ANADOLU İRFÂNI’NI YENİDEN KEŞFETMEK

ANADOLU İRFÂNI’NI YENİDEN KEŞFETMEK

20. yüzyıl dinî, siyasî, mezhebî ve etnik ayrımcılık gibi nedenlerle ne yazık ki 200 milyon insanın öldüğü, kan ve gözyaşının eksik olmadığı bir savaşlar yüzyılı olarak tarihe geçmiştir.

Eğer insanlık ailesi olarak her din, dil, ırk, mezhep ve cinsiyet mensubunu içerisine alan bir ahlâk modeli üzerinde birleşmeyi başaramazsak, 21. yüzyılın ilk 21 yılında da benzer nedenlerle yaşanan can yakıcı, çocukları yetim, insanları vatansız bırakan savaşlar devam edecek görünmektedir.

14 asır öteden yeşil bir kandil gibi rûh, gönül ve akıllarımızı aydınlatan İslâm Peygamberi Hz. Muhammed Mustafâ’nın şefkat, merhamet, adâlet ve kardeşlik mesajları, anlaşıldığı ve uygulandığı zaman dilimlerinde sulh, sükûn ve barış hâkim olmuş, birlikte yaşama kültürü, çoğulculuk ve çok kültürlülük gibi demokratik yaşam biçimleri insanlara nefes aldırmıştır.

Veda Hutbesi’nde; “Siyahın beyaza, Arabın aceme bir üstünlüğü yoktur. Hepiniz Âdem’densiniz. Âdem ise topraktandır.” diyen rahmet Peygamberi Hz. Muhammed’in kuşatıcı ve kucaklayıcı bakış açısı, İmâm Ali’nin dilindeki; “İnsanlar iki kısımdır ya dinde kardeşin ya yaratılışta bir eşin.” cümlesiyle devamlılığını sürdürmüştür.

Siqrid Hunke’nin ifadesiyle; “İslâm bir sevgi medeniyeti olarak, çorak gönülleri yeşertmiş, cehalet karanlığında kalan dünyayı bir güneş gibi aydınlatmıştır.”

Özellikle Anadolu’muz Türkistân Pîri Hoca Ahmet Yesevî’nin tutuşturduğu hakîkat çerağıyla aydınlanmış, Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî, Mevlâna Celâleddin Rûmî, Yunus Emre, Ahî Evran Velî ve Hacı Bayram Velî gibi Horasan Erenleri’nin rehberliğinde arslanla ceylanın bir kucakta taşınabildiği bir aşk ve sevgi coğrafyası haline gelmiştir.

Gül ağacı gibi Hakk meydânında, mürşid huzûrunda “Allah Allah”, “lâ ilâhe illallâh” zikirleriyle yanan ve etrafına gül kokusu yayan cânlar, gül yüzleri, şirin sözleriyle çevrelerini gül bahçesine çevirmişlerdir. Mevlâna hayranı Eva De Vitray Meyerovitch’in kitabına başlık yaptığı “İslâm’ın güler yüzü”, gülmeyi unutmuş insanlara henüz dünyadayken Cennet güzelliklerini yaşatmayı başarmıştır.

Nefis ve rûhları arasındaki amansız savaşı sona erdiren tâlip ve dervişlerin gözüne cümle cânlar dost görünmüş, aldıkları her nefeste ilâhî nağmelere tercümân olan âşıklar, Hamza Baba Dergâhı’nda mihmân (misafir) olan Macar Keşişi Georgius’u etkiledikleri gibi, gelip giden, konup göçen yetmiş iki millete devlet olmuşlardır.

Ünlü sosyal-psikolog Vamık Volkan’ın “ağaç modeli teorisi”nde dile getirdiği gibi; Alevî Bektâşî, Mevlevî, Halvetî, Uşşâkî, Kâdirî, Rufâî meşreblerine mensup hakîkat sevdalıları bir çınarın ana gövdeye bağlı dalları misali ebed-müddet bir devletin ve barış dolu bir dünyanın kurucu unsurları olmuşlardır.

13. yüzyılda Anadolu’da kurtla kuzunun yanyana yayılmasına zemin hazırlayan bu kutlular nefesini sürekli hatırımızda tutmak ve anlamak gerekmektedir. Yaşadıkları çağda gönüllerinde “ötekileştirilmiş” bir can bulunmayan Anadolu Arifleri Müslüman ve Hıristiyan 72 milletin gönüllerine sevgi tohumları ekmişler, saygı gülleri dermişlerdir.

Bugün Türkiye’deki, Ortadoğu, Balkanlar ve Ortaasya’daki Müslümanların da Avrupa, Amerika’daki Hıristiyanların da gül yüzlü, şirin sözlü Fatıma ana mayalı Erenleri tanımaya, onların dünyaya hediye ettiği değerlerle tanışmaya ihtiyacı hayati hale gelmiştir.

17. yüzyılda Osmanlı Coğrafyası’nda bir kasırga gibi eserek, Müslümanlar arasında dahi terör estiren Kadızadeliler hareketi benzeri el-Kaide, İŞİD, Taliban gibi oluşumlar, Osmanlı toplumuna verdikleri zarar misali, İslam Dünyası’nın ve insanlığın varlığını da tehdit etmektedirler.

Dünyayı yaşanmaz hale getiren bu oluşumlara “Dur..!” diyebilmek için kültür ve mana köklerimize yeniden dönmemiz, Hünkâr Hacı Bektâş-ı Veli, Mevlana Celaleddin Rumi’nin sırlı, nurlu nefes ve nutuklarını, insan ve dünya tasavvurlarını, irşad paradigmalarını yeniden keşfetmemiz gerekmektedir.

Sevgiyi çoğaltan, kin ve nefreti azaltan, insan, edeb, irfan, şefkat ve merhamet merkezli Anadolu irfânı 13. yüzyıldaki öz ve letâfetini aynen korumaktadır. İslam tasavvufunun güler yüzünü tüm berraklığı ile yansıtan bu edeb-erkân, ilim-irfân yolunu konferans, sempozyum, kongre, belgesel ve sinema gibi bilimsel ve görsel vasıtalarla dünyaya tanıtmamız gerekmektedir.

Hünkâr Hacı Bektâş-ı Veli, Mevlana Celaleddin Rûmî’nin hayatlarının büyük yapımlarla sinema filmi haline getirilmeleri, dünya insanlarının İslam’ı rahmet eksenli bir pencereden tanımalarını sağlayacak, eğitim sistemimizdeki değer aşınmalarını ve sevgi eksikliğini de giderecektir.

Aksi takdirde kitle iletişim araçları vasıtasıyla saliseler içerisinde yayılan medeniyetler arası kin ve nefret duyguları, insanlığın orta çağda karşılaştığı ve ibretle andığı yeni çatışmalara, savaşlara, kan ve gözyaşlarına zemin hazırlamaktadır.

Burada özellikle biz İlahiyatçılara büyük sorumluluk düşmektedir. Olup bitenleri komplo teorileriyle açıklamak, yaşananların belirli merkezler tarafından planlandığını iddia etmek yaşanan ve yaşanacak problemleri çözmeye yetmemektedir. Zaman reaktif değil, proaktif olma zamanıdır.