertebe ve şeref talep edebilir. Sadece yememek, içmemek, aç kalmak, uyumamak, ibadet görevlerini yapmakla bir makam elde edilmez. Zavallı bilmiyor ki göklerle yer arası kadar ibadeti olsa Allah’a kavuşamaz. İblise bak ki bu kadar ibadeti varken Allah’ın lanetine uğramıştır.”[24]
- İmân Cevher Mü’min Mücevher
Âşık ve sâdıkların mürşidi Niyâzî-i Mısrî, insanların davranışlarının birbirinden farklı oluşunun sebebini onların dört seviyede bulunuşuyla açıklamaktadır. Bu dört seviye; hayvanlar âlemi, yırtıcılar âlemi, şeytanlar âlemi ve melekler âlemidir. Doğumdan hemen sonra insanın ilk âlemi olan hayvanlar âlemi başlar. Bu âlem onu, yemeye, içmeye, haram veya helâl demeden nefsinin isteklerini karşılamaya sevkeder. Eğer insan bu seviyede kalır da, imân ve amele dönmezse, dünya sevgisi ona galip gelir. Dünyadan her istediğini elde edemeyince, hırçınlaşır ve yırtıcılar âlemine girer. Kibir, kin, hased, intikam, hatta katil gibi kötü duygu ve davranışların sahibi olur. O insanın iç dünyası, yırtıcı hayvanlara döner. Bu durumda iken imân ve amele dönüş yapmazsa, bu sefer de makam-mevki hırsı ona galip gelir. Amacına ancak hilelerle ulaşabilir ve sonunda şeytanlar âlemine girer. Hile yapmak, yalan söylemek, gıybet etmek, insanları çekiştirmek, iftira atmak ve fitne uyandırmak gibi huy ve davranışları sergilemeye başlar. Eğer bu durumda kalırsa, esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına) düşer ve insanların en sapkını olur. Ama saâdete ulaşıp da melekler âlemine dönerse ki bu âlem zikir, tesbîh, tehlîl, ve istiğfâr âlemidir; bütün insanlarla iyi geçinir ve güzel ahlâklı olur.[25] Güzel ahlâk; imândır, ameldir, ihlâstır, zikirdir, ihsândır, tevazudur, öğüttür, tasavvuftur, cömertliktir, mürüvvettir, rızâdır, sabırdır, Allah’ı sevmedir, Allah’tan korkmadır.[26] Kim Allah’ı severse, Allah onu sâlih amel yapmaya muvaffak kılar. Sâlih amel yapmaya muvaffak olan kimseye ma’rifet nûru tecellî eder. Ma’rifet kötü ahlâkı ıslah eder. Onu iyi ahlâka çevirir.[27]
Mısrî, insanların zihninde oluşabilecek; “Mü’min ve münâfığa birbirine bu kadar zıt ve aykırı bu amelleri yaptıran sebep nedir?” sorusuna da cevap vermektedir: “İyi toprak, kötü tohumu ıslah eder. İki üç devrede onu iyi yapar. Kötü toprak da iki üç devrede iyi tohumu bozar. Sözleri dinlemede de insan kalbi öyledir.”[28] Bu metaforu okuyanların, dinleyenlerin çıkartabilecekleri sonuç şu olabilir: İnsanın dış dünyasından (objektif/âfâkî âlemden) iç dünyasına (subjektif/enfüsî âleme) gelen uyarıcılar (bilgi, duygu vb.) göz, kulak alıcılarından geçtikten sonra akıl ve fehim tarafından değerlendirilerek kalbe ulaştırılır. Bu uyarıcıları iyiye de kötüye de yorma, alet etme, kullanma kararını kalb verir. Mü’minin kalbi tıpkı iyi toprak misali, kötüyü iyiye dönüştürme yeteneğine sahiptir. Münafığın kalbi ise iyiyi kötüye çevirir. Demek oluyor ki insanları iyi veya kötü yapan, kalblerindeki imân cevheridir. İyilik ve kötülük, hemen bir anda gerçekleşmez. Özelikle iyiliğin gerçekleşmesi için sabra ve zamana ihtiyaç bulunmaktadır. İmân, insanı iç dünyasındaki değişim ve dönüşümlerle, zaman içerisinde sultan yapar. Tohumları zayi etmemek ve tohumsuz kalmamak için imân cevherine sahip çıkmak gerekmektedir.
Niyâzî-i Mısrî iyilik ve kötülüğün nasıl seçildiğini, davranışların kuvveden fiile, hayalden gerçeğe nasıl yansıtıldığını açıkladıktan sonra, seçimleri yapan iradeyi etkileyen birbirinden farklı, birbirine muhalif güçleri de söylemektedir. Yukarıdaki bilgilerin devamında şu bilgileri verir: “Görme ve işitme yoluyla bilgilerin vücut şehrine girişlerinde mü’minle münâfık arasında bir fark yoktur. Fakat gelen sermayeyi alıp da fiilde ve sözde kullanma bakımından ikisi arasında çok farklar vardır. Mü’min kulak ve göz yoluyla gelenlerden Allah katında hayırlı olanlarını alır, iyiyi yapar, iyiyi konuşur… Münâfık ise kulak ve göz yoluyla gelenlerden Allah katında şerli olanlarını alır, şeri yapar, şeri konuşur.”[29]
- Mürşidler Dünyânın Süsü, Dalâlet Küfrün Örtüsü
Kalbde zühd, takvâ ve ihlâs bâkî kaldıkça cesed salih amel ile, nefis güzel huy ile sıhhat bulur.[30] Kalbin en önemli gıdası zikirdir. Niyâzî-i Mısrî zikirle dolu bir dili, kandillerle dolu bir camiye, zikirle kalbde ortaya çıkan bilgiyi de yıldızlarla donanmış gökyüzüne benzetmektedir. Nasıl ki yıldızlar gökyüzündeyken, ışıkları dünya semâsında görünür ve insanlar onlarla yollarını bulursa, kalb kürsüsündeki ma’rifet de güzel ahlâk, güzel davranışlar, salih ameller ve güzel sözler şeklinde kâmil insanın dışında bir nûr gibi görünürler. Halk da kâmil insanların dışına yansıyan bu nûrdan yayılan ışıkla yollarını bulurlar. Şekâvet ve dalâlet ehli kâmil insana zarar vermek isteseler bile, onun irfân ve ibadetinin nûru kendisini savunur. Allah dünyayı peygamberlerle, velîlerle süslemiş, onları hidâyet ehline önlerini aydınlatan yıldızlar, dalâlet ehline de kendilerini uzaklaştırıcı taşlar yapmıştır. Hâtemü’l-Enbiyâ Efendimiz’i de hidâyet güneşi yapmıştır.[31] Hazret-i Mısrî kalbden açılan manevî pencereleri Hz. İbrahim kıssasından yola çıkarak yıldız, ay ve güneş benzetmesiyle açıklamaktadır: Önce kalbden yıldız kadar bir pencere açılır. Sonra beşeriyyetin üstün gelmesiyle kapanır. Sonra ay kadar açılır, yine kapanır. Sonra güneş kadar bir pencere açılır, yine kapanır. Sonra, gölge olan vücut evi aradan kalkınca, kalb yüzünü gökleri ve yeri yaratan Allah’a yöneltir.[32]
Niyâzî-i Mısrî Hazretleri ilim, amel, ma’rifet ve güzel ahlâkı kendinde toplayan mürşidin meclisini Cennet olarak nitelendirmektedir. Nasıl Cennet’teki ırmaklardan su, süt, şarap ve bal akıyorsa, ilim arayan kimse de bu talebinde ilk olarak denizi arayan su gibi olmalıdır. Nasıl ki su, gece ve gündüz durmadan ne dağ, ne ova, ne taş, ne orman, ne de güzel ve çirkin arazi demeden hepsini geçip denize kavuşuyorsa, ilim talebinde bulunan kimsenin de ilim denizine ulaşıncaya kadar hiç durmadan, şeref ve izzet sahibi olsun veya olmasın istediğini bulduğu herkesten ilim öğrenmesi gerekir. Nasıl süt vücutları besliyorsa, tâlip de ilim ve ameliyle bir mürşid-i kâmile koşmalıdır ki şarap gibi sakisini de, içenini de sarhoş eden bir ma’rifete (bilgiye) erişebilsin. Mürşidin ahlâkı da kalplere şifa veren süzme bal gibidir.[33] Mısrî’nin şarap mecazından kastettiği mârifetullahtır. Ona göre; mârifetullâhın neticesi muhabbetullâh, şarabın neticesi aşk-ı ârızîdir. Aşkla muhabbet bir mânâyadır. Bu münasebetle şarap derken, muhabbetullâhtan bahsetmiş olmaktadır. Meyhaneden kastedilen mürşid-i kâmilin gönlü, kadehten kastedilen de, mürşid-i kâmilin tâlibe telkin ettiği kelime-i tevhîd ve Allah’ın ismidir.[34]
Nasıl ki Cennet’te bu dört nehir bulunuyorsa, mürşid-i kâmilde de bu dört unsur bulunmalıdır. İlim sahibi mürşid ilmi kendisinde toplar da, onunla amel etmezse o ilim kendisine bir fayda vermemiştir. Artık başkasına yararlı olması beklenemez. Ondan bir fayda umulmadığı için halk da ona rağbet etmez. Hem âlim, hem de ilmiyle amel eder de, kâmil bir mürşidden icâzetli olmaz, kendi kendine zâhid geçinirse, onda da ne kendisinde, ne de başkasında bir lezzet hasıl olur. Cem’inin çırasında muhabbet yandırılmamışsa, onun etrafında pervane nasıl toplanır? Eğer kendisini büyük bir nimet olan ma’rifet halîm (yumuşak huylu) kılmamışsa, onun sözü süzme bal gibi göğüslere şifa vermez. Halk onunla ünsiyet etmez.[35] Abdî-i Siyâhî’nin anlattığına göre Mısrî’nin şeyhi Muhammed Efendi, okuduğu kitaptaki bütün harflerin silinmiş olduğunu ve gönlünde de ilim namına hiçbir şeyin kalmadığını gören Niyâzî’ye şöyle söyler: “Biz senin ilmini şu duvara sakladık. Bir daha eline girmez. Tâ ki senin ilmin, nefsini Hacı Bektaş Velî Efendimiz Hazretleri’ninki gibi duvara can verip binit haline getirinceye kadar, bu ilim bu duvarda saklanacaktır.”[36] Kayada saklı olan ilim “ilm-i ledün”dür. İlm-i ledün gerçek ilimdir ve zâhir ilme can vermektedir. İlim, nefsi adeta cansız bir duvar gibi yönlendirebilmeli, kötü duyguları kontrol ederek, iyi huy ve davranışları geliştirebilmelidir.
