ALEVÎLİK-BEKTÂŞÎLİK İSLÂM’IN DIŞINDA MIDIR?

ALEVÎLİK-BEKTÂŞÎLİK İSLÂM’IN DIŞINDA MIDIR?

Prof. Dr. Osman Eğri

Giriş

Son yıllarda yoğunlaşarak devam eden Alevîlik-Bektâşîlik tartışmaları, geçtiğimiz yıllarda farklı bir boyut kazanmış bulunmaktadır. Artık Alevîliğin teolojisi, tarihi, temel kaynakları, geleneğe yön veren karizmatik, manevî şahsiyetleri, insan anlayışı, ahlâk anlayışı gibi konular yerine, Alevî toplumunun bugününü ve geleceğini belirleyebilecek olan bir tartışma alanına yönelinmiştir. Yeni tartışma alanı; Alevîlik İslâm’ın içinde mi, yoksa dışında mı olduğudur. Asırlardır, çeşitli kaynaklarda İslâm dışı, İslâm’dan sapmış gösterilmelerinden dolayı kırılan, rencide olan ve her fırsatta; “biz de herkes kadar Müslümanız” diyen Alevî vatandaşlarımız bir kez daha “İslâm dışı oldukları” yolundaki açıklamalarla karşılaşınca büyük bir şaşkınlık yaşamışlardır. Bu makalede tartışmanın taraflarının niyet ve hedeflerini sorgulamaksızın bu soruya Alevîlik Bektâşîliğin tarihi, kaynakları ve uygulamalarına dayalı olarak bilimsel bir cevap bulunmaya çalışılacaktır.

Konunun birinci derecedeki -daha çok el yazması- Alevî-Bektâşî kaynaklarına dayalı olarak araştırılması, böylece bir sonuca ulaşılması isabetli bir yol olarak gözükmektedir. Halihazırdaki Alevî-Bektâşî geleneğine, uygulamalarına, ritüellerine yön veren temel referansların, Erkânnâme’lerin, Buyruk’ların, Duâ ve Münâcaat’ların incelenmesi de konuya güncel ve gerçekçi bir boyut kazandıracaktır. Alevîliğin İslâm’ın içinde mi, yoksa dışında mı olduğuna karar verebilmek için, öncelikle Alevîliğe mal olmuş tarihî şahsiyetlerin hayatlarını, fikir ve görüşlerini incelemek gerekmektedir.

Bu arada Hacı Bektaş Velî’nin İslâm anlayışını selefîlerin, siyasal İslâm’cıların ve IŞİD gibi radikal grupların İslâm anlayışları ile karıştırmamak gerekmektedir. Babası İbrahim es-Sâni’den kendisine miras olarak kalan Horasan padişahlığını kabul etmeyen, bunun yerine İslâm’ın irfânî ve insânî boyutlarını önce yaşayıp sonra da anlatan Hacı Bektaş Velî, iktidara gelmek için her türlü aracı mubah gören, inançları farklı olanları tekfir eden marjinal görüşlerden tamamen farklı bir yolu benimsemiştir. Hacı Bektaş Velî’nin İslâm anlayışında ilim, irfân, doğruluk, dürüstlük, temizlik, şefkat, merhamet, adalet, hoşgörü, tevazu ve cömertlik gibi dedesi Hazreti Muhammed’den miras kalan değerler bulunmaktadır. O, Hıristiyanlık veya Yahudilik gibi farklı inanç mensuplarını da birer insan olarak kabul edip elinden gelen iyiliği yetmiş iki milletten esirgememiş, kimseyi inancından dolayı dışlamamıştır.

Alevî-Bektâşî Büyüklerinin İnanç Tercihleri

Alevîlik-Bektâşîlik deyince -özellikle Anadolu tarihi ve coğrafyası söz konusu olduğunda- ilk akla gelen tarihî şahsiyet, hiç şüphesiz Hünkâr Hacı Bektaş Velî’dir. Sadece Hünkâr’ın hayatı ve eserleri, tartışmalara son verecek netlikte ve yeterliliktedir. O, çocukluğundan itibaren başlayan, sonra Hoca Ahmed Yesevî’nin dergâhında devam eden İslâm’ın ruh hayatını yaşama halini ve İslâm’ın mesajını ihtiyacı olan gönüllere duyurma azmini, Anadolu’ya taşımış bir Horasan Erenidir. Velâyetnâme’degörülebileceği üzere onun maddi veya manevî olarak beklentisiz bir insan oluşu, sürekli almayı değil de vermeyi tercih etmesi geniş kitleleri derinden etkilemiştir.

Velâyetnâmede Hünkâr’ın doğumundan altı ay geçtikten sonra, şehâdet parmağını kaldırarak; “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Rasûlüh ve eşhedü enne Aliyyen velîyyullah” demek suretiyle şehâdet getirdiği nakledilmektedir.[1] Velâyetnâme’deki bu anlatımla gelenekteki yerini bulan kelime-i şehâdet lafzı, daha sonra Hacıbektaş dergâhı tarafından Bektâşî “dede” ve “baba”larına verilen İcâzetnâme metinlerine de aynen yansıtılmıştır.[2] Bilindiği üzere gelenekte kelime-i şehâdetin okunup tekrar edilmesi bir kişinin Müslüman olduğunu dışarıya ifade etme biçimidir.  

Hacı Bektaş Velî, çocuk yaşlarda Lokman-ı Perende’nin yanında ders okurken hocası Lokman-ı Perende bir gün Hünkâr’ın sağında ve solunda iki kişinin oturduğunu görmüş; onlara yaklaştığında ise kaybolmuşlardır. Hacı Bektaş’a onların kim olduğunu sorduğunda o, sağındakinin Hz. Muhammed, solundakinin Hz. Ali olduğunu, birisinin kendisine Kur’ân’ın zâhirini, diğerinin, ise bâtınını öğrettiğini ifade etmiştir.[3] Yine Velâyetnâmede Hünkâr, Hz. Muhammed’den “atam ve iki cihan güneşi”[4] diye söz etmektedir ki, Alevî inancına göre de o, Hânedân-ı Ehl-i Beyt’tendir. Bektâşî dede ve babalarına verilen icâzetnâmelerde şeceresi, İmam Mûsâ Kâzım’dan itibaren Ehl-i Beyt imamlarına dayandırılmaktadır.[5]O, din eğitimini tamamladığında bütün gücüyle atasının tebliğ ettiği din olan İslâm’ın güler yüzünün yayılması için çalışmıştır. “Sevgi esasım, saygı arkadaşımdır.” diyen Hacı Bektaş Velî savaşını insanlara karşı değil, kin ve nefrete karşı açmış bir velîdir.

