ALEVÎ-BEKTÂŞÎ KAYNAKLARINDAKİ KUR’AN TASAVVURU ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

ALEVÎ-BEKTÂŞÎ KAYNAKLARINDAKİ KUR’AN TASAVVURU ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

Prof. Dr. Osman Eğri

Giriş

Allâh’a ulaşmanın yollarını arayan her tasavvufî ekolde olduğu gibi, Alevî-Bektâşî geleneğinde de Kur’ân-ı Kerîm en başta gelen yol gösterici kılavuz ve ilham verici kaynak olmuştur. Hakk’ın kelâmı olan Kur’an Hakk’a ulaşmaya çalışan canların nefeslerine güç, kuvvet ve hikmet vermiştir. Anlam ve muhtevâları itibarıyla çoğunlukla bir Kur’an âyetine atıf yapan Bektâşî nefesleri âyet kabul edilerek, zâkirlerin okudukları beyitlere deyiş ve nefes isimleri ile birlikte “âyet” adı verilmiştir. Hemen her Alevî-Bektâşî kaynağında, İslâm’ın inanç, ibâdet ve ahlâk anlayışı, âdâb ve erkân konuları işlenirken Kur’an âyetleri referans olarak gösterilmiştir.

Alevî-Bektâşî geleneğindeki “Hak-Muhammed-Ali” söylemi ile kaynaklardaki Kur’an tasavvuru birbiri ile örtüşmektedir. Şöyle ki; Hakk’tan Muhammed Mustafâ’ya nâzil olan Kur’an âyetlerinin tefsîr ve te’vîlini de Aliyyü’l-Murtazâ yapmıştır. Düvâzlarda Hazret-i Ali için kullanılan sıfatlardan biri “ârif-i maâni-i Kur’an”dır.[1] Ali Ulvi Baba Bektâşîlik Makâlâtı adlı eserinde; “ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır” hadîsini Kur’ân-ı Kerîm’i merkeze alarak; “Muhammed Mustafâ medîne-i tenzîldir, Aliyyü’l-Murtazâ bâb-ı te’vîldir” şeklinde yorumlamıştır.[2] Ali Ulvi Baba’nın yaptığı bu yorumda Hazret-i Peygamber’den rivâyet edilen;size, uyduğunuz takdirde benden sonra asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum. Kur’ân-ı Kerîm ve Ehl-i Beyt’im.”[3] hadîsinin etkili olduğu düşünülebilir. Ehl-i Beyt’in Kur’an’dan sonra ikinci miras olarak bırakılmasının esprisi, Kur’an’ın tefsîrini yapacak ve soyu Allah Rasûlü’ne dayanan bir neslin varlığının gereği ile izah edilebilir. Soyu Ehl-i Beyt’e dayanan pîr ve mürşidler, dedeleri Hazret-i Peygamber’e Cebrâîl tarafından getirilen ilâhî mesajı, ona muhtaç gönüllere ulaştırmak için büyük gayret göstermişlerdir. Gösterdikleri bu gayretin temelinde dedelerinin insanlığa sunduğu İslâm Dini’ne sahip çıkma psikolojisi yatıyor olabilir. Bektâşî âşık ve şâirleri tarîkatın menşei Hazret-i Ali’nin fazîletlerini anlatırken, Kur’ân’ın manasını açıklamasını sıkça dile getirmişlerdir. XIX. yüzyıl âşıklarından Şah Sultân “efendim” sıfatıyla nitelendirdiği Hazret-i Ali’yi şu mısralarla medheder:

Şerh edip Kur’ân’ın mânâsın seçen,

İkiliği atıp, birliğe geçen,

Tavus kuşlarıyla seyrâna çıkan,

Bin çerağın söyle sırdır efendim.[4]

a) Velâyetnâmelerde Kur’an Tasavvuru

Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş Velî’de yukarıda açıklamaya çalıştığımız “Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ali ve Ehl-i Beyt mensubu pîr ve mürşidlerin Kur’an ekseninde birleşmeleri”ne örnek teşkil edecek bir menkîbe anlatılmaktadır. Bu menkîbe Alevî-Bektâşî kaynaklarındaki Kur’an tasavvuruna öncülük eden sembolik değeri olması itibarıyla, diğer menâkıb kitaplarını etkileyen bir konuma sahiptir. Menkîbeye göre; Hacı Bektâş Velî, Lokman-ı Perende’nin yanında ders okurken, hocası Lokman-ı Perende bir gün Hünkâr’ın sağında ve solunda iki nûrânî kişinin oturduğunu görmüş; onlara yaklaştığında ise kaybolmuşlardır. Hacı Bektâş’a onların kim olduğunu sorduğunda o, sağındakinin Hz. Muhammed, solundakinin Hz. Ali olduğunu, birisinin kendisine Kur’ân’ın zâhirini, diğerinin ise bâtınını (tefsîrini, yorumunu) öğrettiğini ifade etmiştir.[5] Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş Velî’de anlatılan bu menkîbe ile Ali Ulvi Baba’nın “Muhammed Mustafâ medîne-i tenzîldir, Aliyyü’l-Murtazâ bâb-ı te’vîldir” yorumu, aynı anlamın farklı kalıplarda ifade edilmesidir. Makâlât adlı eserinde iki yüz civarında âyeti referans olarak gösteren ve Menâkıb’da anlatıldığınagöre; Bedehşan ilini fethettiğinde, kendisine yapılan pâdişahlık teklifini reddederek, Bedehşan halkına Kur’ân okumayı öğreten Hacı Bektâş Velî bir anlamda ceddi Muhammed Mustafâ’nın mirasına sahip çıkmış olmaktadır.[6]