Hazret-i Mısrî, Şeyh Mahmud el-Üsküdârî’ye yazdığı iltifatlarla dolu mektupta, Üsküdârî’nin şahsında ideal bir mürşid-i kâmil portresi çizmektedir. Belki de kendi aynasında, hayalinde gördüğü mürşidin niteliklerini saymaktadır: “Sıcak dost, azîz ve kerîm, seyyid, yüce şeyh, hâl ve makâm erbabının medâr-ı iftihârı, âlim, ârif, Allah’a yürüyen, (O’nun kapısında) duran, önce Sabûr, sonra Şekûr isminin mazharı. Allah, onu vahdette kesreti, kesrette vahdeti görmekten perdelememiştir…”[37] Mısrî kâmilleri, Rahmân’ın kıyamete kadar sürecek olan nefesleri (nefha-i Rahmânî) olarak görmektedir. Onlar, içlerinde potansiyel olarak var olan ma’rifetleri, güzel fiilleri ve güzel huyları davranış haline getirmişlerdir. Bundan dolayı da kâmiller halk için etraflarına güzel kokular yayan misk, öd ve anber olmuşlardır. Onlar Rahmân’ın insanlara rahmetidirler.[38] Onlar bu devlete, âşıkları cezbeye getiren seher vakitlerinde nefha-i Rahmânî’ye gönüllerini açarak ve bu ilâhî huzûr zamanlarında çok nafile ibadet yaparak ulaşmışlardır. Nezleli burunlar ise kâmillerin güzel kokularını koklama duyularını kullanamadıkları için koklayamazlar. Ancak kâmiller, telkin ve teveccühleriyle bu tıkalı burunları da açabilirler.[39]
Niyâzî-i Mısrî halkın vâizlerden çok mürşidlere meyletmesini, mürşidlerin kalp ve dil bütünlüğüne bağlar. Bir vâizin bu meylin sebebini bir mürşide sorduğunu, onun da şöyle cevap verdiğini nakleder: “Ey kardeşim! Bizim ağızlarımızda tevhîd balı, zikir balı, kalplerimizde Allah aşkı var. Bizim kalplerimizden doğup, ağızlarımıza gelen her söz, içinden çıktığı ve üzerinden geçtiği her şeyin, kalbin ve dilin tadıyla karışmıştır. Bunun içindir ki bizim sözümüzden kulaklar ve ağızlar tatlanır.”[40]
- Mü’min Güneş Nûr Mü’mine Eş
Niyâzî-i Mısrî’ye göre; bütün bu sıfatlarıyla (Allâh’ı tanıyan) ârif-i billah ve muvahhid (tevhîd hakîkatini keşfetmiş) bir mü’min güneşe benzer. Nasıl ki güneş yöneldiği yeri karanlık görmüyor, bütün eşyanın nurdan ibaret olduğunu düşünüyorsa, mü’min de kendi irfânının gereği Her şey hamd ile Allah’ı tesbîh ediyor[41] halde müşahede eder. Halbuki eşyanın bir kısmında cehâlet, küfür ve isyân zulmeti (karanlığı) bulunmaktadır. Fakat mü’minin bakışının nuru, bütün eşyayı kaplar da o, hepsinde sadece nûr görür. Bütün insanlara karşı iyi zan besler. Mısrî’ye göre; bu sıfat bir insana ancak kemâle eriştiren bir mürşid-i kâmilin terbiyesi altında iç temizlik sayesinde mümkün olur.[42]
Zulmet ise cehâlet ile kalbi kararmış cahile benzer. Bu kişi bütün eşyada bir eksiklik (kötülük) görür. Herkeste bir ayıp arar. Cahil neye baksa, cehaletinin ve ayıbının siyahlığı o şeye akseder. Fakat bilmez ki o, kendi ayıp ve noksanıdır. Oradan kendisine yansımaktadır. Âşık ve sâdıkların mürşidi Niyâzî-i Mısrî ehlullah yolunda sülûk eden tâliplere bu gerçeği anlattıktan, zulmet ve nûr arasındaki ayrımı netleştirdikten sonra şu nasihatta bulunmaktadır: “Allah’a ulaşmak için öylesine mücâhede et ki rûhunun güneşi battığı yerden doğsun, tutulduğu yerden açılsın. Kalbinin âlemleri nûrlansın, nûr yüzüne vursun ve senin yüzünden karşında bulunanlara da yansıyarak hepsini aydınlatsın. Karşında bulunanlar, senin ilim ve irfânının nûrundan istifade etsinler. İşte güzel huyun kemâli budur.”[43]
Mısrî aşk ilmini öğrenen müridlerin durumunu da açıklar. Eğer mürşid kabiliyetli müridlerinden birisini, hakîkat sırlarını kendisine açmaya layık görürse, o mürid o sırrı elde edebilir. O mürid mürşidinin kıymetini bilmelidir ki kendisi de onun gibi aziz olabilsin. Ancak mürşidinin kendisine açtığı ilâhî sırları ifşâ ederse, talihi ters döner ve iblis gibi reddedilmişlerden olur. Sâlik, teslimiyetinde öyle olmalıdır ki mürşid onu kendi sırrına mahrem kılabilsin. Mürşid de öylesine olgun olmalıdır ki irfânın ve esrârın verdiği zevk-i rûhânî, sâliki kendinden geçirebilsin. Sâlik, sırları saklamalı, onları ruh sandığına koymalı, diline sahip olmalı, sırları vermeme konusunda ölü gibi davranmalıdır.[44]
- Bilen Bulamaz Bulan Bilemez
Eşyanın sırrını keşfetmiş olan Mısrî için hiç bir şey göründüğü gibi değildir. Âşık ve sâdık da gördüklerinin göründükleri gibi olmadıklarını bilmelidir. Mısrî kendi tecrübesinden de yola çıkarak, bu konuda Hakk âşıklarına rehberlik edecek, onları alışageldikleri gerçeklik algısından bir an olsun uzaklaştırıp, Hakk katındaki gerçeğin bilgisine (ilm-i ledünne) ulaştıracak değerlendirmeler yapar. Bir gün âbid, zâhid ve âriflerin ne kadar da az, fâsık, âsi ve kâfirlerin de ne kadar çok olduklarını düşündüğü sırada, sır perdesinin açıldığını, gerçeğin gözüne ayan beyan göründüğünü anlatır. Kendi zannında âbid, zâhid ve evliyâ olanların çoğunun Allah’tan ve O’nun rahmetinden uzak olduklarını fark ettiğini dile getirir ve bunun sebebini de şöyle açıklar: Onlarla Allah arasında gösterişten, işittirmeden, kendini beğendirmeden, nefsini temize çıkarmadan, böbürlenmeden, zâhiren kendinden aşağı olana hakaret gözüyle bakmadan meydana gelen bir perde bulunmaktadır. Zâhirde fâsık, âsî, riyakâr, sapkın, bid’atçi, mülhid veya zındık görünenler ise kalplerinde bulunan üzüntü, zillet, ihlâs, Allah’ı bilme, kendi nefsi ve diğer kullar hakkında Allah’a iyi zan besleme, herkese tevazu gösterme gibi sebeplerden dolayı Allah’a yakınlaşmışlardır. Fakr makamının tâliplerinden birisi olan Mısrî’ye göre; Allah’tan uzaklaştıran sebeplerden en kuvvetlileri kibir ve şöhret; Allah’a yakınlaştıran sebeplerin en kuvvetlileri ise tevazu ve mahfiyettir.[45]
Niyâzî-i Mısrî kendi yaşadığı tecrübeden hareketle seyr-ü sülûke girmiş olan âşıklara, âriflere şu mesajı vermektedir: Kendinizi evliyâ makamında dahi görseniz, Allah’la aranıza bir başka şey sokarsanız, asla Hakk’a eremezsiniz. Yerine göre günahkâr bir kişinin üzüntü ve zillet içerisinde duyduğu pişmanlık, onu evliyâ görünümlü bir riyakârdan daha fazla Allah’a yakınlaştırabilir. Onun amacı yakîni elde etmek isteyen Hakk tâliplerini “her an teyakkuzda olmaları konusunda” bilinçlendirmektir. Bu mesajda; seyr-ü sülûkünü tamamlamış, bütün menzilleri ve engelleri geçerek, onları tanımış bir yakîn erinin uyarıları bulunmaktadır. Ona göre; Mûsâ Peygamber’in Allah tarafından Hızır’la karşılaştırılmasının amacı, Mûsâ’ya kendi ilminin ne kadar yetersiz olduğunu öğretmek, ben bilirim sözünü onun dilinden kaldırmaktır.[46] Dicle kenarında gördüğü siyah bir adamın bir kadınla şarap içtiğini düşünen Hasan-ı Basrî’nin, o kadının siyah adamın annesi, içtiklerinin de zemzem suyu olduğunu öğrendiğinde duyduğu utancı anlatır.[47] Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.