İslâm’ı temel kaynaklarından öğrenen Hünkâr, Hoca Ahmed Yesevî’nin verdiği İslâm’ı yaşayarak anlatma görevi için Anadolu’ya gelmeden önce Türkistan’da bilgilendirme faaliyetlerine başlamıştır. Velâyetnâme’de anlatıldığına göre, Hoca Ahmed Yesevî, “Bedehşan ilindeki nefes oğlunun esir alındığını” söyleyerek, Hünkâr’dan oraya gidip onu esaretten kurtarmasını ve oradaki insanlara İslâm’ın güzelliklerini anlatmasını istemiştir. Hünkâr da “Allah’ın yardımıyla Bedehşan iline gidip oradaki bütün insanları İslâm’ın insani değerleriyle tanıştıracağına” dair söz vermiş, menkîbeye göre sözünü de yerine getirmiştir.[6]

Hünkâr, Anadolu’ya geldikten sonra Sulucakarahöyük’ü bir manevî eğitim üssü haline getirerek mürşidi Hoca Ahmed Yesevî’nin yaptığı gibi,yanındaki dervişleri çevrelerinde bulunan insanlara dinî konuları anlatıp öğretmeleri için yönlendirmiştir.Anadolu’yu işgal etmek amacıyla kalabalık bir ordu ile Erzincan bölgesinden giriş yapan Tatarlara karşı Karadonlu Can Baba’yı, onları İslâm’a davet etmesi için göndermiş; Can Baba da çeşitli kerametler göstererek başarı ile bu görevi yerine getirmiştir.[7] Can Baba bu görevini yerine getirirken kabzasındaki kılıcını değil elindeki kalemini ve yüreğindeki sevgiyi kullanmış, menkıbeye göre; Tatarlar gönüllü bir şekilde topluca Müslüman olmuşlardır.  

Velâyetnâmede, Hünkâr’ın gizli dervişi olmuş, kilisenin bir köşesinde yaptırdığı özel bir odada başına elifî tâc koyarak, derviş abasını giyen, rahleyi önüne çekip üzerine açtığı Kur’ân’ı okuyan, Müslüman bir keşiş anlatılmaktadır.[8] Çok sayıda kilisenin bulunduğu Kapadokya bölgesindeki Hıristiyanlar, kıtlık zamanlarında kendilerinin imdadına koşan marifet ehli Hünkâr’ın nefesiyle İslâm’la tanışmışlar; onun yetmiş iki millete bir gözle bakmayı öğütleyen hoşgörü atmosferinde Müslümanlığı kendilerine din olarak tercih etmişlerdir. Hacı Bektaş Velî geliştirdiği dört kapı kırk makam formülü ile zihinleri ve gönülleri etkilemeyi başarmış, doğruluk ve dürüstlüğü, şefkat, merhamet ve cömertliği ile de insanları İslâm’ın hak bir din olduğuna inandırabilmiştir.

Hünkâr’ın eserlerine bakıldığında onun İslâm hakkındaki düşünce ve kanaatlerini de net bir şekilde açıkladığı görülmektedir. Hacı Bektaş Velî, eserlerinde Allâh’ı inkâr etmenin insan psikolojisine uymayan bir hal olduğunu işlemiş, îmâna giden yolu kolaylaştırmak amacıyla etkili yöntem, teknik ve yaklaşımlara müracaat etmiştir. Onun sembolik anlatımında “inkâr” can içindeki bir hastalıktır. Bu hastalığı ancak ulu bir hekim olan marifet iyileştirebilir. Marifet, Cehennem kapısındaki yedi dağı doğrayıp parçalar ve sekiz Cennet kapısında yol eyler.[9] Marifet, bir olan Allah’ı bilmektir. Allah’a muhabbete ve Hak aşkına giden yoldur. Derviş, gönlünü her türlü marifet-i Hakk’ı görür duruma getirmeli, gözlerini ilâhî bilgiyi görmek için açmalı ve her zaman müşâhede halinde olmalıdır.[10]

Hacı Bektaş Velî, Makâlât’ındaki şu ifadeleriyle, marifeti elde eden âriflerin yaşayacakları psikolojik durumu da tasvîr etmektedir:“Dünyada başında tacı, boynunda gerdanlığı, üstünde hil’atı olan; fermanları, tahtları, memleketleri ve halkları bulunan padişahlar var. Şimdi tevhîd; tac, ibadet; gerdanlık, Müslümanlık; hil’at, ferman; îman, taht; marifet, memleket; ihsan, raiyyet; İslâm’dır: Allah katında din, şüphesiz İslâm’dır.[11]Ârifler, raiyyeti İslâm; mülkü ihsan; fermanı iman; tahtı marifet olan yere otururlar. Çalap Tanrı’ya münâcaat ederler.”[12] Ona göre; padişahlıktan daha büyük makam, Hakk’ı bilmek, yani O’nun ârifi olmak, böylece şerefli bir pâye saydığı İslâm raiyyetine girebilmektir.

“Allah, O’ndan başka Tanrı olmadığına şâhidlik etmiştir”[13] âyetini referans gösteren Hünkâr, dervişlerin bu hakîkat karşılığında yapmaları gereken pratikleri de yine sembolik bir dille sıralamıştır: “Derviş, ilâhî düşüncelere dalmalı, sevgi meyvelerini dermeli, rûhunu birlik içinde tutmalı, ilâhî sırlara ulaşmaya gayret etmeli, başına ihlâs tâcını koymalı, huzûra çıkma kemeri kuşanmalı, ibâdet bineğine binmeli, teklik makâmın erebilmek için kulluk kırbacını eline alıp gayret atını birlik meydanında koşturmalıdır. Nitekim Allâh u Teâlâ; “Ey Muhammed! De ki, O Allah tektir”[14] buyurmaktadır.[15]

Hacı Bektaş Velî, Bektâşî dervişleri için ideal bir sûfî, gâzî, alp ve ermiş örneğidir. Bu yüzden dervişler, tekke ve dergâhlarda zevk ve heyecanla Hacı Bektaş Velî’nin menkîbelerini okumuşlar, kendilerine ders ve ibretler çıkarmışlardır. Tebliğ ve irşad faaliyetlerinde onu örnek almışlardır. Hünkâr, şekilciliği ön plana çıkaran bir zâhir âlimi değil, insanın cevherindeki özünü gören bir âriftir. Ona göre; bir insanın gönlünü yaralayan cellatlık yapmış gibidir. Bir insanın başka bir insana zarar vermesine, ona hıyanet etmesine sebep olan duygu “haset”tir.  “Temiz kalp, dünya sevgisinden, haset ve hıyanetten arınmış olan kalptir.”[16]