Bektâşî büyüklerinin menkîbelerinin anlatıldığı diğer Velâyetnâmeler’e bakıldığında da durumun farklı olmadığı görülmektedir. Bektâşî büyükleri hafızlık derecesinde Kur’an’ı bilen ve yeri-zamanı geldiğinde okuyan insanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Meselâ; Demir Baba Velâyetnâmesi’nde Akyazılı ve Demir Baba’lar Hakk’a yürüyen Mustafa Baba’nın kırkından sonra “hatim” okumaktadırlar.[7] Demir Baba, Vîrânî Baba’nın isteği üzerine “Fetih Sûresi”ni okuyup tefsirini yapacak kadar Kur’an bilgisine sahiptir.[8] Hüseyin Baba’nın vefatından sonra da arkasından “Yasîn Sûresi”ni okuduğu anlatılmaktadır.[9] Bütün bu anlatılanlardan Demir Baba’nın Kur’ân’ı çok iyi bilen bir Bektâşî büyüğü olduğu anlaşılmaktadır.

Bektâşî âşığı Nutkî bir nefesinde kendi dilince, tâife-i Bektâşiyân’ın Kur’ân’ı ezbere okuyacak kadar bildiğini ilan etmektedir:

Kur’ân okuruz ezberi,

Muhammed Ali’den beri,

Pîrimiz Horasan eri,

Biz bende-i Bektâşîyiz.[10]

Koyun Baba Velâyetnâmesi’ni kaleme alan Osmancıklı şair Kadri Ehl-i Beyt neslinden olan Koyun Baba’nın fazîletlerini anlatırken, babanın ceddi Hazret-i Ali’nin Kur’ân’ın övgüsüne mazhar olduğuna dikkatleri çekmektedir:

Aliyyü’l-Mürtezâ’dır hem ulûmun bâbı ey cânâ,

Bu remzi hel etâ bahsinden aldım eyledim idmân.

Bunlar erkân-ı dinlerdir ânınçün müsteşâr oldu,

Bu sırrı sûre-i ve’t-tînden fehm eyle kıl ikân.[11]

Koyun Baba’nın insanların büyük sevgisini kazanmasının en önemli nedeni Kur’an âyetlerine konu olan Hazret-i Ali’nin torunlarından birisi olmasıdır. Yemînî Fazîletnâme adlı eserini tamamen sebeb-i nüzûlü Ehl-i Beyt olan âyetlere ve onları öven hadîs-i şerîflere tahsis etmiştir ki bu durum da Alevî-Bektâşî Kaynakları’nda özel bir yeri olan Ehl-i Beyt’in Kur’an’la bütünleştirildiğini göstermektedir.[12] Hiç kuşkusuz bu anlayışın şekillenmesinde Hazret-i Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilmeden önce Basralılar’a hitaben yazdığı mektubun etkisi büyük olmuştur. Hazret-i Hüseyin mektubunda hilâfetine bîat etmediği Yezid’in Kur’ân-ı Kerîm’in hükümlerine uymadığını ve Allah Rasûlü’nün buyruklarını tutmadığını, dinden ve îmândan olmayan zulüm ve haksızlığı dînin içine sokmaya çalıştığını haber vermektedir.[13] Muhammed bin Hanefiyye’ye yazdığı vasiyetnâmesinde ise Allâh’ın birliğine ve Hazret-i Muhammed’in Peygamberliğine şehâdet ettikten sonra, fesat çıkarmak ve zulmetmek için kıyâm etmediklerini, cedleri Muhammed Mustafâ’nın ümmetini düzene sokmayı, iyiliği emredip, kötülükten sakındırmayı, cedlerinin ve babalarının yolunda yürümeyi amaçladıklarını dile getirmektedir.[14] Hazret-i Ali ve Hazret-i Hüseyin’in Kur’an ve onun muhtevası hakkındaki net tavır ve duruşları, kendilerinden sonra gelen Ehl-i Beyt nesline özel bir sorumluluk yüklemiş, Peygamber evlâdı ve Allah dostları olan seyyidler Kur’ân’a bağlılıktan geri durmamışlardır.

Hoca Ahmed Yesevî’nin aşağıdaki beyitleri onun Kur’an ve sünnete bağlılığı konusunda doğrudan bilgi vermektedir:

Minim hikmetlerim fermân-ı Sübhân,

Okup aksang heme mâni-i Kur’ân.