Mûsâ Peygamber’le arkadaşlığı sırasında, Hızır aleyhisselâmın deldiği gemi; zühd, takvâ, verâ ve sâlih amel sahiplerinin ihlâslarına zarar veren halkı etkileme ve kendilerini sevdirme istekleridir. Bu kişiler, insanlar kendi gittikleri yola gitsinler diye, ne kadar ihlâslı olduklarının bilinmesini isterler. Halbuki sâlih amel gemisinin bir melîki (Allah) vardır. Hızır Peygamber gemiyi delerek, Mûsâ Peygamber’in şahsında zühd, takvâ, verâ ve sâlih amel sahiplerinin bilinme ve sevilme isteklerini ortadan kaldırmıştır. Gemiyi kusurlu hale getirmiştir. Mısrî’ye göre; Hızır aleyhisselâm bu hareketiyle “Eğer kusursuz görünmek istiyorsanız, sâlih amel geminizi elinizden almak isteyen bir padişahla karşılaşabilirsiniz” mesajı vermiştir. Takvâ ve verâ ehlinin “falan kimse ne kadar takvâlıdır, ne kadar sâlihtir” denilmekten kurtulabilmeleri için kendilerinde bir ayıp bulmaları lazımdır. Aksi takdirde gemisinin elinden alınmasından kurtulamazlar. İhlâsı başkalarına göstermek, kurtuluş sebebi değil, bilakis ölüm sebebidir.[48]
Mısrî’ye göre; Hızır aleyhisselâmın düzelttiği duvar da “ucub”dur. Ucub (kibir) kemâl ehlinde bulunur ve ucub sahibi kendi kemâlini göstermeye çalışırken, başkasında olanı örtmeye çalışır. Nitekim bir âlim bir kitap yazar, başka bir âlim onun fikirlerini reddederek, sözlerine bahane bulur. Maksadı onun örtüp, kendi kemâlini göstermektir. Hızır aleyhisselâmın duvarı düzeltmesinden amaç, başkasının ayıbını, kusurunu örtmek, kendi kemâlini gizlemektir.[49]
Mısrî’nin vahdet-i vücûd anlayışından kaynaklanan her kötülükte bir iyilik görme anlayışı, sadece âşıkları kendine getirmek, onlara evrendeki birliği fark ettirmek amacı taşımadığı görülmektedir. Aslında o Hakk’a imânın, yani tevhîdin her gönle girebileceği veya her gönülde var olabileceği gerçeğini hatırlatarak, insanlar arası iletişime önemli katkılarda bulunmaktadır. Şu cümlelerde onun sosyal bütünlüğü sağlama amacını tespit etmek mümkündür: “İnsanların şerlileri ile hayırlıları bir olunca, he ikisiyle de karışıp, konuşman eşittir. Hatta şerlilerin arasına katılırsın ki sana eziyet etsinler de, onların eziyetlerine tahammül edesin. Bunun yanında onlara iyilik edesin. Çünkü sevgilinin âşığa celâl ile muamelesi, cemâl ile muamelesinden daha tatlıdır. İşte bu bakış sırasında meleklerin bakışı, utancından mahvolur.”[50]
- Ma’rifetin Kapısı Fakîrin Hırkası
Niyâzî-i Mısrî’ye göre Hakk’a doğru yürüyen âşıkların gittikleri yoldaki azıkları varlık değil yokluk, yani fakrdır. Mısrî, “Kanâat bitmeyen bir hazînedir.”[51] buyuran Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hiçbir yönüyle öğünmeyip, sadece fakrıyla övünmesini, âşık ve sâdıklara bir yol gösterme olarak algılar. Bu durumu şöyle açıklamaktadır: “Allah’ın Rasûlü nefsini daima yenmek ister ve kemâlâtından dolayı öğünmezdi. Yalnızca fakrıyla iftihar ederdi.”[52] Fakr makamı Hz. Peygamber’i miraçta en büyük melek Cebrail’in dahi ulaşamadığı Sidretü’l-Müntehâ’ya ulaştırmıştır. Yükseliş (miraç) fakr (yokluk, hiçlik)la mümkündür. Mısrî bu konuda tane (tohum) örneğini vermektedir. “Tane toprak altında fâni olmayınca, içindekini bitirmez.”[53] Hızır’ın duvarı yıkıp sonra yapması, Mûsâ’nın vücudunu yok edip Hakk’ın varlığı ile bâkî kılmasıdır.[54] Mısrî’nin Limni’deki hayatında hiçbir zaman kimseden yemek istememesini, üç beş günde bir defa yemek yemesini, câmi-i şerîfin içindeki mahfilde itikâf kurdurup daima halvette bulunmasını[55], onun “fakr” anlayışının bir sonucu olarak görmek mümkündür.