Hünkâr’dan sonra Tarîk-i Aliyye-i Bektâşiyye’yi devam ettiren velî ve mürşidler de söz ve halleri ile İslâm’ı yaşarken, dilleri ile de onun evrensel mesajlarını yetmiş iki millete ulaştırmaya çalışmışlardır. Seyyid Ali Sultan, Abdal Mûsâ, Kolu Açık Hacım Sultan, Odman Baba, Koyun Baba, Demir Baba Velâyetnâme’lerinde de tıpkı Hacı Bektâş Velî Velâyetnâme’sinde olduğu gibi İslâm’ı gönül diliyle anlatan tarihî şahsiyetlerin menkıbe ve kerâmetleri anlatılmaktadır. Horasan’dan Anadolu’ya gelen bu kutlu insanlar; Erenler, Velîler ve Pîrler, geniş halk kitleleri tarafından İslâm’ın öğreticisi, Hakk yolunun göstericisi olarak kabul edilmişlerdir. Koyun Baba’ya hitâben söylenen şu cümleler, onların nasıl algılandıklarını dile getirmektedir: “Senin yüksek yaratılışın, yoluna girenleri aydınlatır. Ahlâkın Allâh’a dayalı, himmetin İslâm’ın dosdoğru yoludur. Seni, Cenâb-ı Hakk bizlere kalbimizdeki kin ve kötülükleri arındırmak için, fazl-ı lütfundan gönderdi.”[17]

Balkanlara kadar giden Bektâşî büyükleri ile birlikte, İslâm bu coğrafyada yaşayan milletler tarafından hüsn-ü kabul görmüştür. Sarı Saltuk’tan Gül Baba’ya, Odman Baba’dan Demir Baba’ya kadar onlarca gönül fâtihi, bulundukları mekânlarda İslâm’ın güzelliklerini temsil ve tebliğ etmişlerdir. Demir Baba Velâyetnâmesi’nde, Demir Baba’nın Marko ismindeki bir pehlivana îman telkini yaptığı anlatılmaktadır: “Îman getir! Müslüman ol! Şefaattan mahrum kalma! Muhammed ümmeti ol!”[18] Bu şekildeki îman telkinlerine Velâyetnâmenin başka yerlerinde de rastlanılmaktadır. Mesela; Demir Baba, henüz İslâm’la şereflenmemiş başka bir kişiye şöyle söylemektedir: “İmana gel! Müslüman ol! Şefaattan mahrum kalma! Muhammed ümmeti ol! Pâk ol dedikde ol! Evvel Allah’a, Muhammed’e, andan Kur’ân’a îmana, İslâm’a, dine dîzar dil!”[19]

Bektâşî büyüklerinin dilinde, ehl-i imân ve İslâm olmak, Ehl-i Beyt’e gönülden bağlı bir muhip olmak en büyük şeref ve pâyedir. Bu pâyeye eremeyenlerin karşılaşacağı, mukadder âkibeti de haber vermekten çekinmemişlerdir. Alevî geleneğinde en çok değer verilen yedi ozandan biri olan Vîrânî Baba, Risâle’sindeîman ve şehâdetin bir tâlib için gerekliliğini şu sözlerle ifade etmektedir: “İmdi ey tâlib! Allah, Muhammed ve Ali’ye inanıp şehâdet getirmeyenler, bu delîl ile ehl-i nâr (Cehennem ehli) dır.” Baba’nın delili ise, A’raf Sûresi 36. âyettir.[20] Sâd Sûresi 43. âyeti[21] naklederek de “âyete, hadîse ve kelâm-ı Ali’ye kulak vermeyenlerin; îman etmeyenlerin, rahmet, şefkat ve himmete eremeyeceklerini” îkaz etmektedir. Bu durumdaki kişiyi “müşrik” olarak addeden Vîrânî Baba, Hakk’ın hidâyeti, Muhammed’in şefaati ve Ali’nin velâyetine kavuşmak için bu esaslara inanmak gerektiğini ifade etmektedir. O, îmanın üstünlüğünü de şu cümle ile vurgulamaktadır: “Hakk’ın Kudret’i, Muhammed’in şefaati ve Ali’nin himmetidir ki, kelime-i şehâdet inançsızlık üzerine gâlip olmuştur”.[22]

Vîrânî Baba, İmam Ca’fer-i Sâdık’ın Tarîkatnâmesinden şu alıntıyı yapmaktadır: Fakrın canı Muhammed Ali’dir. Zîrâ biri nebiyyu’llah (Allah’ın Peygamber’i)tır ve biri veliyyu’llah (Allah’ın velîsi)dır. İmdi ne ma’nîdir ki Hak’tan kaçasın. Gel beri! Kaçma Hak’tan. Zîrâ Hak’tan kaçan kâfir olur.[23] Alevî Bektâşî geleneğinde Hazreti Muhammed ve Kur’ân-ı Kerîm’le birlikte Ehl-i Beyt’in de sürekli vurgulanması dikkat çekmektedir. Bir “Hak-Muhammed-Ali yolu” olarak da nitelendirilen Alevîlik Bektâşîlik Hazreti Muhammed’in “Kur’an ve Ehl-i Beyt” mirasına birlikte sahip çıkmayı Alevîliğin olmazsa olmazı bir tavrı olarak benimsemiştir.   

Bir başka ozan Pir Sultan Abdal, Ehl-i Beyt yolunun takipçisi olan bütün Alevî-Bektâşîler adına adeta inanç tercihlerinin net bir şekilde duyurusunu yapmaktadır:

Muhammed dînidir bizim dînimiz,

Tarîkat altından geçer yolumuz,

Hem Cibrîl-i Emîn’dir rehberimiz,

Biz mü’miniz, mürşîdimiz Ali’dir.[24]

Ehl-i Beyt sevgisi, Alevî Bektâşîlerin din anlayışlarına insani boyut kazandıran önemli bir fenomendir. Cemevlerinde evlâd-ı Rasûl olan dedeye ikrâr veren, onun sözünü ve sohbetini dinleyen, doğum, ölüm ve cenazelerinde dedeye başvuran, hukukî anlaşmazlıklarını -erkâna dayalı bir şekilde- onun bulduğu yöntemlerle çözen Alevîler, manevî/tasavvufî eğitimlerini insan merkezli bir yapıyla gerçekleştirmektedirler. Söze, muhabbete ve güçlü bir sosyal yapıya dayalı Alevî Bektâşî toplum modeli, İslâm’ın ilk yıllarındaki Ashâb-ı Suffa’yı hatırlatmaktadır. Haftada bir defa yapılan cem ve on iki hizmet gibi teorik olmaktan ziyade günlük hayata doğrudan yansıyan etkileyici pratikler bir Alevînin inanç dünyasını güçlü ve zengin tutmaktadır. Dâr meydânında dedenin sorgusundan, görgüsünden geçeceğini bilen bir Alevî tâlibi eline, diline ve beline sahip olma konusunda daha dikkatli olmaktadır. Alevî Bektâşîlerin tarihten bugüne canlılığını koruyan ahlâk ve fazilete dayalı bu İslâm modeli hiç şüphesiz onlarla muhatap olan insanlar üzerinde etkili olmuştur.      