Minim hikmetlerim kân-ı hadîsdür,

Kişi buy iltmese bilgil habîsdür.[15]

Gerek Hoca Ahmed Yesevî, gerekse Rûm’a gözcü olarak görevlendirdiği Hacı Bektâş Velî insanlara İslâm’ın evrensel mesajını sunarken, Kur’an âyetlerini referans olarak göstermişlerdir. Hacı Bektâş Velî’nin evlatları da yetiştirdikleri halîfelerine yol ve erkânı Kur’ân’a uygun olarak yürütmelerini tavsiye etmişlerdir.

b) İcâzetnâmelerde Kur’an Tasavvuru

İcâzetnâmeler pirlik, mürşidlik, dedelik veya babalık konumuna yükselmiş olan manevî otorite sahibi kişilere verilen bir nevi diplomalardır. Hacı Bektâş Velî evlâdı olan Çelebiler tarafından düzenlenen bu tarihî belgeler, aynı zamanda Bektâşî tarîkatının eğitim-öğretim programlarıdır da. Postnişinin ilgili kişiye verilmesini uygun gördüğü icâzetnâmede onun mührü ile birlikte sürekli pîr evinde (Hacıbektâş’ta) ikâmet eden Hacı Bektâş Velî evladı diğer Çelebilerin de şahitliklerini ifade eden mühürleri bulunmaktadır. Yılda bir defa Hacıbektâş’a gidip, görgüden (sorgudan) geçen babanın icâzetnâmesi hal ve durumundaki gidişata göre her yıl yenilenmektedir. İcâzetnâmelerin metni baba için olduğu kadar tâlip ve dervişler için de bağlayıcıdır.

İcâzetnâmeler incelendiğinde her birinin mutlaka besmele, hamdele, salvele ve bir Kur’an âyetiyle başladığı görülmektedir. İcâzetnâmelerin hemen hepsinin başında; nasrun mina’llâhi ve fethün karîb ve beşşiri’l-mü’minîn (Allah katından bir yardım ve yakın bir zafer vardır. İnananlara müjde ver)[16] âyeti yer almaktadır. Bilindiği üzere Bektâşîlik Orhan Gazi zamanından itibaren Yeniçeri Ocağı’nın manevî eğitimini üstlenmiş olan bir tarîkattır.[17] Fetih âyeti olarak da bilinen ve Allâh’ın mü’minlere zafer için yardımını müjdeleyen âyet Yeniçeri’lerin flamalarında da yer almaktadır.[18] Hacıbektâş Dergâhı’nda ikâmet eden Çelebilerin posta, seccâdeye oturacak olan dede veya babalara verdikleri icâzetnâmelerin baş tarafına bu âyeti yazmaları Bektâşîlikte fetih ve gazâ rûhuna verilen önemi göstermektedir. Tarîkatın pîri Hacı Bektâş Velî seferberlik onluca Allah uğrunda gazâ etmeyi şerîat kapısının üçüncü makâmındaki şartlardan birisi olarak saymıştır.[19] Ayrıca Ali Ulvi Baba’nın ifadesiyle; Mekke şehrinin içerisinde yer alan Ka’be’nin fethi elde kılıç savaşmakla müyesser olmuştur. Vücûd şehrinin içerisinde yer alan gönül Ka’besinin fethi ise nefisle girişilen savaş neticesinde mümkün olacaktır.[20] İcâzetnâmelerin başında yer alan fetih âyeti aynı zamanda kalp ve gönüllerin fethedilerek, hakka’l-yakîne açılmasını sembolize etmektedir.

İcâzetnâmelerin verildiği kişiler belli bir bölgeye halîfe olarak da tayin edilmiş olmaktadır. Orada bulunan tâliplere icâzetnâme verilen kişiye itaat etmeleri ve emri dışında hareket etmemeleri tembihlenmektedir.[21] Bu nedenle bazı icâzetnâmelerin başına; ve iz kâle rabbüke li’l-melâiketi innî câ’lün fi’l-ardi halîfe… (Bir zamanlar Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım” demişti) âyeti yazmaktadır.[22] Böylece Pîr evi tarafından halîfe olarak tayin edilen Bektâşî babası, yeryüzünün halîfesi olma makâmını Hazret-i Âdem’den tevârüs etmektedir. O artık çevresindeki muhib, tâlib ve dervişlerin eğitimlerinden, hâl ve davranışlarından sorumludur.