Niyâzî-i Mısrî fakrı, nefzi zelîl ve tahkîr etmek anlamında kullanır. O’na göre âbidlerin sayısı çoktur. Fakat nefsini zelîl kılan ve hakîr eyleyen fakîr ârif-i billâhlar çok nadirdir. Nefsi zelîl ve hakîr eylemek marifetin kapısı ve vesilesidir.[56] Âşık fakirlik makamına kanâat edip, varlıktan vazgeçmezse, Allah’ın göklere ve yere vermeyip insana layık gördüğü emanete ihanet etmiş olur. Allah’ın hainleri sevmeyeceği[57] gerçeği düşünüldüğünde, Allah’ı sevme iddiasındaki âşık hiç bir zaman sevgisine karşılık bulamayacak demektir. Ayrıca Hakk’a ait olan vücudu kendisine mal eden birinin gözünden perde nasıl kalkabilir ki?[58] Mısrî âşığa varlığını fakr makamında yol etme konusunda şöyle nasihat eder: “Varlığını öylesine kaybetmelisin ki sana bakman O’na bakman olsun. Senden bahsetmen O’ndan bahsetmen olsun. Nerede ve ne zaman olursa olsun, yemede, içmede, konuşmada, susmada, gidip gelmede, hareket ve hareketsizlikte her an O’ndan boş kalmamalısın.”[59]
Mısrî’ye göre; Hz. Peygamber’den rivâyet edilen “Nefsini bilen Rabb’ini bilir” hadisinden, varlıktan vazgeçme hali anlaşılmalıdır. Nefsini bilen, taşıdığı vücudun kendisine ait olmadığını bilirse, onun Allah’a ait olduğunu anlar.[60] Mısrî’ye göre vücutta bulunan güzellik ve kuvvet gibi özelliklerin de yirmili yaşlara kadar kemâle, daha sonra da zevâle yönelmesi, bunların Allah’ın kendisine vermiş olduğu emanet olduğunu fark ettirmek içindir. Kendisinde bulunan varlığın zaman içerisinde azaldığını ve bir gün ölümle sona ereceğini gören insan, bütün işlerin Allâh’a döneceğini[61] bilerek, böbürlenmez.[62]
Böbürlenme eğiliminde olan insanları uyaran Mısrî, kendi varlığının şuurunda olmayan insanları da kendilerini keşfetmeye çağırır. İnsanı büyük bir şehre benzeterek, onun iç dünyasındaki ruh, kalb, akıl ve fehim (kavrayış, zekâ) dinamiklerinin fonksiyonları, aralarındaki alış-veriş, görev paylaşımı gibi konularda açıklamalar yapar. Ona göre; insan şehrinin ortasında büyük sultanın oturduğu büyük bir taht bulunmaktadır. “Bu tahta oturan sultan Allah’ın hükmüdür. Ruh onun mülkü, kalb hazinesi, akıl ölçücüleri-tartıcıları, fehim ölçeği ve terazisidir. Bu şehrin göz, kulak, dil ve el olmak üzere dört kapısı vardır. Şehre girenler, aklın önünden geçmeden geri çıkamazlar. Fehim bunların kıymetçe, ölçü ve tartıca iyisini kötüsünü seçer; beğendiğini alıkoyar, beğenmediğini salıverir. Şehre girenlerden kimi göz kapısından girer, el kapısından çıkar. Yani görülerek girer, fiil, amel, ve sanat olarak çıkar. Kimi kulak kapısından girer, dil kapısından çıkar. Yani işitilmek süretiyle girer, söz halinde çıkar. Akıl da önünden geçenlerin resimlerini yapar, hayale verir. Hayal akıl defterlerinin sahibidir. Akıl da yaptığı resimlerden beğendiklerini alıkoyar, beğenmediklerini salıverir.”[63]
Hazret-i Mısrî’nin Limni adasında bazen kendisine hizmet eden Akoğlan lakaplı Rûm bir mahbûbu bulunmaktadır. Bir muhabbet ve zikir günü Akoğlan’a nazar edince, kendisini mahfilden mukâbele meydanının ortasına atar. Aklını yitirmiş, kendisini kaybetmiştir. Zâkirbaşı, Akoğlan’ı bu halde görünce ayağından yapıştığı gibi, semâhânenin kapısına doğru sürükler. Niyâzî-i Mısrî bu durumu görünce şöyle söyler:
Akoğlan kâfiri tevhîde yetti,
Karaoğlan kâfiri sürdü çıkardı.[64]
- Varlıkta Yokluk Yoklukta Varlık
Mısrî’ye göre, mürid izafetleri yok ederse, hakikî tevhîde ulaşır ve görür ki, “O yine nasıl ise öyledir.” Çünkü Hakk, vechinin nurları ile bütün eşyayı yakmıştır. Sâdık sâlik, rü’yet ve müşâhedeyi ve de vahdet-i vücûdda tahkîki elde etmek için, mutlaka kendi izâfî-zıllî vücudunu selb etmelidir (ortadan kaldırmalıdır). Hz. Muhammed (s.a.v.) zıllî vücud emanetini miraçta Rabb’ine teslim etmiş; Allah da ona vücudun hakîkatini vermiştir.[65] Önemli olan kullukta samimi olabilmektir. Âdem’in sevgiliye olan muhabbeti aslîdir. İblis’in ibadeti ise zoraki ve gösteriş içindir. İmtihan zamanı her ikisinin de içinde olan meydana çıkmıştır.
Âdem iki yüz sene ağlamış, sevgilisi tövbesini kabul edinceye kadar kalbinin ıstırabı dinmemiştir. Ama İblis, kovulur kovulmaz Âdemoğullarının önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından girerek onları saptırmaya razı olmuştur. Kovulduktan sonra, hiçbir zaman ağlamamıştır. Böylece önceki ibadetinin altında neyin gizli olduğunu göstermiştir. Âdem’in de sevgilisi kendisini bağışlayıp, kendisinden razı oluncaya kadar ağlaması, sevgilisine ne kadar kalbden bağlı olduğunu göstermiştir.[66]
Gerçek âşık, hiçbir zaman sevgilisinden yüz çevirmeyendir. Şeytan ibadetinde sadık olmadığı için, Âdemoğullarını saptırmak karşılığında sevgilinin ayrılığına razı olmuştur. Âdem Peygamberin ilminin meyvesi ise, kendisi meleklerden daha bilgili olduğu halde Ey Rabb’imiz nefislerimize zulmettik[67] sözüyle açığa vurduğu tevazusudur.[68] Her kim nefsini beğenir ve onunla dost olursa, cümleye düşman olur ve her düşmana mağlup olur. Azîz ise, zelîl olur. Her kim de nefsiyle adâvet (düşmanlık) üzere olur ve sürekli nefsine muhalefetten hâli olmazsa, cümleye dost olur ve her düşmana galip olur. Ne kadar zelîl ise, azîz olur.[69]
- Şerîat Hakîkat Bir Manada Tekbîr
Hakîkat, âşık ve sâdıkların ulaşabilecekleri teklik makamıdır. Bu makama ulaşabilmek için şerîat, tarîkat ve ma’rifet makamlarından geçmek gerekmektedir. Şerîat ve hakîkat makamları Hakk’a giden yolda birbirlerini tamamladıkları halde, insanlar çoğu zaman birini diğerine tercih ederek, fikir ve görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Ehl-i zâhir veya ehl-i bâtın kavramları, şerîat ve hakîkat taraftarlarını tanımlamak için kullanılmıştır.
Sürekli birlikten yana olan, görüş ve tavsiyelerini birliği sağlama doğrultusunda şekillendiren Niyâzî-i Mısrî, şerîat ve hakîkati birbirine karışmayan acı ve tatlı iki denize benzetir. Bu iki deniz, karşı karşıya gelirler, komşu olurlar yüzeyleri birbirine dokunur. Öyle ki şerîatta bulunan her ilim ve amel hakîkatta da bulunur. Allah’ın kudret ve hikmeti gereği aralarında birbirlerine karışmalarına engel olan bir perde vardır. Bu engel sebebiyle biri diğerine geçemez. Bu engel iki tarafta bulunan kişilerin korkularıdır. Aslında bu iki ilim tek bir ilimden ibarettir. Bu gerçeğe rağmen iki taraftakiler arasında sürekli bir anlaşmazlık bulunur.[70] Nasıl melekler topraktan yaratıldığı için Âdem’e secde etmek istemeyip de arşdan vahyedilen esmâ (isimler) ilmini görünce, Hakk’ın emrine boyun eğdilerse, zâhir ehli de bâtın ehlinin ilimdeki üstünlüğünü görünce hakîkat ilmini kabul ederler. Mısrî, İsâ aleyhisselâmın ilmini görüp de aczini itiraf eden âlimleri Âdem’e secde eden meleklere benzetir.[71]