Alevî-Bektâşî Geleneğinin Temel Referansları

Alevî-Bektâşî kaynakları incelendiğinde âdâb ve erkâna yön veren temel referansların Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed’in örnek ahlâkı ve O’nun Ehl-i Beyt’i olduğu görülmektedir. Önemli bir Bektâşî kaynağı olan Kitâb-ı Cabbar Kulu’ndaİslâm Peygamberi Hz. Muhammed’in Allah tarafından risâletle görevlendirilişi ve risâletin taşıdığı anlam şu satırlarda dile getirilmektedir: “Hakk’ın emriyle Muhammed dünyaya geldi. Şevk verdi, güneş gibi cihân nûr ile doldu. Cebrâîl, âyet indirdi. Farz sünnet bildirdi. Taklîdler tahkîk oldu. Küfrü aradan kaldırdı. Muhammed mirâca vardı. Acâyib hikmetler gördü. Hak Teâlâ hakkı bâtılı ayırdı. Emrolanı Muhammed ümmetine duyurdu. Hak bâtıl seçildi. Âleme nurlar saçıldı. Perde kalktı aradan; cümle hicâblar açıldı. Küffârlar îmâna geldi. Kimi şöyle hâricî kaldı. Dîn-i İslâm âşikâre çıktı. Hüküm Muhammed’in oldu.” [25]

Alevî öğretisinde adı Hz. Muhammed’le birlikte anılan ve Bektâşî tarîkatının menşei olan kişi Hz. Ali’dir. Hz. Ali, Nehcü’l-Belâğa’da yer alan bir hutbesinde, Kur’an hakkındaki görüşünü açık ve vecîz bir dille ifade etmiştir.Ona göre Kur’an, öğüdünde aldatmayan, yol göstermede insanı azdırmayan, söyleyişte yalan söylemeyen bir öğütçüdür. Kur’an’la oturup kalkan, doğrulukla oturup kalkar. Hiç kimseye Kur’an’dan sonra bir ihtiyaç, bir yoksulluk gelip çatmaz. Dertlere onunla şifâ dilenmeli, güçlükler için Allah’tan onunla yardım istenmelidir.[26] Hz. Ali bir başka hutbesinde dinleyenlere şu tavsiyelerde bulunmaktadır: “Kur’an’ı öğrenin. O, sözlerin en güzelidir. Hükümlerini belleyin. Çünkü bu belleyiş, gönüllerin ilkbahârıdır. O’nu güzel bir tarzda okuyun. Bu okuyuş, haberlerin en güzelini okumaktır.”[27]

Hacı Bektaş Velî’ye göre Kur’an, âşıktan (Allah’tan) mâşûka (insana) gönderilmiş bir mektuptur. O dervişlere şöyle nasîhatta bulunmaktadır: “Ey derviş! Bilesin ki, Kur’an Allah’ın kelâmıdır. Hazreti Peygamber’eamel etmek ve elçi olarak halka bildirmek için indirilmiş bir kitaptır.[28] Hünkâr, bizzat kendisi hem eserlerinde Kur’an’dan temel referans olarak yararlanmış, hem de muhataplarına Kur’ân’ı öğretmiştir. Bedehşan ilini zapt edince, halk onu başlarına pâdişah yapmak istemiş, o ise bunu reddederek onlara Kur’ân okumayı öğretmeyi tercih etmiştir.[29]

Bektâşî büyükleri, hafızlık derecesinde Kur’ân’ı bilen ve yeri-zamanı geldiğinde okuyan insanlardır. Meselâ; Demir Baba Velâyetnamesinde Mustafa Baba’nın kırkından sonra Akyazılı ve Demir Baba’lar “hatim” okudukları anlatılmaktadır.[30] Demir Baba, Vîrânî Baba’nın isteği üzerine “Fetih Sûresi”ni okuyup tefsirini yapacak kadar Kur’an bilgisine sahiptir.[31] Hüseyin Baba’nın vefatından sonra da arkasından “Yasîn Sûresi”ni okuduğu nakledilmektedir.[32]

Vîrânî Baba, Risâle’sinde Bakara Sûresi 1. âyetine[33] atıf yaparak, Kur’an’ın içinde şüphe olmadığını ve doğru yolu gösterdiğini ifade etmektedir. Ona göre bu doğru yol da; “sırât-ı müstakîm”dir.[34] Bu anlayışa göre; Ehl-i Beyt’i sevdiğini iddia etmek tek başına yeterli değildir. İstikamet ve ahlâkı düzgün olmayan bir insan Ehl-i Beyt’i sevmeyi de hak etmiyor demektir. Hazreti Muhammed’in bir hadisine göre; İmâm Ali kendisini sevenleri sırât-ı müstakîme (dosdoğru yola) iletendir.[35]  

Vîrânî Baba, Kur’ân’ın sûre ve âyet sayısı hakkında da bilgi vermektedir. Fâtiha’dan murâd, ümmü’l-kitâb (kitabın, Kur’an’ın anası)dır. Ümmü’l-kitâbdan murâd, seb’ül-mesânîdir. Seb’ül-mesânîden murâd, yedi âyettir. Yedi âyetten murâd, yedi noktadır. Yedi noktadan murâd, bir eliftir. Bir eliften murâd, mecmû-u kelâmu’llah (Kur’an’ın bütünü)tır. Mecmû-u kelâmu’llahtan murâd, yüz on dört sûredir. Yüz on dört sûreden murâd, altı bin altı yüz altmış altı âyettir ve ondan murâd, on sekiz bin âlemdir. Dahî âlemden murâd, Âdem’dir. Âdem’den Muhammed Ali’dir ve onların âl ü evladlarıdır.[36]

Sırrî Rıfâî Alevî Erkânnâmesinde;îmanı bir ağaca, Kur’an’ı da bu ağacın köküne benzetmiştir. Nasıl ağaç köksüz yaşayamazsa, îman da Kur’an’sız mü’minin kalbinde varlığını sürdüremez demek istemektedir. Alevî’ye göre; îman ağacının kabuğu hayâ, gövdesi şükürdür. Budakları takvâdır. Yaprakları tövbedir. Yemişi inâyetu’llahtır. Îmanın manası Allah ve Rasulü’ne yakîn elde etmektir. Îmanın aslı kelime-i tevhîddir. Îmanın cemi’si yoldan dikeni kaldırmaktır. Yani; gönülden gıll ü gışı atıp onu saf hale getirmektir.[37]

Bektâşî İcâzetnâmeleri, Kur’an âyetleri ile başlar. Zâlike takdîrü’l-azîzi’l-alîm[38], Nasrun mine’llâhi ve fethun karîb[39], Rabbenâ tekabbe’l-minnâ inneke ente’s-semîu’l-alîm[40] âyetleri, İcâzetnâme’lerin baş kısmına yazılanlardan sadece bir kaçıdır.Ayrıca İcâzetnâme’lerin içersinde sık sık âyet ve hadîslere atıflar da yapılmaktadır. Ortalama olarak bir İcâzetnâme’de 8-10 âyet ile 5-6 hadîsin geçtiği söylenebilir.[41]