Kendisine icâzetnâme verilen kişi tâlipleri Hakk’la buluşturmaya, hakîkata kavuşturmaya çalışan yol büyüğüdür. Ona verilen görev ve sorumluluk; tâliplerin nefislerini eğitip, kalplerini temizlemek ve onların “ölmeden önce ölme” sırrına ermelerini sağlayarak, rûhlarını yüceltmektir. Bu manevî yolculukta rehber ve kılavuz olmak kolay değildir. Tâlipleri Rabb’e arınmış olarak ulaştırma yolunda, onların cevr ü cefâlarına katlanabilmek için için sabır sebat ve yola sadâkat gerekmektedir. Elinde bulunan icâzetnâmede sürekli gözüne çarpan; Yâ eyyühe’llezîne âmenû vebteğû ileyhi’l-vesîlete ve kemâ kâle esbirû ve sâbirû ve râbitû vetteku’llâhe lealleküm tüflihûne (Ey imân edenler! Sabredin, sebat gösterin, nöbet bekleşin, Allah’tan gereğince korkun ki, kurtuluşa eresiniz)[23] âyeti ona sabır ve tahammül göstermeyi öğütlemektedir.[24] İcâzetnâmenin hemen devamındaki âyet ise zorla kimsenin Hakk’a ulaştırılamayacağı, doğruluk yerine eğriliği tercih edenlerin kendi seçimlerini yaptıkları mesajını vererek, babayı rahatlatmaktadır: Lâ ikrâhe fi’d-dîn kad tebeyyene’r-rüşdü mine’l-ğayyi femen yekfür bi’t-tâğûti ve yü’min bi’llâhi fekad istemseke bi’l-urveti’l-vüskâ lenfisâme lehâ vallâhü semîun alîm (dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.)[25] Sonuç olarak inanıp, yararlı iş işleyenlere Allah büyük bir mükâfat verecektir. İcâzetnâmelerde babayla birlikte, tâlip ve dervişleri hayırlı işler yapmaya teşvik edecek bu meâldeki âyetler de yerini bulmuştur. Bu âyetlerden birisi şöyledir: Men amile sâlihan min zekerin ev ünsâ ve hüve mü’minün felenuhyiyennehû hayâten tayyibeten… (Kadın, erkek inanmış olarak kim iyi iş işlerse, ona hoş bir hayat yaşatacağız.)[26]

Pîr ve mürşidler tarîkat erkânı uygulanırken, Hazret-i Peygamber postuna oturmaktadırlar. Bu nedenle onlara verilen ikrâr veya yapılan bîat, bir nevî Hazret-i Muhammed (s.a.v.)’in nübüvvet ve Hazret-i Ali (k.v.)’nin velâyet yoluna yapılmaktadır. İcâzetnâmeler incelendiğinde sıkça karşılaşılan aşağıdaki âyet; ikrâr ve bîat erkânı sırasında da okunmaktadır. Tâlip ve dervişin yola olan bağlılığını ifade eden bu âyet, yola kutsallık kazandırmaktadır. Gelenekteki anlayışa göre; mürşidin şahsında Hazret-i Peygamber’e ve Hakk’a da bîat edilmiş olmaktadır: İnne’llezîne yübâyiûneke innemâ yübâyiûna’llah yedu’llâhi fevka eydîhim femen nekese feinnemâ yenkisü alâ nefsihî ve men evfâ bimâ âhede aleyhu’llâhe feseyü’tîhi ecran azîmâ (muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir)[27] Bilindiği üzere âyette Medînelilerin Akabe’de Hazret-i Peygamber’e yaptıkları bîattan söz edilmektedir. Mürşid Hazret-i Peygamber’i, ona bîat eden tâlip de her şeye rağmen Hazret-i Peygamber’e ve İslâm’a sahip çıkacağına dair söz veren Medînelileri temsil etmektedir. Âyette de geçtiği üzere; Allâhu Teâlâ Hazret-i Peygamber’e yapılan bîatın Kendisine yapılmış olduğunu ve kudret elinin onların ellerinin üzerinde bulunduğunu müjdelemiştir. Alevî-Bektâşî geleneğinde tâlibin mürşide bîat etmekle Hakk’a bîat etmiş olacağı anlayışı, âyetin anlamına uygun olarak; “el ele, el Hakk’a” deyimiyle ifade edilmiştir. Yukarıdaki âyet “yedullâh âyeti” şeklinde isimlendirilerek, deyiş ve nefeslere de konu edilmiştir. Bektâşî şairi Hilmî “el ele, el Hakk’a” anlayışının kaynağının yedullâh âyeti olduğunu bir dörtlüğünde şöyle dile getirmektedir:

Mürşidin pendini cân ile duyup,

Muhammed Ali’nin dâmenin tutup,

Yedullâhi fevka eydîhim deyup,

El ele el Hakk’ın eli dediler.[28]

İcâzetnâmelerde Hazret-i Peygamber’in inananlara tebliğ ettiği emir ve yasaklara, helâl ve harâmlara uymanın gereği de âyet hükmünün bağlayıcılığından yararlanılarak dile getirilmiştir. Feyzullah Çelebi yazdığı icâzetnâmede dedesi Hacı Bektâş Velî’nin fazîletlerinden bahsederken, onun Kur’an âyetinin hükmü gereğince Allah Rasûlü’ne bağlı olduğunu açıklamaktadır. Metnin orijinali şöyledir: “Sultânü’l-muhakkikîn ve kutbü’l-aktâbi fi’l-âlemîn el Hâc Bektâş Velî Horasânî kaddesa’llâhü sırrahü’l-azîz şeyhü’l-avâmi bi’l-ikmâli ve şeyhü’l-havâssi bi’l-esrâri ve musallin şeyhün en yekûne abden fî ğayrihî ve sıhhatihî zâlike’l-inkıyâdü biemri’llâhi teâlâ ve’l-ictinâbü an nevâhiy kemâ kâle vemâ etâkümü’r-rasûlü fehuzûhü vemâ nehâküm anhü fentehû.”[29]