Mısrî bu anlaşmazlığın nedenini aralarındaki derece farklılığıyla açıklar. Aslında o da hakîkat ve bâtın ehli tarafındadır: “Zâhir ilmi sarf, nahiv, mantık ve diğer âlet kitaplarını okumak ve hocasından dinlemekle öğrenilebilir. Bâtın ilmi ise samimi amel, ahlâkı güzelleştirme, zikir, riyâzet, gece gündüz Allah yolunda mücâhede ve kalbi temizleyerek elde edilebilir. Zâhir ilmi cehâleti giderir, ama nefs-i emmârenin kibir, kendini beğenme, kin, haset gibi kötü sıfatlarını da güçlendirir. Bâtın (tasavvuf) ilmi ise nefs-i emmâre sıfatlarını giderir; rûhun af, eziyete tahammül, kötülük edene iyilik, herkesin iyiliğini istemek gibi sıfatlarını güçlendirir. Cehâletin giderilmesiyle yol bilinir. Nefis sıfatlarının giderilmesi ve rûh sıfatlarının ispatı ile Hakk kabul edilir, O’na koşulur.”[72] Nasıl ki su necisi, pisliği, çeri çöpü temizlerse şerîat kalbi üzerine çöken cehaletten temizler. Ateş de nasıl altını, gümüşü karışımlardan, safiyetini bozan şeylerden onu yakarak, eriterek temizlerse, hakîkat nefsi ona yerleşen kötü sıfatlardan temizler.[73]
Mısrî bu iki ilmin durumunu dağ örneğiyle açıklar. Ona göre dağ; dağ olması itibarıyla tektir. Çıkışı ve inişi olması dolayısıyla ikidir. Çıkışı şerîata, inişi hakîkata benzer. Dağda yürümek çıkan kişi için zor, inen kişi için kolaydır. Ama dağın zirvesinde olan kişi, iniş ve çıkış zahmetinden kurtulmuştur. Şerîat ehli, hakîkat ehlinin ilmini bilmediklerinden ve onları şerîata aykırı saydıklarından dolayı hakîkat ehline karşı koyarlar. Fakat dağın zirvesine ulaşmış olan ârifler, bu iki ilmin aslında tek bir ilimden ibaret olduğunu bilirler. Gözlerindeki perdeden dolayı tek bir ilmi iki gibi gördüklerini bilirler. Bundan dolayı da onlar, iki tarafın benzerliklerini açıklayarak, aralarındaki problemleri çözmeye, bu iki ilim erbabının arasını mümkün olduğunca düzeltmeye çalışırlar.[74] Hazret-i Mısrî iki ilmin birbirini nasıl tamamladıklarını ve iki denizin birleştiği (mecmaü’l-bahreyn) yerde nasıl buluştuklarını örnekler vererek açıklamaktadır: “Kibir tevazûnun, kendini beğenme kendini ayıplamanın, cimrilik cömertliğin sadefi (kabı, kabuğu)dir. Şerîat ilmi sadefleri kuvvetlendirir. Hakîkat ilmi ise incileri semizleştirir. Onları sadeflerinden çıkarır.”[75]
Niyazî-i Mısrî hakîkat ilminin şerîat ilminden daha değerli olduğunu ve mürşid-i kâmilin vereceği eğitimle, riyâzet ve mücâhede ile elde edilebileceğini söylerken, genel olarak ilmi elde etmenin önemine de vurgu yapar. Ona göre dünya ağacının meyvesi olan insan bütün yaratılmışların özüdür. Onun talep etmesi gereken en üstün arzu ise “ilim”dir. İnsan aziz ömür parasını tamamı ile ilme sarf etmelidir. Âhirete giderken ilim kendisiyle birlikte gelir ve yine orada kendisinin mülkü olur. Mısrî’ye göre; zâhir ilmi sahibini melek de olsa katı kalpli yapar. Bâtın ilmi ise sahibini halîm, selîm, müsamahakâr, cana yakın ve mütevazi yapar. Zâhir ehli ile tasavvuf ehli, imân etme derecesi bakımından beraberdirler. Marifette ise beraber değildirler. Nasıl padişah ile hizmetkâr, bedenin organları bakımından beraber olup, makam ve mansıpça beraber değillerse, tasavvuf ehli de insanlığın libâsı (elbisesi) olan marifet elbisesini giymekle diğer insanlardan ayrılmışlardır.[76]
- Yediğim Üzüm Hakîkat Özüm Birlikte Gözüm
Yûnus Emre tarafından söylenmiş, dört kapının Bektâşîler için anlam ve önemini vurgulayan meşhûr bir şiir vardır:
Çıktım erik dalına anda yedim üzümü,
Bostan ısı kakıyup der ne yersin kozumu.[77]
Bektâşîler tarafından da çok sevilen ve kendisi bir Halvetî şeyhi olan Niyazî-i Mısrî, şerîatı bir erik gibi görür; çekicidir fakat dışı yenir, çekirdeği yenmez. Onun için derviş tarîkatı dener. O da üzüme benzer; üzüm çok faydalıdır. Ondan sucuk, reçel, pekmez, turşu, sirke gibi pek nimet yapılır. Fakat üzümün içinde taşlar (çekirdekleri) vardır. Bu nedenle mürşid tarafından, hakîkata yönlendirilir. Hakîkat ceviz gibidir: Sert ve yasaklayıcı bir dışı vardır, ama içi çok zengindir. Ceviz hem yenir, hem de pekçok hastalığa şifâ olur.[78]
Niyâzî-i Mısrî Yunus Emre’nin bu beytini açıklarken, zâhir ehlinin hakîkatı anlayabilmek için bir mürşide ihtiyacı olduğunu da dile getirmektedir. Nasıl erik ve ceviz ayrı ayrı ağaçlardan, üzüm asmadan elde ediliyorsa, zâhir, bâtın ve hakîkat ilimleri de ehillerinden öğrenilmelidir. Zâhir ilmiyle meşgul olan birisi, “bâtın ve hakîkat ilimlerini de zâhir ilimiyle elde edeyim” derse, başarılı olamaz. Kendiliğinden Allâh’ın isimlerini de zikretse, oruçlar tutsa, halvetler ve uzletler çekse de o kişi, erik ağacından üzüm yemek isteyen kimseye benzer. Nasıl ki üzüm erik ağacından değil de, asmadan yenebiliyorsa, bâtın ve hakîkat ilimleri de ancak bir mürşid-i kâmilden öğrenilebilir. Mısrî, mürşid-i kâmilin rehberliği olmaksızın kendiliğinden Allâh’ın isimlerine devam eden ve riyâzât çeken kişileri, sahibinden izinsiz bahçeye giren kimselere benzetmektedir. Mürşid-i kâmili bahçenin bahçivanı, tâlib de ağacın çekirdeğidir. Çekirdeğin bahçivandan, kendisini yetiştirmesi ve içerisindeki potansiyel ağacı ve meyveleri çıkartmasını istemesi gibi, tâlip de mürşid-i kâmilden potansiyelinde bulunan kemâli açığa çıkartmasını istemelidir.[79]
Yunus Emre’nin beytindeki koz (ceviz), dört tabakalı olmakla, dört kapıyı ifade etmektedir. Üzüm ve erik, hakîkat ve şerîatın karşılığı olarak zikredilmiş birer mecâz olmaktadır. Üzümün her şeyi yendiği ve pek çok mamülü olduğu halde, eriğin sadece dışı yenir. Hakîkat da, şerîat makâmına göre böyledir. İç yüzü anlaşılmayan şerîatın yaşanması zordur.[80] Yazın ortasında oruç tutmak, kışın ortasında abdest almak, şerîat kapısındaki insanın nefsine ağır gelebilir. Bunun için ibâdetin lezzetini, tadını almak ve rûhânî zevke ulaşmak gerekmektedir. Şerîat kapısında harâmlara yaklaşmak yasaktır. Birinin malına ve canına zarar vermek yasaktır. Fakat kişinin harâmda ve başkasının malında, canında gözü ve gönlü olabilir. Kişi bir başka kimseyi darp veya katl etmemiş olabilir. Fakat henüz başkalarına karşı kalbindeki kîni ve kibri atmamış olması mümkündür. Üzümle sembolize edilen tarîkat kapısında ibâdetin, iyi duyguların ve sâlih amelin kalbe huzur veren tadına varılmaya başlanmıştır. Kişi farz olan ibâdetlerin dışında nâfile olan ibâdetleri, ibâdetin esprisini kavramış olarak rûhânî bir zevkle yerine getirir. Bu durumda ibâdetler nefsi terbiye etmenin ötesine geçerek, kalbi kötü duygulardan temizlemeye başlar. Kişi iyiliği kötülükten ayırt etmekle kalmaz; kötülüğü yapmaktan ve kötülükten bütün kalbiyle nefret eder. Doğruluk, dürüstlük, adâlet, şefkat ve merhamet gibi güzel ahlâkın ortaya çıkmasına sebep olan erdem ve değerlere aşk ve sadâkatla bağlanır. Canı ve malını kaybetme pahasına dürüst olmayı tercih eder. Hakîkat kapısında ise kalpte Allah sevgisinden başka bir şeye yer kalmaz. Cevizin sembolize ettiği bu makâm, hazîneye malik olma değerinde bir zenginliktir.
Niyâzî-i Mısrî Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın[81] ayetini yorumlarken lezzet içerisinde lezzet, iyilik içerisinde iyilik olduğunu vurgular. Yüksek maksatların alçak maksatlardan daha tatlı, lezzetli, tam ve latîf (güzel) olmaları nedeniyle tercih edilmeleri gerektiğine dikkat çeker. Çünkü yükseklikte letâfet, alçaklıkta ise kesâfet bulunmaktadır. Bir şey ne kadar kesâfetten kurtulursa, o kadar rahat, iç açıcı, sevinç verici ve lezzetli olur. Şerîat kapısını sembolize eden yemesi meşakkatli erikten, hakîkat kapısını sembolize eden ve yemesi iç açıcı, rahatlatıcı, lezzetli olan cevize kadar da manevî bir yükselme yaşanmaktadır. Daha lezzetliye doğru bir geçiş vardır.