Alevî-Bektâşî geleneğinde Kur’ân’a inancın ve ona bağlılığın oldukça önemli bir yeri vardır. Hacı Bektâş Velî’ye göre; kendini Kur’ân’a layık hale getirmeyen, onunla aydınlanmayan, kör olmuş demektir. Her kim, onu okur, duyar ve unutursa, onunla amel etmezse, Allâh u Teâlâ’nın şu buyruğuna muhatap olmaktan kurtulamaz: “Benim kitabımdan yüz çeviren kişinin dar bir geçimi olur ve kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz.”[42]

Vîrânî Baba da âyet ve hadîslerden yüz çevirerek, dört kapıyı bilip uygulamayanları kör olarak nitelendirmiştir: “Tarîkin görmeyen kördür. İmdi dünyâda kör olan, âhirette dahî kördür. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: Ve men kâne fî hâzihî a’mâ fehüve fi’l-âhireti a’mâ.[43]Pes, bunda (dünyada) kör olan, onda (âhirette) dahî kör. İmdi, kör olan ne şerîat ve ne tarîkat ve ne hakîkat ve ne marifet görür. Öyle olsa, bu dört kapuya gözün açmayan ve kendi menzil ve merâtibin seçmeyen, Hak dîdârını (Cemâl’ini) göremez. Her kim ki bunda (dünyada) iken gidecek yerin görmese Âdem değildir. Âdem olmayan esfeldir. İmdi esfel, Hak sözünü işitmez. Hak sözün işitmeyen ve erenler camâlini görmeyenden ne hâsıl olur?[44]

Kaygusuz Abdal Dilgüşâ’sında,Hakk’a giden yolda dervişlerin menzile erişebilmeleri için neler yapmaları lazım geldiğini şöyle özetlemektedir: “Ahmed-i Muhtar’ın ne söylediğinden haberdar ol. Bu nenzilde ona nasıl layık olacağını düşün. Bak bir kere Cebrâil’in kitabı ne demiş. Bu nenzile ulaşmanın mükâfâtı nedir? Dünya, âhiret ve kıyâmet günü nedir? Hadîs, âyet, ilim ve kitap nedir? Haberdar ol bu durumdan.[45] Yaratılışın sebeb-i hikmetini öğrenmek için âyet ve hadîslere kulak vermek gerekmektedir. Erkânnâme’lerde görülen bu temel yaklaşım, hayatın sırrını çözme arayışında tâlib ve dervişleri de âyet ve hadîslerdeki, emir ve tavsiyeleri dikkate almaya yönlendirmiştir. Pîrler, tâlib ve dervişlere nasîhat ederken, kendileri de düşüncelerini âyet ve hadîslerle temellendirerek, onlara örnek olmuşlardır.

Veli Baba, Hz. Hüseyin soyundan gelen “seyyid”lerin, zikir ve fikirle meşgul olduklarını, az yediklerini, az uyuyup, az konuştuklarını ve şöhretten kaçındıklarını haber vermektedir. Baba, onların güzel ahlâkı yansıtan bu davranışları, “Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tâbî olun ki Allah da sizi sevsin”[46]âyetine uygun olarak Rasûlu’llah’ın yolunu takip etmek suretiyle kazandıklarını söylemektedir. Baba’nın anlayışına göre; Rasûlu’llâh’ın yolunu takip etmek, O’nun yaptığı ibâdetleri yapmak, O’nun terkettiklerini terketmektir. Âyette ifade edildiği üzere; Allah’a ulaşmak, Rasûlu’llâh’a uyma şartına bağlanmıştır.[47]

Veli Baba’ya göre Rasûlu’llah’ın yolundan gitmek, zâhirî ve bâtınî olmak üzere iki kısımdır. Zâhirî ittiba, farzları yerine getirmek, haramlardan ve mekruhlardan kaçınmaktır. Muhammed ahlâkı ile ahlâklanıp, kulluğun gereklerini yerine getirmek ve dünyevî isteklerden vazgeçmektir. Allah’tan gayrına sevgi duymayı terk ederek uhrevî amelleri yapmak, fakirliği tercih etmek, âlimlere saygı ve insanlara sevgi göstermektir. Batınî ittiba ise, Allah’ın nimetlerini tefekkür etmek, Allah u Teâlâ’ya aşk ve muhabbet duyup O’na kavuşmayı istemektir. Korku ile ümit arasında olup, her halde Allah’a hüsn ü zan etmek, Rızâ’sını talep ve şükretmektir. Allah’a karşı gelmeme konusunda sebat ve istikâmet üzere olmaktır. Murâkabe ile, mürşîdin güzel hallerini hatırlamaktır. Veli Baba, bu hal üzere devamlılık sağlayan ve Ehl-i Beyt’i seven bir kimsenin istidat derecesi ve kabiliyetine göre “Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, işte onlar Allah’ın nimetine eriştirdiği Peygamberlerle, şehidler ve iyilerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar” mealindeki Nîsâ, 69. âyetine muhâtab olacağını haber vermektedir.[48]

Pîr Sultan Abdal, Hz. Muhammed’in Peygamberliğini îlan edip ona salavât getirmenin gerekliliğini dile getirmektedir.[49] Yâ Muhammed sana imdâda geldim” redifli şiirinde Hz. Peygamber’e duyduğu özlemi anlatmaktadır.

Muhammed’dir gönlümüzün aynası 

Salavât verenin nûr olsun sesi

On sekiz bin âlemin Mustafâ’sı

Ya Muhammed sana imdâda geldim

Kâ’benin yapısı bina yapısı

Îman etse âsîlerin hepisi

Beş vakit okunur Âyetü’l-kürsî

Yâ Muhammed sana imdâda geldim[50]

Alevî-Bektâşî Erkân (Uygulamalar)ında İnanç Tercihleri

Erkânın anlatıldığı eserler Buyruk’lardır. Şeyh Safî Buyruğu’nda, sûfîliğin on yedi kimseden kaldığı ifade edilmekte ve Allah, dört büyük melek, Peygamberlerin isimleri ve Hz. Ali sayılmaktadır.[51] Bir başka ifadeyle, Allah’a, meleklere, Peygamberlere îman erkânla bütünleştirilmiştir. Şeyh Safî Buyruğu’nda “Allah’ın yokları var edici, ölmüşleri diriltici, hastalıkları iyileştirici her şeye gücü yeten bir Padişah olduğu” anlatılmaktadır. “O’nun, dertlere derman, hastalara ferman ve sıkıntıya düşmüşlere şifa olduğu” ifade edilmektedir.[52] Bu ifadeler, Secde Sûresi 4. âyetiyle[53] birleştirilmiştir.

Bektâşî erkânında Allah, Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisinin işlendiği, dînî, ahlâkî, hukûkî ve toplumsal kuralların uygulanıp önemli kararların alındığı toplumsal birliktelik “cem”dir. Cem erkânı, tarihteki etkisini kısmen yitirmiş olmasına rağmen köy veya şehir Alevîleri tarafından halihazırda da uygulanmaktadır. Cemlerin incelenmesi, Alevîliğin dînî konumu hakkında doğrudan bilgi verebilecektir.

