Prof. Dr. Osman Eğri
Alevîlerin cemevleri ile ilgili AİHM tarafından onaylanan hakları neden verilmiyor? İnsanın aklına şu sorular geliyor: Alevîlerin inanç, kültür ve sanat hayatında daha fazla görünür olmasından mı çekiniliyor? Alevîlerin İslâm’ın değerlerini daha derinden ve samimî yaşadıklarının fark edilmesi mi istenmiyor? Alevî olmayan insanlar Alevîleri ve Alevîliği yakından tanırlarsa etkilenebilirler diye mi korkuluyor? Alevîler cemevlerine gidip Ali kapısından edeble içeriye girmeye, Muhammed şehrine varıp irfânla çıkmaya devam ederlerse cümle eksiklerimiz görünür hale gelir diye bir endişe mi var?
Alevîlerin insanlara yalnızca “insan” oldukları için verdiği değer, gösterdikleri geniş hoşgörü kamuoyunda anlaşılır ve kendisine geniş bir taraftar bulursa insanlara dinleri, dilleri ve etnik kökenleri nedeniyle ayrım yapamayız diye mi kaygılanıyorsunuz? Paulo Freire’ın Ezilenlerin Pedagojisi kitabında tespit ettiği gibi farklı inanç, siyasi görüş ve etnik köken mensubu insanlar arasında diyalojik bir süreç başlar da toplum üzerindeki hegemonyal gücümüz sorgulanır diye mi çekiniyorsunuz?
Freire’in “tahterevalli teorisi”ne göre; toplumu rahatlıkla konsolide edebilmek için sosyal ve kültürel grupları sürekli ötekine karşı kullanma alışkanlığınız geçersiz hale gelir diye mi “derin” düşüncelere dalıyorsunuz? Evet doğru, evrensel değerler üretme potansiyeline sahip Alevî paradigması ve sosyal algısı sizlerin faşizan bakış açınızı ve siyasetinizi, tarihten bugüne kardeşi kardeşe kırdırma operasyonel gücünüzü yerle bir ediyor. Hacı Bektâş-ı Velî’nin “yetmiş iki millete bir gözle bakma” vizyonu farklılıkları bir anda zenginlik haline getiriyor. Sizin üretmekten bir türlü bıkmadığınız kin, nefret ve düşmanlık duygularını insanların kalbinden söküp atıyor.
Alevîliğin bilinmesine ve tanınmasına engel olmak suretiyle sosyal ahenge, çok kültürlü toplum modeline sunacağı katkının da önüne geçmeye çalışıyorsunuz. Sözde ülkenin birlik, beraberlik ve bütünlüğünü sadece siz düşünüyorsunuz ama eylemlerinize bakıldığında; ülkenin insanlarını farklı bahanelerle paramparça ederek ve toplumu sürekli yabancılaştırıp kutuplaştırarak sosyal krizler üzerinden bir yönetim modeli uyguluyorsunuz. Ülkenin sosyal ve entelektüel sermayesini sürekli tüketerek, kendisini yenileme ve geliştirme enerjisini yok ediyorsunuz.
Keşke asırlar sonra bir kez olsun aklınızı başınıza alsanız da milleti Vamık Volkan’ın Ağaç Modeli Teorisi’ne göre hayal edebilseniz ve gerçekten “toplum mühendisliği”ni böyle bir niyetle yapabilseniz. Bu teoriye göre; adına millet de diyebileceğiniz bu büyük toplumun farklı dilleri konuşan her bir etnik kökeni, dini kendi mizaç ve zevkine göre anlayan her bir farklı meşrebi veya mezhebi, Allah’a farklı bir yoldan ulaşmaya çalışan her bir inancı bu ağacın dallarını, ortak idealler ve birlikte yaşama tecrübesi ise gövdesini oluşturuyor. Ağaca o çok renkli zenginliğini ve seyretmeye doyulmayan yeşilliğini farklı seviye ve düzlemlerdeki sağa-sola serpilen dalları veriyor. Bu gerçeği fark etseydiniz en güzel dallardan birisi olan Alevîliği, kesmeye, budamaya veya aşılamaya gerek duymayacak, onun güzelliklerinin ağaçla bütünleşmesini isteyecektiniz.