Mısrî imândan başlayarak, nefsin basamaklarındaki lezzet yükselişini açıklar: “İman tatlıdır, ibadetle birlikte imân, yalnız başına olan imândan daha tatlıdır. Zühd yalnız ibadetten daha tatlıdır. Nefsi bilmek, tek başına zühdden daha tatlıdır. Nefs-i levvâmeyi bilenin lezzeti, emmâreyi bileninkinden daha tatlıdır… Nefs-i sâfiyyeyi bilenin lezzeti de hepsinden daha çoktur. İşte bu nefsi bilmek ayniyle Hakk’ı bilmektir.”[82] Bu makam hakîkat makamıdır. Yunus Emre’nin cevizden kastettiği “birlik” makamıdır. Bir kişi mü’min olduktan sonra aldığı her bir nefes, bin yıllık ibadet sayılır. Çünkü onun nazarı artık Hakk nazarıdır. Eğer kişi hakîkat makamına erebilirse, bütün ömrünü müşâhede-i Zât’ta geçirir ki onlar Hakk’ın mahbûbları ve âşıklarıdırlar. Bu kişilere müttekiûn (takvâ sahipleri) ve mukarrebûn (Hakk’a yakın olanlar) denir.[83]
- Kesrette Vahdet Celvette Halvet
Nasıl cevizin bir dış kabuğu, bir de iç kabuğu ve içi varsa, toplum da çeşitli hâl ve makâmlarda bulunan insanların birbirlerine bağımlı birliktelikleriyle ayakta durmaktadır. Mısrî hiçbir kimseyi dışarıda bırakmayan bir İslam toplumu tanımlaması yapmaktadır: “İslam ehli âbidler ve sâlihlerle ma’murdur. Bunlar da şerîat ulemâsıyla, onlar da tarîkat ehliyle ma’murdur. Zira ceset rûh ile imar edilir. Onlar Allah’ı bilenlerle, Allah’ı bilenler de hakîkat ehliyle ma’murdur.”[84] Cevizin yaratılışındaki sebep ve hikmet, onun içerisindeki yenilen kısım olduğu gibi, toplumun varlık nedeni veya ayakta durma sebebi de; merkezinde bulunan hakîkat ehli olmaktadır.
Niyâzî-i Mısrî, mürşidlerin rehberliğinde âbidlikten hakîkat ehli olmaya kadar devam eden süreçteki imân derecelerini üç kısımda ele almaktadır: İman-ı avâm (halkın imânı), imân-ı havâs (manevî bakımdan seçkinlerin imânı) ve imân-ı hassü’l-hass’tır (seçkinlerin seçkinlerinin imânı). İmân-ı avâma sahip olanlar, ilim ile Allah’ı bir bilip Hz. Muhammed’i O’nun peygamberi olarak kabul ederler. Kur’ân’a, Cennete, Cehenneme, öldükten sonra dirilmeye, sırat ü mizana imân eder ve şerîatın yasak ettiği şeylerden kaçınırlar. Namazı, niyâzı edâ ederler. Ancak istidlâl-i akliyyeye güçleri yetmez. İmân-ı havasa sahip olanlar, ayne’l-yakîn gözüyle Allah’ın sıfatını ve zatını müşahede ederler, ama rûh ile nefsi bir görmezler. Kahır ile lütfun aslının bir olduğunu idrâk etmezler. İman-ı hâssü’l-hâssa sahip olanlar ise bütün eşyayı sıfat-ı Bârî’ye mazhar görüp, zikredeni zikredilenin aslı olduğunu müşahede ederler ve kendilerinin de dâhil olduğu bütün varlıkları Hakk’tan gayrı görmezler. Nefisle ruhun manada bir olduğu gerçeğini kavramışlardır.[85]
Mısrî imân, ihsân, yakîn, keşf ve ayân sahiplerini deniz metaforuyla açıklamaktadır. İmân sahiplerini denizi görmeksizin sadece varlığını işitenlere benzetir. İhsân sahipleri denizi uzaktan görenlerdir. Yakîn sahipleri denizi yakından görürler. Keşf ve ayân sahipleri ise denize girme imkânını yakalayanlardır. Sadece denizin varlığından haberdar olanlar, onu ömürlerinde pek az hatırlarlar. Uzaktan görenler de günlerinin pek azında hatırlarlar. Yakından görenler, vakitlerinin yarısında görür ve hatırlarlar. İçine girenler ise denizi hiç unutamazlar.[86] Mü’minlik makâmından âşıklık makamına yükselen ve ilâhî aşka dalanlar da, tıpkı denize girenler gibidirler. Onlar bir an bile mâşûklarını hatırlarından çıkarmaz, dil ve gönüllerinden bırakmazlar. Celvette (halk içinde) halveti (Hakk’la bir olmayı) yaşarlar.
Mısrî’ye göre farklı derece ve makâmlarda bulunan bu kişilerin elbette aşk denizinden verebilecekleri haberler de birbirinden farklı olacaktır. İmân ehli ancak başkalarından işitip, öğrendiğini veya kitaplardan okuduğunu anlatabilir. İhsân ehli, kalbine nadiren gelen vâridâttan bazı haberler verebilir. Yakîn ehlinin dili vâridât-ı İlâhiye ve maârif-i Rabbâniye ile doludur. Bildiklerinden ziyade kendilerine ilhâm edilenleri söylerler. Onlar ilâhî mevhibeleri söylemeden duramazlar. Keşf ve ayân ehli olan insanların ise bildiklerinden dilleri tutulmuştur. Rûhlarının aldığı zevkten dolayı bildiklerini söyleyemezler.[87]
Niyâzî-i Mısrî, benimsediği vahdet-i vücûd anlayışı gereği; “Eğer tüm varlık Allah’ın ise, diğer yaratılmışların varlığı nasıl açıklanacak?” sorusunu gündeme getirir. Eğer vücûd hem zâhiren, hem de bâtınen Allah’ın ise, o halde ârif kimdir? O’na bakan kimdir? Onların varlığı ne oluyor? Diye sorarsan şöyle derim der: Vücûd tektir, ancak varlığın mertebeleri çoktur. Varlık, bazen mahbûblukta, bazen de muhiblikte görünür.[88] Ârif gönlünde “Hakk’ın dışında mevcûd vardır” vehmini ortadan kaldırıp, her mevcûdun zâhiren ve bâtınen Hakk’ın olduğunu ispat etmelidir.[89]
Mısrî’ye göre Allah’ın mahiyeti mutlaktır. Şekilsiz, zamansız ve mekânsızdır. Ama görünüşü şekillere ve suretlere bağlıdır. Konuyla ilgili olarak Allah dostlarına şu tenbihte bulunur: “Ey velî! Allah’la vuslatının artmasına uğraşırken, dışınla da ayrılığını bilmelisin. Yani içinle cem’ tarafında, dışınla fark tarafında olmalısın. Vahdet ile kesretten, kesret ile vahdetten perdelenmemeli, kullukla ma’rifet arasını bulmalısın ki tehlikelerden kurtulasın.”[90]
Kulun kulluk vazifelerine, beşeriyet icaplarına göre yaptığı ameller “fark”tır. Hakk tarafından ona gelen manalar, lütuf ve ihsân ise cem’dir. Her ikisi de kula lazımdır. Çünkü farkı olmayan kimsenin kulluğu; cem’i olmayan kimsenin de ma’rifeti olmaz. Kulun ancak sana ibadet ederiz[91] sözü kulluğu göstermek suretiyle farkı ispattır. Ancak senden yardım dileriz sözü de cem’i istemedir. Fark iradenin başlangıcı, cem’ sonudur. Cem’ul-cem’ daha tam ve daha yüksek bir makamdır. Cem’ eşyayı Allah ile beraber görmek, kuvvet ve kudretin Allah’a ait olduğunu bilmektir. Cem’ul-cem’ ise tamamen helâk olmak ve Allah’tan başka her şeyden fenâ bulmaktır ki bu, ehadiyyet mertebesidir.[92] Mısrî “bazıları, biz Allah’ı görürüz derler; bu dünyada Hazret-i Resûlullah’tan başkasına Allah’ı görmek mümkün müdür?” sorusuna şöyle cevap vermektedir: Hazret-i Resûlullah’tan başkasına Allah’ı görmek mümkün değildir. Bunların Allah’ı görürüz dedikleri, biz Allah’ı biliriz ve kudretinin eserlerini görürüz, demektir. Yoksa hakikatte Zât-ı bârî görülmekten münezzehtir. “Lâ tüdrikühü’l-ebsâr ve hüve yüdrikü’l-ebsâr” (gözler onu göremez, O gözleri görür)dır. Hazret-i Peygamber buyurdu ki: “El-ihsânü en ta’büde’llâhe keenneke terâhü fe in lem tekün terâhü fe innehû yerâke” Yani ihsan; senin Allah’ı görüyor gibi ibadet etmendir. Sen onu görmezsen de O seni görür. “Biz Allah’ı görüyoruz” sözü, biz Allah’a kulluğu ihsan mertebesinde yapıyoruz, demektir. Hazret-i Ali buyurur ki: “Lev küşife’l-ğıtâü mâ ezdedtü yakînen” Yani, “Ben Allah’ı öyle bildim ve anladım ki eğer gözümden perde kalksaydı ve ben O’nu görseydim, bildiğim gibi görürdüm ve anladığım gibi bulurdum; bildiğimin ve anladığımın aksini görmezdim.”[93] “Onu bildim, onu gördüm, onun kulu oldum; görmediğim Allah’a ibadet etmem”[94] Hazret-i Ali’nin bir başka sözünü daha nakleden Mısrî’ye göre insana verilen akıl, Allah’ın rubûbiyyet sırlarını idrak etmek için değil; kulluğun icaplarını yerine getirmek için verilmiştir.[95]