Cemlerde zâkirler, cemaatle birlikte tevhîd “Lâ ilâhe illallah” okumaktadırlar. Cemlerde Hz. Muhammed’e, Ehl-i Beyt’e ve on iki imamlara getirilen salavât’lar, Hz. Muhammed’in Peygamberliğini ve Ehl-i Beytin, on iki imamların yol göstericiliğini ifade etmektedir.

Cem’in görgü safhasında rehber tâlibe şu soruları sorar:

  • Kimin topluluğundansın?
  • Gürûh-u nâcî topluluğundanım.
  • Kimin oğlusun?
  • Yol oğluyum, Ali bendesiyim.
  • Ne zamandan beri müslümansın?
  • Kâlû belâdan beri.
  • İslâmlığa delîlin nedir?
  • Delîlim, kelime-i şehâdettir: Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah, Aliyyün veliyyu’llah.[54]

Rehberin sorularına verilen bu cevaplar, Alevîlerin inanç tercihlerini net bir biçimde gözler önüne sermektedir.

Seyyid Nesîmî, şu dörtlüğünde “kâlû belâ”dan beri tevhîd ve îmân ehli olduğunu unutmadığını dile getirmekte ve dervişlerden de unutmamalarını istemektedir:

Kalû belâ’nın ahdini

Unutmazam unutma kim,

Îman-ı tevhîd ehlinin

Şol ahd ü şol ikrâr imiş[55]

Cem’lerde okunan pek çok âyet bulunmaktadır. Okunan âyetler, Alevîlerin Kur’ân’a bağlılığı hakkında bilgi vermektedir. Meselâ; çerağ uyandırılırken, “Allâhu nûrü’s-semâvâti ve’l-ardi meselühû nûrihî kemişkâtin fîhâ misbâh…”[56] âyeti okunur.Görgü safhasında seccâdeci meydana gelerek, dâra durur ve şu tercümânı okur: “Bismillâh, bismi Şâh! Ve kâle’r-kebû fîhâ bismillâhi mecrâhâ ve mürsâhâ. İnne Rabbî le gafûru’r-rahîm”[57] Rehber, görgü darında bulunan dört kişinin sağına geçip, meydana niyaz ettikten sonra şu âyeti okur: “Kâlâ Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ ve in lem tağfir lenâ ve terhamnâ le nekûnenne mine’l-hâsirîn.” Görgü sırasında ayrıca Tevbe Sûresi 119. âyet de okunur.[58]İkrâr sırasında tâlib, “İnne’llezîne yübâyiûneke innemâ yübâyiûne’llah. Yedu’llâhi fevka eydîhim. Femen nekese feinnmeâ yenkisü alâ nefsih ve men avfâ…”[59] Sır suyu hizmetinin icrâsı sırasında sırsucu sırsuyu tercümânını okur: “Bismillâh, bismi Şâh! Ve cealnâ mine’l-mâi külle şey’in hayy.”[60] Kurban kesimi sırasında ise, Saffât Sûresi 103-107. âyetler[61] okunurlar. Âdâb ve erkân kitapları incelendiğinde pek çok uygulamanın, Kur’an âyetleri ve İslâm Tarihi’ndeki olaylarla temellendirildiği ve ilgili âyetlerin uygulama sırasında okunduğu görülmektedir.

Alevî-Bektâşî erkânında bir kişi Hakk’a yürüdüğü, yani vefat ettiği zaman, onun dârı çekilir. Dâr çekmek; o kişinin günahlarının affedilmesi, Hakk’ın Dîdârı’na, Cemâl’ine kavuşması için duâ etmek, Allah’a münâcaat da bulunmak anlamına gelmektedir. Amasya Gümüşhacıköy’de el yazması halinde bulunan bir dâr kitabı, orijinal bir kaynak olması itibarıyla incelenmeye değerdir. Eser, Besmele ile başlamaktadır.[62] Hemen ilk sayfadaki; “Hak Teâlâ yokları var edici ve ölmüşleri diri kılıcı ve maraz (manevî hastalık)ları af edici Kadîr pâdişahtır. Dertlere derman, hastalara şifa verici, cümle marazları af eyleye. Bugün bu saatte şifâ ü sıhhatler vire. Allah Allah…”[63] ifadelerinde İslâm’ın tevhîd inancı ile birlikte öldükten sonra dirilme inancının da yer aldığı görülmektedir. Aşağıdaki ifadelerde ise tevhîd inancı ile birlikte Hz. Muhammed’in nübüvvetine ve Hz. Ali’nin velâyetine atıf yapılmaktadır. “İlâhî yâ Rabbe’l-âlemîn veyâ erhame’r-râhimîn. Hâcet kapularını aç…Yâ Rabbî iki cihan serveri Muhammed Mustafâ salla’llâhu aleyhi ve sellem ve Şâh-ı Merdân Aliyyü’l-Murtazâ hürmeti içün işimizi Sen âsân eyle!” Kur’ân-ı Kerîm’deki Ellezî halaka’s-semâvâti ve’l-ardi ve mâ beynehümâ fî sitteti eyyâmin sümme istevâ ale’l-arşi’r-rahmâni…”[64] âyeti zikredilerek, “bu okunan Kur’ân-ı Azîm’in ve Furkân-ı Kerîm’in ve Kelâm-ı Kadîm’in izzeti ve şevketi ve kerâmeti ve bereketi ve fazîleti hürmeti içün”[65] denmektedir ki, bu ifadeler de Kur’ân’a olan inanç ve bağlılığı dile getirmektedir. Eserin geri kalan kısımlarında Kur’an’da isimleri geçen Peygamberler, Ehl-i Beyt ve on iki imamları, Bektâşî büyükleri husûsiyetleri ile birlikte anılarak, onların yüzü suyu hürmeti için de ölen kişi namına Allah’tan af ve mağfiret dilenmektedir.[66]

Yukarıdaki yakarışla Şeyh Safî Buyruğu’nda yer alan şu duâ cümlesi erkândaki bütünlüğe işaret etmektedir: “Ya Rabb’im Sen’in Tanrı’lığın, Bir’liğin, Varlığın, Lütf’un, Kerem’in, İn’âm’ın, İhsân’ın, Kadîm’liğin, Hakîm’liğin, Azametin, Fazîletin ve İnâyet’in hürmeti hakkı için…”[67]

Sonuç

Alevî-Bektâşî geleneği, özel anlamda tâlib ve dervişleri, genel anlamda bütün inananları, şerîat kapısındaki zorunlu Müslümanlıktan tarîkat kapısındaki gönüllü Müslümanlığa çağırmaktadır. Allah’ın emirlerini rızâ, yani gönül hoşnutluğu ile yapma, yasaklarından kalben kaçınma, gönül hoşnutluğu ile mü’min, müslim ve gayr-ı müslimlere yardım etme, samîmî bir inancın tezâhürü olan ibâdeti güzel ahlâkla bütünleştirme, Bektâşî dervişinin erkânda bulabildiği esaslardandır.