Taciz ve tecâvüz suçlularının, rüşvetçi ve hırsızların, mala ve cana zarar verenlerin, karısını aldatan veya haksız yere boşayanların, müsâhiplik (yol kardeşliği) hakkını gözetmeyenlerin düşkün oldukları için giremeyecekleri bir ibadethane algısı konforumuzu bozar diye mi düşünüyorsunuz? “Rüşvet almak hırsızlık değildir.” diye verdiğiniz fetvalar cemevlerindeki canları bağlamaz diye mi korkuyorsunuz? Yoksa cemevlerinde Alevî dedelerinin yaptıkları sohbetlerde sıkça tekrar ettikleri; “Doğru gez, Dost gönlünü incitme! “Doğruluk Dost kapısıdır.” telkin ve tavsiyeleri sizin fetvalarınızın etki alanını daraltır diye mi cemevlerine karşısınız?
Eğer haklarını vermezsek Alevîler inanç kimliklerini, pir ve mürşidlerini, ocaklarını, âdâb ve erkânlarını unuturlar diye bir hesap içerisindeyseniz yanılıyorsunuz. Alevîler asırlardır Peygamber soyundan geldiklerine ve evlâd-ı Rasûl olduklarına inandıkları dedelerine İslâm tarihindeki Medine’li Müslümanların bağlandıkları gibi bağlanıyorlar. “Öl! İkrâr verme! Öl! İkrârından dönme!” bilinciyle mallarını ve canlarını bu uğurda harcamaya, son nefeslerini verinceye kadar Hak Muhammed Ali yolunu sürmeye kararlılar. “Ölmek var dönmek yoktur” Alevîlikte. Alevîler din ve diyanet işlerini, ticaret ve siyasete alet eden sözde “hoca”ların peşinden asla gitmezler. Allah’ın bizzat âyetle “tertemiz” olduklarını bildirdiği ve her yıl sorgudan ve görgüden geçip bu durumlarını teyit ettiren Ehl-i Beyt neslinin kapısını bırakıp da başka kapıları çalmazlar.
Şecereleri (soy ağaçları) Hazreti Muhammed’e kadar ulaştığı için birçoğunun başında “seyyid” ifadesi bulunan Seyyid Sarı Saltuk, Seyyid Kureyş, Seyyid Şücâ’eddin Velî, Seyyid Baba Mansûr, Seyyid Garip Mûsâ gibi ocaklar yüzyıllardır Alevîleri “Hak Muhammed Ali” yoluna bağlı tutuyorlar. Keşke konuya bir de farklı bir açıdan bakmayı deneseniz. Eğer biraz tarihe bakarsanız Nakîbü’l-Eşrâf teşkilatının bu ocaklara mensup seyyidlerin iki şahit huzurunda isimlerini defterlere kaydettiğini, Anadolu ve Balkanlar’da irşâd hizmetini onların yerine getirdiğini öğrenebilirsiniz. Böylece Alevîlerin dedelerine ikrâr ve biat verirken neden onların ellerini tuttuklarını, “el ele el Hakk’a” anlayışıyla biat âyetini (Fetih, 48/10) niçin okuduklarını keşfedersiniz.
Anadolu’da Hacıbektaş Dergâhı, Abdal Musa Dergâhı ve Battal Gâzî Dergâhı, Balkanlar’da Seyyid Ali Sultan Tekkesi, Harâbâtî Baba Dergâhı gibi inanç ve maneviyat merkezleri tarihten bugüne Muhammed Ali ve Ehl-i Beyt sevgisini esas alan İslâm tasavvufu ve irfânının can damarları olmaya devam ediyorlar. Kesin bir inançla bu maneviyat merkezlerini ziyaret eden, oralarda duâ edip Allah rızâsını kazanmak için kurban tığlayan/tekbirleyen Alevîler, rızâ lokmalarını ihtiyaç sahipleri ile paylaşıp tevhîd inançlarını daha da pekiştiriyorlar. Kin, kibir, nefret, düşmanlık, hırs, haset ve gıybet gibi olumsuz duygu ve düşüncelerini Erenlerin verdiği manevî huzurla terk ediyorlar. Cemevlerine iyi ve güzel insan olmak için gidiyorlar.