- Düşenin Dost’u Var
Hakîkata giden yolda, geri dönmeler, farklı yollara girmeler, sürçmeler, düşmeler olabilir. Hakk’a tâlip olanların sınavları çetindir. Vuslat bayramına ulaşamama korkusu müridin kalbini işgal edebilir. Ümitsizlik, karamsarlık, günahkârlık psikolojisi gibi engeler âşık ve sâdıkları yollarından çevirebilir. Niyâzî-i Mısrî yolun çetinliğini, hedefe varabilmek için azim ve mücadelenin gerekliliğini bilen bir mürşid olarak, bu konulardaki açıklamalarıyla ma’rifet bilinçlendirmesi yapar. Mısrî’ye göre değil sadece müridler, mürşidler dahi masum değildir. O, Allah’ın her peygambere bir zelle yaptırıp, sonra da onu affetmesini, velîlerin büyük günahlar bile işleyip, sonra pişman olmalarını ve Allah’ın onları affetmesini, bütün mü’minlerin bir şeyle imtihan olmalarını hikmet-i ilâhî açısından yorumlar. Bütün bunların hikmeti, onların kendilerini beğenmelerini önlemek içindir. Kendini beğenme maneviyatta günahların en büyüklerinden birisidir. Herhangi bir kusur veya günahtan sonra, gözyaşı dökerek tövbe eden, Allah’a yalvarıp yakaran kişi gerçek ihlâsı yakalayabilir. Tembellikle ihlâssız yapılan ibadet yaya yürümek gibidir. Ama günahkâr bir mü’minin Allah’tan çekinerek, O’nun af ve mağfiretini umarak, pişmanlık duyması iki kanatla uçmak gibidir.[96]
Gözün lezzeti güzel şeylere bakmada; kulağın lezzeti makamları, güzel sesleri duymada; kalbin lezzeti yaratıldığı şeye nail olmada, yani umûru (işleri) bilmededir. Kalbin gıdası bilgidir. Gıda sevilir ve istenir. Bil ki insanlığın saâdeti, Allah Teâlâ’yı bilmededir. Çünkü bu lezzetlerin ve rahatların en son mertebesidir. Hakîkat ilmini bilmek, her şeyden daha lezzetlidir. Bu ilim kalbin gıdasıdır. Her organın kemâli, ne için yaratılmış ise onun kemâline ve gayesine erişmektir. Kalbin kemâli Allah’ı bütün fiillerinde, sıfatlarında ve zatında tevhîd etmek (birlemek) ile mümkündür. Kalb kemâline ulaşırsa, göz, kulak, el, ayak ve dil gibi diğer organlar da kemâline ulaşır. O kul Allah’ı işitir, Allah’ı görür, Allah ile konuşur. Sultanların sultanına ulaşır.[97] Benlik perdelerini aldıran, kalb âlemlerini aydınlatan, ona Allah’tan başka varlık olmadığını gösteren iki amel Allâh’ı çok zikrediniz[98] ve Göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler[99] ayetleri gereği “zikir” ve “fikir”dir.[100]
Eğer kişi kalbini kemâle ulaştırmaz ve diğer organlarını da ibret, öğüt, hayır-hasenât ve zikirle meşgul etmezse, onları fiil, sıfat ve zât düzleminde şirk hastalığı kaplar. Allah’ı zikir ve fikir etmesi gereken organlar bu sefer, övülen değil yerilen davranışları sergilemeye başlarlar. Fiillerin şirki; çarşı-pazar ehlinde (avâmda) bulunur. Bu insanlar başkalarına sövüp sayarlar, iftira atar, intikam peşinde koşar, adam döver ve öldürürler. Onlar sebepleri, Allah’tan değil, başkalarından görürler. Niyâzî-i Mısrî, “eğer onlar bütün fiillerin yalnız Allah’tan olduğunu bilselerdi, barış içinde yaşarlardı” der.[101]
Tevhîd hakîkatini tam anlamıyla kavrayamayan kişi, başkasının eline geçmiş olan şeyin kendisinin olmasını temenni eder. Arzu ettiği şey olmazsa tasalanır. Buna sebep olan kişiye kin besler. Bütün düşmanlık buğz, haset, kibir ve kendini beğenme gibi şeyler, fiiller tevhîdini bilmemekten ileri gelir.[102] Allah kullarını kelime-i tevhîd, namâz, zekât, oruç, hac gibi şerîatça emredilen ibadetlerle ve şirk, adam öldürme, zina, haram yeme gibi yasaklarla fiiller tevhîdine davet eder. Kul da emirleri yerine getirmek, yasaklardan kaçınmakla selamet evine girer.[103] Hızır, Mûsâ Peygamber’le birlikte bindikleri gemiyi delerek fiiller tevhîdine, misafir oldukları evdeki çocuğu öldürmek suretiyle de sıfatlar tevhîdine kavuşmuştur. Duvarı yapmakla da zât tevhîdine kavuşmuş, bu yolla Mûsâ Peygamber’in irşâdını tamamlamıştır.[104] Allah kullarını fiil, sıfat ve zât tevhîdine davet ederek, onları afetlerden kurtarmak, selamet evine göndermek ister.[105] Düşenin dostu Allah’tır. Mısrî; eğer “hamd âlemlerin Rabb’ına mahsustur”[106] deselerdi, kendi seviyelerinde olanlarla ve daha üstünlerle barış içerisinde olurlardı” ifadesini kullanır.[107] Zat şirki ise şeyhlerde bulunur ki, onlar da bütün mertebeleriyle vahdet-i vücûdu bilmedikleri için bazılarına yüz gösterip, bazılarından yüz çevirirler.[108]
Visâlin derdine düşmek yanup aşk oduna pişmek
Sonunda Sana erişmek ne güzeldir ne güzeldir
Her geceyi kâim ol her gündüzü sâim ol
Hem zikr ile dâim ol yalvar güzel Allâh’a
Bir gün bu gözün görmez hem kulağın işitmez
Bu fırsat ele girmez yalvar güzel Allâh’a[109]
Sonuç
Âşıklık ve sâdıklığın mürşidi Niyâzî-i Mısrî irfân sofrasına oturan Hakk’ın tâliplerini şerîat denizinde tarîkat gemisine bindirmiş, ma’rifetle dalgıçlık yaptırmış ve hakîkat incisini çıkarmalarına himmet etmiştir. O kutlu kul, çektiği bütün acı, elem ve zahmeti rahmete çevirmeyi başarmış, Hünkâr Hacı Bektaş Velî gibi incinse de incitmemiştir. Hazret-i Mısrî’nin Rabb’ine olan niyâzı Hızırnâme adlı eserdeki şu ifadelere karşılık gelmektedir: “Aşk âteşinde pişmeyen, dergâh-ı Hakk’a ulaşmayan, seyrinde hâtıra düşmeyen, ak pınardan su içmeyen kul değildir. Sultânım el verip etek tutmayan, evliyânın sırrına yetmeyen, Şâh aşkına tel atmayan, kul değildir.”[110] “Tâlibin aslı koyundur, koyunun aslı Hakk’a boyundur. Birlik meydânına varınca günahının odunu söyündür. Teslîm olup yata. Rızâ ehli hakkını tuta.”[111] Mısrî Hakk’a boyun vermenin nasıl olduğunu vuslat isteyen tüm cânlara göstermiştir. Eserlerinde seyr ü sülük tarikindeki âdâb, erkân, hâl ve makâmların hepsini bulmak mümkündür. Onun irfân sofrasına oturma talihini yaşayanlar rızâ lokmasını yemişler, aşk şehrinin mamur bahçelerini mest ü hayrân seyre dalmışlardır.
* Hitit Üniversitesi Hacı Bektaş Velî Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü
[1] Niyâzî-i Mısrî, Vahdetnâme, Niyâzî-i Mısrî Halvetî Tasavvufî Risâleler, haz.: Mustafa Tatçı, İstanbul, 2010, ss. 28-49., s. 37.