Babaya verilen icâzetnâme manevî bir ahitleşme olduğu için hemen hepsinde yer alan bir âyet de şöyledir: Rabbenâ tekabbel minnâ inneke ente’s-semîü’l-alîm (Rabbi’imiz, bizden kabul buyur, kuşkusuz sen işitensin, bilensin)[30] İcâzetnâmenin baş tarafına bu âyet yazılarak, Allah’tan bu manevî ahitleşmeyi kabul buyurması istenmektedir. Nitekim yine pek çok icâzetnâmede belirtildiği üzere; zâlike takdîrü’l-azîzi’l-alîm (bu, herşeyi bilen yüce Allah’ın takdîridir)[31] bu belgenin postnişîn tarafından kaleme alınması Allâh’ın takdîri olarak kabul edilmiştir. Bazı icazetnâmelere ise Allâh’ın varlığı, birliği, öncesizliği ve sonrasızlığı ile ilgili âyetler yazılarak, Allâh’ın lütuf ve inâyetine mazhar olunmak istenmiştir. Mehmet Aslan’ın özel kütüphanesinde bulunan bir icâzetnâmenin baş tarafında şu âyet yer almaktadır: Hüve’l-evvelü ve’l-âhirü ve’z-zâhirü ve’l-bâtınü ve hüve bi külli şey’in alîm (O ilktir, sondur, zâhirdir, bâtındır. O, her şeyi bilendir.)[32] 1802 yılında Feyzullah Çelebi’nin Hasan Baba’ya verdiği icâzetnâmede ise okuyanların Allah inancını güçlendirecek bir başka âyet yer almaktadır: Hüva’llâhü’llezî lâ ilâhe illâ hû, âlimü’l-ğaybi ve’ş-şehâdeti hüve’r-rahmânü’r-rahîm(O Allah ki kendisinden başka tanrı yoktur, görünen-görünmeyen her şeyi bilir. O çok şefkatli ve merhametlidir.)[33] Son bölümde yer alan âyet adeta icâzetnâmenin veriliş amacını özetlemektedir: Vesslâmü alâ meni’t-tebea’l-Hüdâ (Selâm, Hüdâ’ya tâbi olanadır)[34] Her şey Hüdâ’ya tabi olmak ve Hakk’a ulaşmak içindir.

c) Deyiş ve Nefeslerde Kur’an Tasavvuru

Alevî-Bektâşî geleneği Türkistan’dan Anadolu’ya âşık ve sâdıklar vasıtasıyla taşınan bir tasavvufî ekol olması nedeniyle, inancı coşku ve heyecanla bütünleştiren bir yapıya sahiptir. Âşıklar gönüllerinden geçirdikleri ilâhî duyguları çoğu zaman nazım kalıbına dökerek dışa vurmuşlardır. Bu ifade tarzı İslâmî/tasavvufî incelikleri şiir diliyle dinlemeyi ve söylemeyi seven Anadolu insanının duygu ve sanat dünyasında karşılığını fazlasıyla bulmuştur. Bağlamayla söylenen deyiş ve nefesler asırlarca kulaktan kulağa, gönülden gönüle seyahat ederek varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bugün de insanlarımızın zevk ve vecd içerisinde dinlediği deyiş ve nefeslerde Allah ve insan sevgisi, inanç, ibâdet, ahlâk ilkeleri, âdâb ve erkân konuları işlenmektedir. Dinî, tasavvufî muhtevalı beyit ve dörtlüklerde bazen âyetlere atıflar yapılırken, bazen de doğrudan âyet metinlerine yer verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’i konu edinen deyiş ve nefesleri iki grupta ele almak mümkündür.

1. Kur’ân’a ve İslâm’a olan bağlılığı ifade eden deyiş ve nefesler.

2. Kur’ân’a dayalı olarak âdâb ve erkânla ilgili konuları işleyen deyiş ve nefesler.

Alevî-Bektâşî âşıklar zaman zaman kendilerinin Kur’ân-ı Kerîm’e olan bağlılıklarını dile getirmişlerdir. Bunun nedeni okuyan ve dinleyenleri feyiz ve ilhâm kaynakları hakkında bilgilendirmek olabileceği gibi, kendilerini İslâm’ın dışında görenlere cevap vermek de olabilir. Seyyid Nesîmî’den Yemînî’ye, Pir Sultan Abdal’dan Virânî’ye kadar pek çok âşık kendilerinin Kur’an ve İslâm’a olan bağlılıklarını nefeslerinde ilan etme gereği duymuşlardır.