Kur’ân’ı, âşığı olduğu Rabb’inden bir mektup olarak gören Bektâşî dervişi, onu büyük bir vecdle okurken, Hakk’ın Habîbi Hz. Muhammed’i hayatının merkezine yerleştirmiştir. Bektâşî’nin bin bir nakışla süslediği gönül dünyasında Hz. Ali “Allah’ın Arslanı”, Hz. Fâtıma ise “Mü’minlerin Âsumânı”dır. Bu sevgi fidanının dalları, Hz. Peygamber’in iki reyhânım dediği Hz. Hasan ve Hüseyin, mü’minlere Allah’a ulaşmanın yollarını gösteren seyyid ve şeriflerin atasıdır.

Bu kutsal ağaçtan aldığı muhabbet aşısını, Hoca Ahmed Yesevî’nin işaretiyle Anadolu bozkırında yetiştirdiği çınara aşılayan Hünkâr Hacı Bektâş Velî, altından ırmaklar akan, atlar koşan ve çiçekler açan bir Cennet Yurdu’nun müjdecisi olmuştur. Yetmiş iki millet, kalblerindeki kin ve kötülüklerden arınmak için, Cenâb-ı Hakk’ın fazl-ı lütfundan gönderdiğine inandıkları, “adımız miskindir bizim, düşmanımız kindir bizim” diyen Yunus Emre’lerin yollarını gözler olmuşlardır.

Bereket ve maneviyat kaynağı olan Bektâşî çerağı, zaman zaman ona ve onun temsil ettiği değerlere düşman olanlar tarafından söndürülmeye çalışılmışsa da, o hep varlığını devam ettirmiştir. Bu sevindirici gerçek, hakîkat kapısının tâliblerini rahatlatmakla birlikte, Seyyid Battal Gâzî’nin, Karaca Ahmed ve Sarı Saltuk’un muhtaç gönülleri mayalayan nutuk ve nefesleri, insan sevgisini, sonraki nesillere taşıyacak gönül dostlarını beklemektedir. Hacı Bektâş Velî, “sevgi esasım, saygı arkadaşımdır” sözüyle, yüzyıllar öncesinden İslâm’ın güler yüzünü yansıtan bir hakikat ve sevgi kahramanıdır.

BİBLİYOGRAFYA

ARSLANOĞLU, İbrahim, “Alevîlik-Bektâşîlik ve Batılı Araştırmacılar”, Hacı Bektaş Veli D., S. 16, ss. 101-115.

BABİNGER, Franz, Anadolu’da İslâmiyet, çev. Ragıp Hulusi, İstanbul, 2000, İnsan Y., s. 15, 20; F. R. Haslok, Bektâşîlik Tetkikleri, çev. Ragıp Hulusi, Ankara, 2000, M. E. B. Y.

Baha Said Bey, Türkiye’de Alevî-Bektâşî, Ahî ve Nusayrî Zümreleri, haz. İsmail Görkem, Ankara, 2000, Kültür Bakanlığı Y.

ÇAĞLAYAN, Alper, Çubuk Yöresinde Erkân, GÜHAM Y.

Demir Baba Velâyetnâmesi, çev. Bedri Noyan, İstanbul, 1976, Ant Y.

DİERL, Anton Josef, Anadolu Alevîliği, İstanbul, 1991, Ant Y.

EĞRİ, Osman, “Alevî-Bektâşî Kaynaklarının Neşri Problemi”, Hacı Bektaş Veli D., S. 28, ss. 121-153.

Hacı Bektâş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, haz. Baki Yaşa Altınok, Ankara, GÜHAM Y.

…………,  Makâlât, sad. Hüseyin Özbay, Ankara, 1996, Kültür Bakanlığı Y.

…………, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, çev. Davut Duman, Ankara, 2004, GÜHAM Y.

İmam Ali Buyruğu (Nehcü’l-Belâğa), haz. Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul, 1972, Yeni Şark Maârif Kütüphânesi.

Kitâb-ı Cabbar Kulu (Yazma Eser), Eyüp Öztürk Özel Kütüphanesi, 1165 H.

Kitâb-ı Dâr (Yazma Eser), Hasan Topal Özel Kütüphanesi, ts.

Koyun Baba Velâyetnâmesi, haz. M. Şakir Çıplak, İstanbul, 2001, Horasan Y.

Menâkıb-ı Hacı Bektâş Velî, haz. Abdülbâkî Gölpınarlı, İstanbul, 1958, İnkılâp Kitabevi.

Pîr Sultan Abdal Hayatı ve Şiirleri, İstanbul, ts. Maarif Kitaphanesi.

Sarı Saltuk Ocağı’na Bağlı İcâzetnâmeler (Yazma Belgeler), Turan Saltık Özel Kütüphanesi.

Seyyid Nesîmî Dîvânından Seçmeler, haz. Kemâl Edip Kürkçüoğlu, İstanbul, 1973, M. E. B. Y.

Sırrî Rıfâî Alevî, Bektâşî Tarîkatına Ait Usul Âdâb ve Âyinler Mecmuası (Yazma Eser), Süleymaniye Kütüphanesi, H.

Şeyh Safî Buyruğu, çev: Mustafa Erbay, Ankara, 1994, Ayyıldız Y.

TUR, Seyit Derviş, Erkânnâme Alevîliğin İslâm’da Yeri ve Alevî Erkânları, İstanbul, 2002, Can Y.

Vîrânî, İlm-i Câvidân (Yazma Eser), Turan Saltık Özel Kütüphanesi.

YALÇIN, Alemdar-YILMAZ, Hacı, “Şah İbrâhim Ocağı Üzerine Yeni Bilgiler”, Hacı Bektaş Veli D., S. 30, ss. 11-63.


[1] Menâkıb-ı Hacı Bektâş Velî, haz. Abdülbâkî Gölpınarlı, İstanbul, 1958, İnkılâp Kitabevi., s. 4.

[2] Bkz. Alemdar Yalçın-Hacı Yılmaz, “Şah İbrâhim Ocağı Üzerine Yeni Bilgiler”,Hacı Bektaş Veli D., S. 30, ss. 11-63, s. 47; Osman Eğri, “Alevî-Bektâşî Kaynaklarının Neşri Problemi”, Hacı Bektaş Veli D., S. 28, ss. 121-153, s. 134.

[3] Menâkıb-ı Hacı Bektâş Velî, s. 5.

[4] A.g.e., s. 5.

[5] Eğri, “Alevî-Bektâşî Kaynaklarının Neşri Problemi”, s. 133-135.

[6] Bkz. Menâkıb-ı Hacı Bektâş Velî, s. 10.

[7] Bkz. a.g.e., s. 40-42.

[8] Bkz. a.g.e.,  s. 56.

[9] Hacı Bektâş Velî, Makâlât,sad. Hüseyin Özbay, Ankara, 1996, Kültür Bakanlığı Y., s. 25.

[10] Hacı Bektaş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, çev. Davut Duman, Ankara, 2004, Gazi Ü. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Arş. Mrk.Y., s. 10.