Bu açıdan bakıldığında Alevîliği yok etmeye ve görmezden gelmeye devam etmek, Hoca Ahmet Yesevî’nin Anadolu’ya attığı köseğiyi Sulucakarahöyük’te yeşerten Hacı Bektâş-ı Velî’nin şahsında onun Anadolu irfân deryasına çaldığı Fâtıma Ana mayasını bozmak, Peygamber ocaklarını ve hakîkat çerağlarını söndürmek demek. Alevîleri küstürmek, Alevîliği yok etmek Anadolu çatısını ayakta tutan bu birlik ve dirlik direğini yıkmak demek. Eğer bu irfânı da yok ederseniz elinizde Horasan’dan gelen hiçbir manevî mirasınız kalmayacak. Horasan Erenleri’nin ilim, irfân himmet ve gayretiyle bizlere vatan olan Anadolu’yu bundan sonra selefîlere ve radikal İslâm’cılara teslim edebilirsiniz. Ama sonuçta Anadolu size kalır mı bilmem?
Farkında değil misiniz; Yavuz döneminden bu yana Alevîleri kırmanın, incitmenin ve katletmenin Anadolu insanına kazandırdığı hiçbir şey olmadı. Aksine Horasan Erenleri’nin himmet ve gayretleriyle bu coğrafyada yetiştirilen, altından ırmaklar akan, üstünde atlar koşan ulu çınar kurudu. Düzgün Baba, Munzur Baba, Odman Baba gibi velâyet çeşmeleri kurutulup Erenlerin Serçeşmesi Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî’nin keşif ve kerâmetlerinden mahrum kalınınca uhuvvet (kardeşlik), fütüvvet (yiğitlik) gibi kökü Hazreti Muhammed’e ve İmâm Ali’ye kadar dayanan İslâmî değerler unutuldu. Gönüller çoraklaştı, kalpler duyarsızlaştı, nefisler hoyratlaştı. Türk’ler, Kürt’ler, Alevîler, Sünnîler arasında sürekli kardeş kavgaları yaşanır oldu.
Şimdi tekrar sormak istiyorum: Alevîlerin cemlerde yaptıkları ibadetlerden kim rahatsız oluyor? Her cemde Şehitler Serdarı İmâm Hüseyin aşkına döktükleri yas ve matem gözyaşları Muaviye, Mervân ve Yezid sevicileri mi rahatsız ediyor? Yine cemlerde Kerbelâ’da günlerce susuz bırakılan İmâm Hüseyin ve yetmiş iki yârânı aşkına su dağıtılması Ehl-i Beyt’e bir damla suyu çok gören Peygamber nesli düşmanlarını mı huzursuz ediyor?
Evet! Acı da olsa gerçek bu! Alevîlere ve Alevîliğe düşmanlık edenler bilerek ya da bilmeyerek Hazreti Muhammed’in Ehl-i Beyt’ine düşmanlık etmiş oluyorlar. Yoksa en büyük özellikleri Ehl-i Beyt’i sevmek olan Alevîlere bir insan veya toplum neden düşman olsun ki? Aksine cân u gönülden Muhammed Mustafâ ve Ehl-i Beyt’ine salavât getiren bir mü’minin bu değerleri yaşattıkları için Alevîlere minnet ve şükran duyguları beslemesi gerekiyor.
“Cemevlerini biz yapalım, elektrik, su gibi masraflarını da biz karşılayalım. Yeter ki siz Allah Allah demeye, Allah, Muhammed, Ali nûru hürmetine çerağ uyandırmaya, ellerinizi göğsünüze koyarak salavât getirmeye, tövbe istiğfar etmeye, deyiş, nefes söylemeye, düvâz-deh (on iki) imâm ve gülbenk okumaya, Hakk aşkına semah dönmeye devam edin.” demeleri gerekiyor. Alevîlerin böyle bir beklentileri de yok haddizâtında. Kendi imkânlarıyla cemevlerini inşâ ediyorlar zaten. Onlar sadece cemevlerinin statüsünün yasal olmasını istiyorlar o kadar.
Umarım Anadolu insanının vicdanının sesine kulak verdiği ve devletin de bu çifte standardı bir kenara bırakıp hukukun gereğini yerine getirdiği günler yakındır…
İlgili