Mihrâbî bir dörtlüğünde sözünün Kur’ân’a dayandığını, yüzünün Rahmânî renge boyandığını haber vermektedir. Onu hayâlden kurtarıp hakîkate ulaştıran Rahmân’ın gönderdiği Kur’an’dır:

Kur’ânîdir sözümüz,

Rahmânîdir yüzümüz,

Hakk’ı görür gözümüz,

Aldanmayız hayâle.[35]

Hakîkat insanın zaman ve mekânın olmadığı rûhlar âleminden geldiğini kavrayarak, mekân âlemi olan dünyada kemâle ermesi ve ölmeden önce ölmesidir. Mir’âtî aşağıdaki dörtlüğünde bu hakîkatı Kur’an âyetlerinden öğrendiğini ve hakîkati bildiren bu âyetlere bağlı olduğunu dile getirmektedir:

Lâ mekândan fî mekâna gelmişiz,

Nice makâmlarda mihmân olmuşuz,

Eynemâ yüdrikküm mevti bilmişiz,

Küllü men aleyhâ fâna bağlıyız.[36]

Ölmeden önce ölme sırrına erebilmek ve gözünü-gönlünü hakîkate açabilmek, öldükten sonra kurulacak olan sırât ve mîzânda kurtuluşun anahtarıdır. Bektâşîlik’te “gürûh-u nâcî, ehl-i nâcî” (âhirette Cehennem azabından kurtulacak grup) olabilmek, derviş ve tâliplere hedef gösterilmiştir. Diğer Alevî-Bektâşî kaynaklarında olduğu gibi deyiş ve nefeslerde de gürûh-u nâcî olmanın esasları belirlenmiştir. Îman, ibâdet veya ahlâkla ilgili herhangi bir ilke veya davranış söz konusu edilirken, o ilke veya davranış gürûh-u nâcî olmanın şartı haline getirilmiştir. Böylece, “davranışın benimsenmesini kolaylaştırma” amacı gözetilmiş olabilir. Gürûh-u nâcî olmaya hak kazananlar kesretten vahdete ulaşan ve bu dünyada Hakk’a kavuşanlardır. Kalender Çelebi, aşağıdaki beytinde gürûh-u nâcî olmak isteyenlerin vahdet (birlik) âlemi olan [rûhlar âlemi]nden kesret (çokluk) âlemi adı verilen dünyaya gelindiğini ve bu dünyada gözü birlik hakîkatine açılanların kurtuluşa ereceklerini haber veren “kitâbullâh[Kur’an]ı okumalarını istemektedir:

Ger dilersen ehl-i nâcî olmaya,

Geç bu kesretten kitâbullâh oku.[37]

Kitâbullâh’ı okuyan âşıklardan birisi olan Hayretî Hakk’tan ayrı kalmanın acısını bir âyete atıf yaparak şöyle işlemektedir:

Beni yaktı firâk-ı ârız-ı yâr,

Ve kınâ Rabbenâ azâbe’n-nâr.[38]

Kur’ân’ı okuyarak vahdet (Allâh’ın birliği) hakîkatini öğrenenler ölü de olsa diridirler. Bu hakîkate gönlü uyanmamış olanlar ise diri de olsalar ölü sayılmışlardır. Âşık için kesret Hakk’tan ayrı kalmayı (firkati), vahdet ise mâşûku olan Rabb’ine kavuşmayı (vuslatı) sembolize etmektedir. Allâh’ı bulanlar canlarını feda etmekten çekinmemişlerdir. Hallac-ı Mansûr ve Seyyid Nesîmî kendilerine hayat veren canlarını vermişler fakat rûh-ı revânları (Hakk’a yürüyen canları) ile Allâh’a kavuşmuşlardır. Yüzülen sadece derileri, cansız olan sadece bedenleridir. Koyunoğlu bu gerçeğin de Kur’an’da yazdığını dile getirmektedir:

Koyunoğlu Kur’ân’a bak,

Mansûr ipin boynuna tak,

Nesîmî oldu Hakk’la hak,

Yüzdükleri derisidir.[39]

Koyunoğlu’nun dörtlüğünde dile getirdiği bu anlayışı Hacı Bektâş Velî’nin eserlerinde de görmek mümkündür. Hünkâr’a göre; Kur’an; âşıktan (Allah’tan) mâşûka (insana) bir mektuptur.[40] Ona göre; “kendisini Kur’ân’a layık hale getirmeyen, onunla aydınlanmayan, onun rahmetini ve izzetini kazanmayan kişi kör olmuş demektir. O kimse karanlıkta kalmış sayılır. Her kim onu okur, duyar ve unutursa, onunla amel etmezse, yüce Allâh’ın şu buyruğundan kurtulamayacaktır: Benim kitabımdan yüz çeviren kişinin dar bir geçimi olur ve kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz.[41] Kör olarak haşredilen insan; Allâh’ım! Beni neden kör olarak haşrettin, oysa ki ben görüyordum[42] deyince, Allâhu Teâlâ şöyle buyurur: Bizim âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları unuttun, şimdi de biz seni unuttuk.”[43] Genel olarak tasavvufta ve özel olarak da Alevî-Bektâşî geleneğinde, Hakk’ın Cemâl’ine, dîdârına ermek bir amaç olarak gözetilmiştir. Hacı Bektâş Velî, yukarıdaki sözlerinde Hakk’ın Cemâl’ini görmek isteyip de, kelâmını, Kur’ân’ını görmeyenleri hedef almış görünmektedir.