[11] Âl-i İmrân, 3/19.

[12] Hacı Bektâş Velî, Makâlât, s. 37.

[13] Âl-i İmrân, 3/18.

[14] İhlâs, 112/1.

[15] Hacı Bektaş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 3.

[16] Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 41.

[17] Koyun Baba Velâyetnâmesi, haz. M. Şakir Çıplak, İstanbul, 2001, Horasan Y.s. 51.

[18] Demir Baba Velâyetnâmesi,çev. Bedri Noyan, İstanbul, 1976, Ant Y., s. 108.

[19] A.g.e.,s. 123.

[20] “Âyetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlar, işte onlar Cehennemliklerdir. Orada temelli kalacaklardır.”A’raf, 7/36.

[21] “Katımızdan bir Rahmet ve akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere, ona tekrar âile ve geçmiş olanlarla bir mislini daha vermiştik.”Sâd, 38/ 43.

[22] Vîrânî, İlm-i Câvidân (Vîrânî Risâlesi), Turan Saltık Özel Kütüphanesi, vr. 21a-21b.

[23] Kitâb-ı Cabbar Kulu, Eyüp Öztürk Özel Kütüphanesi, 1165 H., vr. 3a-3b.

[24] Pîr Sultan Abdal Hayatı ve Şiirleri,İstanbul, ts. Maarif Kitaphanesi., s. 138.

[25] Kitâb-ı Cabbar Kulu, vr. 13b-14a.

[26] Bkz. İmam Ali Buyruğu (Nehcü’l-Belâğa), haz. Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul, 1972, Yeni Şark Maârif Kütüphânesi, s. 54.

[27] A.g.e., s. 111.

[28] Hacı Bektaş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 20.

[29] Menâkıb-ı Hacı Bektâş Velî, s. 14.

[30] Demir Baba Velâyetnâmesi, s. 73.

[31] A.g.e., s.143.

[32] A.g.e., s. 154.

[33] Bu, doruluğu şüphe götürmeyen ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren kitaptır.”Bakara, 2/2.

[34] Vîrânî, İlm-i Câvidân (Vîrânî Risâlesi), vr. 12b.

[35] Hüsâmeddin el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl fî Süneni’l-Akvâl ve’l-Ef’âl, Tahkik: Bekrî Hayyânî, Beytü’l-Efkâri’d-Devliyye, Ürdün 2005, c. 11, s. 631.

[36] A.g.e., vr. 6a.

[37] Sırrî Rıfâî Alevî, Bektâşî Tarîkatına Ait Usul Âdâb ve Âyinler Mecmuası, Süleymaniye Kütüphanesi, H., 1284, vr. 30b.

[38] Zâlike takdîrü’l-azîzi’l-alîm ifadesi, En’âm, 6/96, Yâ Sîn, 36/38 ve Fussilet, 41/12. âyetlerde geçmektedir. Anlamı şöyledir: “Bu güçlü ve bilgin olan Allah’ın kânunudur.”

[39] Âyetin anlamı: “Allah katından bir yardım ve yakın bir zafer vardır.” Saf, 61/13.

[40] Âyetin anlamı: “Rabb’imiz! Yaptığımızı kabul buyur. Sen hem işitir, hem bilirsin.” Bakara, 2/127. Âyetlerin yer aldığı icâzetnâmeler için bkz. Eğri, a.g.m., s. 133; Sarı Saltuk Ocağı’na Bağlı İcâzetnâmeler, Turan Saltık Özel Kütüphanesi; Yalçın-Yılmaz, “Şah İbrâhim Ocağı Üzerine Yeni Bilgiler”, s. 25-60.

[41] Bkz. Eğri, “Alevî-Bektâşî Kaynaklarının Neşri Problemi”, s. 133-136.

[42] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 21; Tâ Hâ, 20/ 124.

[43] “Benim kitabımdan yüz çeviren kişinin dar bir geçimi olur ve kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz.” Tâ Hâ, 20/124.

[44] Vîrânî, İlm-i Câvidân, vr. 5b-6a.

[45] Kaygusuz Abdal, Dilgüşâ,haz. Abdurrahman Güzel, Ankara, 1987, Kültür Bakanlığı Y., s. 93.

[46] Âl-i İmrân, 3/31.

[47] Velî Baba Menâkıbnâmesi, haz. Bedri Noyan, İstanbul, 1995, Can Y., s. 172-173.

[48] A.g.e., s. 177-178.

[49] Pîr Sultan Abdal Hayatı ve Şiirleri,s. 103.

[50] A.g.e., s. 134.

[51] Şeyh Safî Buyruğu, çev: Mustafa Erbay, Ankara, 1994, Ayyıldız Y., s. 39-40.

[52] A.g.e.,s. 145.

[53] “Gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden Allah’tır. O’ndan başka bir dostunuz veya şefaatçiniz yoktur. Düşünmüyor musunuz?”Secde, 32/4.

[54] Bkz. Alper Çağlayan, Çubuk Yöresinde Erkân, Gazi Ü. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Arş. Mrk. Y., s. 11.

[55] Seyyid Nesîmî Dîvânından Seçmeler,haz. Kemâl Edip Kürkçüoğlu, İstanbul, 1973, M. E. B. Y.,s. 341.

[56] “Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer…” Nûr, 24/35.

[57] “Nuh dedi: Binin içine, onun akıp gitmesi de, demir atması da Allah’ın adıyladır…”  Hud, 11/41.

[58] “Her ikisi, Rabb’imiz! Kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz dediler.” A’râf, 7/23; Cem’in görgü safhası ile ilgili olarak bkz. Mehmet Yaman, Alevîlik, İnanç, Edeb, Erkân, İstanbul,2001, Garip Dede Türbesi Derneği Y., s. 194-198; Seyit Derviş Tur, Erkânnâme Alevîliğin İslâm’da Yeri ve Alevî Erkânları, İstanbul, 2002, Can Y., 355-446.

[59] “Ey Muhammed! Şüphesiz sana baş eğerek ellerini verenler, Allah’a baş eğip el vermiş sayılırlar. Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir…” Fetih, 48/10.

[60] “İnkâr edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmezler mi? İnanmıyorlar mı?” Enbiyâ, 21/30.

[61] “Böylece ikisi de Allâh’a teslîmiyyet gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatırınca, Biz: Ey İbrahim! Rüyâyı gerçek yaptın. İşte Biz, iyi davrananları böylece mükâfatlandırırız diye seslendik. Doğrusu bu apaçık bir deneme idi. Ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik.” Saffât, 37/103-107.

[62] Kitâb-ı Dâr, Hasan Topal Özel Kütüphanesi, ts., vr. 1b.

[63] A.g.e., vr. 1b, 2a.

[64] Âyetin anlamı: “Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra da arşa hükmeden Rahmân’dır.” Furkân, 25/59.

[65] A.g.e., vr. 3a-3b.

[66] Bkz. a.g.e., vr. 4a-21a.

[67] Şeyh Safî Buyruğu,s. 147.