[2] Limnili Şeyh Abdî-i Siyâhî, Limni’de Sürgün Bir Velî -Niyâzî-i Mısrî’nin Hâtıraları-, haz.: Mustafa Tatçı, İstanbul, 2010, H Yayınları, s. 62.
[3] Niyâzî-i Mısrî, Vahdetnâme, s. 33.
[4] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân (İrfân Sofraları), çev.: Süleyman Ateş, Ankara, 1971, s. 75.
[5] Niyâzî-i Mısrî, a.g.e., s. 36.
[6] Enbiyâ, 21/23.
[7] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 31.
[8] Niyâzî-i Mısrî, a.g.e., s. 65.
[9] Niyâzî-i Mısrî, a.g.e., s. 63-64.
[10] Tatçı, Limni’de Sürgün Bir Velî, s. 32.
[11] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 81.
[12] Niyâzî-i Mısrî, a.g.e., s. 117.
[13] A.g.e., s. 102-103.
[14] A.g.e., s. 120.
[15] Mustafa Aşkar, Niyazî-i Mısrî ve Tasavvuf Anlayışı, Kültür Bakanlığı Y., Ankara, 1998, s. 168-170.
[16] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 44.
[17] Hazret-i Mısrî, takdîr-i Hüdâ 6 Muharrem’de de Hakk’a yürümüştür. Bkz. Tatçı, Limni’de Sürgün Bir Velî, s. 53.
[18] Tatçı, a.g.e., s. 20.
[19] A.g.e., s. 20.
[20] A.g.e., s. 55, 61.
[21] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 150.
[22] Bkz. Niyâzî-i Mısrî, a.g.e., s. 156-166.
[23] Tatçı, Limni’de Sürgün Bir Velî, s. 46.
[24] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 159.
[25] Niyâzî-i Mısrî, a.g.e., s. 41-42.
[26] A.g.e., s. 43.
[27] A.g.e., s. 126.
[28] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 69.
[29] A.g.e., s. 68-69.
[30] A.g.e., s. 136.
[31] A.g.e., s. 97-98.
[32] A.g.e., s. 115.
[33] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 46-47.
[34] Niyâzî-i Mısrî, “Risâle-i Es’ile ve Ecvibe-i Mutasavvıfâne”, haz.: Mustafa Tatçı, Niyâzî-i Mısrî, Hayatı Düşünceleri, Mefhumlar ve Bir Risalesi: Sorular ve Cevaplar, Necati Eğitim Fak. Bitirme Tezi, Balıkesir, 1983-1984, s. 144-163.
[35] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 47.
[36] Tatçı, Limni’de Sürgün Bir Velî, s. 64; Hacı Bektaş Velî’nin duvarı yürütmesi kerâmeti, Velâyetnâme’de şöyle anlatılır: Akşehir’de Seyyid Mahmud Hayrânî adında bir er vardı. Erenlerin güzel vasıflarını işitince O da bir aslana bindi. Bir yılanı kamçı yaptı. Üç yüz dervişle Akşehir’den çıkıp Hünkâr’ı görmek üzere yola çıktı. Bu tarafta Hünkâr ululuğuna; “Sultanım Akşehir’den bir er aslana binmiş, bir yılanı kamçı yapmış, üç yüz molla dervişle siz erenleri görmeye geliyor, işte Aliler Beleni’ne yaklaştılar.” diye haber verdiler. Hâcı Bektaş Velî; “İyiliğim, o er canlıya binip geldiyse, biz de cansıza binip onu karşılayalım.” dedi. Kızılca Halvet’in yakınında dam duvarı gibi bir kaya vardı. Onun üzerine seccadesini serdi ve “Ey kayacık Allâh’ın emriyle o gelen erenlere doğru yürü.” dedi. Kaya hemen kuş gibi gürleyip Aliler Beleni’ne doğru yürüdü. Velâyetnâme, haz.: Hamiye Duran, Ankara, 2007, Türkiye Diyanet Vakfı Y., s. 338-341.
[37] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 76.
[38] A.g.e., s. 103.
[39] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 103-104.
[40] A.g.e., s. 26.
[41] İsrâ, 17/44.
[42] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 13.
[43] A.g.e., s. 14.
[44] A.g.e., s. 89-90.
[45] A.g.e., s. 32-33.
[46] A.g.e., s. 111.
[47] A.g.e., s. 63.
[48] Niyâzî-i Mısrî, Risâle-i Hızıriyye (Yazma Eser), Turan Saltık Özel Kütüphanesi, vr. 2a.
[49] Niyâzî-i Mısrî, a.g.e., vr. 2b.
[50] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 36.
[51] Bkz. Abdullah b. Adiy, El Kâmil, c. II, s. 446.
[52] Bkz. İsmâil b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c. II, s. 87; Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, vr. 58a.
[53] Niyâzî-i Mısrî, a.g.e., s. 70.
[54] A.g.e., s. 139.
[55] Tatçı, Limni’de Sürgün Bir Velî, s. 47.
[56] Aşkar, Niyazî-i Mısrî ve Tasavvuf Anlayışı, s. 289.
[57] Kıyâme, 75/32.
[58] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 9.
[59] A.g.e., s. 113-114.
[60] A.g.e., s. 10.
[61] Hûd, 11/123.
[62] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 17.
[63] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 67-68.
[64] Tatçı, Limni’de Sürgün Bir Velî, s. 33.
[65] Aşkar, a.g.e., s. 265.
[66] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 99-100.
[67] A’râf, 7/23.
[68] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 110.
[69] Niyâzî-i Mısrî, Nutk-ı Hazret-i Yûnus Emre, Niyâzî-i Mısrî Halvetî Tasavvufî Risâleler, haz.: Mustafa Tatçı, İstanbul, 2010, ss. 61-67., s. 65.
[70] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 10-11.
[71] Niyâzî-i Mısrî, Risâle-i Arşiyye, Niyâzî-i Mısrî Halvetî Tasavvufî Risâleler, haz.: Mustafa Tatçı, İstanbul, 2010, s. 25.
[72] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 105.
[73] A.g.e., s. 107.
[74] A.g.e., s. 11.
[75] A.g.e., s. 105.
[76] Niyâzî-i Mısrî, “Risâle-i Es’ile ve Ecvibe-i Mutasavvıfâne”, s. 144-163.
[77] Yunus Emre Dîvânı, İstanbul, 1954, Maârif Kitaphanesi, s. 291.
[78] Niyâzî-i Mısrî, Nutk-ı Hazret-i Yûnus Emre, s. 61.
[79] Niyâzî-i Mısrî, a.g.e., s. 61.
[80] Ahmet Ögke, “Türk Tasavvuf Düşüncesinde Şerîat, Tarîkat, Hakîkat, Ma’rifet Kavramları ve Marmaravî’de Dört Kapı Kırk Makâm Anlayışının İzleri”, Hacı Bektaş Velî, S. 18, ss. 63-75, s. 66.
[81] Bakara, 2/148.
[82] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 28-29.
[83] Niyâzî-i Mısrî, Vahdetnâme, s. 32.
[84] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 87.
[85] Niyâzî-i Mısrî, Tuhfetü’l-Uşşâk (Yazma Eser), Kemal Durmuş Dede Özel Koleksiyonu, vr. 4b-5a.
[86] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 77-78.
[87] A.g.e., s. 78.
[88] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 9.
[89] Niyâzî-i Mısrî, Risâle-i Esmâ-ı Halvetiyye, Niyâzî-i Mısrî Halvetî Tasavvufî Risâleler, haz.: Mustafa Tatçı, İstanbul, 2010, ss. 54-59, s. 55.
[90] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 113.
[91] Fâtiha, 1/5.
[92] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 113.
[93] Niyâzî-i Mısrî, “Risâle-i Es’ile ve Ecvibe-i Mutasavvıfâne”, s. 144-163.
[94] Niyâzî-i Mısrî, Vahdetnâme, s. 33.
[95] A.g.e., s. 28.
[96] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, vr. 80a.
[97] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 21-22.
[98] Ahzâb, 33/41.
[99] Âl-i İmrân, 3/191.
[100] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 23.
[101] A.g.e., s. 50.
[102] A.g.e., s. 59.
[103] A.g.e., s. 23.
[104] A.g.e., s. 139.
[105] A.g.e., s. 22-23.
[106] Fâtiha, 1/2.
[107] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfân, s. 50.
[108] A.g.e., s. 50.
[109] Niyâzî Dîvânı, Maarif Kitaphanesi, ts., s. 162.
[110] Hızırnâme, haz.: Baki Yaşa Altınok, Ankara, 2008, Türkiye Diyanet Vakfı Y., s. 48.
[111] Hızırnâme, s. 51.
İlgili