Bektâşî âdâb ve erkânını işleyen deyiş ve nefesler de Kur’an âyetlerine vurgu yapmaktan geri durmamışlardır. Kalp, gönül ve nefis eğitimine önem verilen Bektâşîlikte nefis ve hevâya uymak yerilmiştir. Çünkü nefsin fısıltıları insanı îmândan gümâna, helâlden harâma ve sevaptan günâha doğru yönlendirmektedir. Âşık Hüsnî insanın yaratılışındaki bu gerçeği bilen bir Hak eri olarak, tâlipleri dört kitapta var olan duâya çağırmaktadır. Kur’ân’ı okuyanlar ve kötülüklerden Allâh’a sığınanlar günâhtan geçerek, sevabı seçeceklerdir. İnsana gitmesi gereken doğru yolu gösteren Kur’ân, Allâh’ın insanlara lütuf ve ihsânıdır:

Kendini pek verme hevâ üstüne,

Dertli olan gelir devâ üstüne,

Yer gök kurulmuştur duâ üstüne,

İncil, Tevrat, Zebûr, Furkân’a seyret.

Okumuş olanlar dersini açar,

Şerh eder Kur’ân’ın mânâsın açar,

Keremler iyisi günâhtan geçer,

Hakk’tan gelen lütf u ihsâna seyret.[44]

Her tasavvufî ekolde olduğu gibi Alevî-Bektâşî geleneğinde de Hakk’ı zikretmek erkânın önemli bir parçasıdır. Allah dostları, iç dünyaları ile Hakk’a ulaşabilmiş iken, dış dünyaları ile de ibâdetlere devam etmişlerdir. Rabb’lerini fikir, O’na şükür ve O’nu zikirden geri durmamışlardır.[45] Hacı Bektâş Velî’ye göre derviş Allâh’ın adını anmayı dilinden düşürmemeli ve gönlünde Allâh’ın adını anmaktan başka bir şeye yer vermemelidir.[46] Lâ ilâhe illallâh kelimesine kendinden geçercesine gark olmalıdır.[47] Sabah akşam tüm organlarını Allâh’ın adını anmakla öyle meşgul etmelidir ki her tüyü dil kesilmelidir.[48] Tarîkat erkânı sırasında yerine getirilen on iki hizmetten birisi zâkirliktir. Pir Sultan Abdal Hakk’ı zikretmeyi aşağıdaki Kur’an âyetiyle temellendirmektedir:

Bu aşk meydânıdır, bunda âr olmaz,

Başını top eyle meydân içinde,

Aç gözünü Eşref Hakk’ı zikreyle,

Fezkürûnî[49] dedi Kur’ân içinde.[50]

Hünkâr Hacı Bektâş Velî ve onun yolunda yürüyen tâlip ve dervişler her zaman sevgi ve hoşgörüden yana olmuşlardır. Muhabbet cana hareket getiren, onulmaz yaraları iyileştiren bir manevî güçtür. Hakk’ı zikreden bülbülün zikir nağmelerinde sese dökülen muhabbetin kaynağı da yine Hakk’ın sözüdür.

Muhabbettir Muhammed’in cemâli,

Muhabbet edenin artar kemâli,

Hakk’ı zikreyleyen bülbülün dali,

Okunan Kur’an’da kâldir muhabbet.[51]

Kaynağını Kur’an’dan alan karşılıksız sevgi öylesine yayılan bir tabiata sahiptir ki, Hakk sevgisi halkı da hoş göstermektedir. İhlâs Sûresi’nde bir olan Hakk’ın güzelliğini seyre dalan Kul Himmet Üstâdım halkı da gül gibi görmeye başlamıştır. İslâm’ın inanç ilkelerini ifade eden “âmentü”yü Hakk’ın güzelliğine duyduğu aşk ve heyecan içerisinde telaffuz etmektedir. Tıpkı Hak aşkından dolayı şakıyan bülbül gibi bir haykırıştır bu. Kalpten dışarıya taşan sevgi, dikeni gül eden bir kimyâya sahiptir. Yüzü yerde olan dervişin düşmanı kinden başka ne olabilir ki? Düşmanı kin olana kim düşman olabilir ki?

Kul Himmet Üstâdım hem kul hüvallâh,

Hüsnüne âşıkım âmentü billâh,

Yüzüm basa geldim derviş Feyzullah,

Dervişleri gül göründü yüzüme.[52]

Sonuç

Alevî-Bektâşî kaynaklarında Kur’ân-ı Kerîm’in Allah katından Cebrâîl (a.s.) vasıtasıyla Hazret-i Muhammed’e (s.a.v.) gönderilen hak bir kelâm olduğu sıklıkla vurgulanmaktadır. Hazret-i Peygamber’in tebliğ ettiği Kur’an, çocukluğundan itibaren onun yanında yetişen ve ilim şehrinin kapısı olan Hazret-i Ali (k.v.) tarafından tefsîr ve te’vîl edilmiştir. Peygamber ahfâdı olan seyyidler dedelerinin emâneti olan Kur’ân’a onu ezberlemek ve yaşantılarında onun ilkelerini karakterize etmek suretiyle sahip çıkmışlar, hâdim-i Kur’an (Kur’ân’ın hizmetkârı) olmuşlardır. Hacıbektâş Dergâhı’nın dede ve babalara verdiği icâzetnâmeler sadece Kur’an âyetiyle başlamakla kalmayıp, dede ve babalarının görev ve sorumlulukları da Kur’an âyetlerinin rehberliğinde belirlenmiştir. Hak aşkının vecd ve heyecan içerisinde dışavurumu olan deyiş ve nefesler, Kur’an coşkusunu da en güzel şekilde yansıtmaktadır. Deyiş ve nefeslerde tasavvufî kavram ve semboller nazım diliyle anlatılırken, bazen Kur’an âyetlerine doğrudan mürâcaat edilmiş, bazen de âyetlere telmihde bulunulmuştur. Alevî-Bektâşî kaynaklarında işlenen Kur’an tasavvurunu bir cümleyle özetlemek gerekirse; Hakk’ın cemâline ulaşabilmek ve gürûh-ı nâcî katârına karışabilmek için Hakk’ın kelâmı olan Kur’ân’a sımsıkı yapışmak lazımdır.

BİBLİYOGRAFYA

Ali Ulvi Baba, Bektâşîlik Makâlâtı, haz: İsmail Kasap, Yusuf Turan Günaydın, İstanbul, 2006, Horasan Y.

Bir Bektâşî İcâzetnâmesi (Yazma Belge), Doğan Ulusoy (Hacı Bektâş Velî evladı) Özel Kütüphanesi.

Bir Bektâşî İcâzetnâmesi (Yazma Belge), Hüseyin Aygün Dede Özel Kütüphanesi.

Bir Bektâşî İcâzetnâmesi (Yazma Belge), Mehmet Aslan Baba Özel Kütüphanesi.

Bir Bektâşî İcâzetnâmesi (Yazma Belge), Turan Saltık Dede Özel Kütüphanesi.

Demir Baba Velâyetnâmesi, çev: Bedri Noyan, İstanbul, 1976, Ant Y.

EĞRİ, Osman, “Yeniçeri Ocağı’nın Manevi Eğitimi ve Bektaşilik”, Hacı Bektaş Veli D., S. 24, ss. 113-132.

GÖLPINARLI, Abdülbâki, Alevî-Bektâşî Nefesleri, İstanbul, 1992.

…………, On İki İmâm, İstanbul, 1989, Der Y.

Hacı Bektâş Velî, Makâlât, Ankara, 1996, Kültür Bakanlığı Y.

…………, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, çev: Davut Duman, GÜHAM Y.

Hoca Ahmed Yesevî, Divân-ı Hikmet, haz: Kemal Eraslan, Ankara, 1993, Kültür B. Y.

İVGİN, Hayrettin, “Bektâşî Halk Şiirlerinde Sûre ve Âyetler”, I. Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Sempozyumu, Ankara, 1999, ss. 169-172.

Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş Velî, haz. Abdülbâkî Gölpınarlı, İstanbul, 1958, İnkılâp Kitabevi.

ÖZMEN, İsmail, Alevî-Bektaşî Şiirleri Antolojisi, Ankara, 1995, Saypa Y.

Seyyid Ahmet Rıf’at Efendi, Mir’âtü’l- Mekâsıd fî Def’il- Mefâsıd, İstanbul, 1293 H.

TATÇI, Mustafa, Hayretî’nin Dinî-Tasavvufî Dünyası, İstanbul, 2006, Horasan Y.   

TURAN, Fatma Ahsen-KILIÇ, Filiz, “Türk Edebiyatında Düvâzdehler”, I. Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1999, GÜHAM Y., ss. 357-369.

Yemînî, Fazîletnâme, haz: İsmail Özmen, Alevî-Bektaşî Şiirleri Antolojisi, c. II., ss. 52-100.


* Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Eğitimi Bilim Dalı Öğretim Üyesi.

[1] Bkz. Fatma Ahsen Turan, Filiz Kılıç, “Türk Edebiyatında Düvâzdehler”, I. Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1999, GÜHAM Y., ss. 357-369, s. 361; Bir Bektâşî âşığı olan Hayretî Hazret-i Ali’nin bu özelliğini dîvânında şöyle dile getirir:

    Ey vâkıf-ı hakîkat-ı esrâr-ı kâinât,

    Ve ey ârif-i me’ânî-i Kur’ân yâ Ali. Bkz. Mustafa Tatçı, Hayretî’nin Dinî-Tasavvufî Dünyası, İstanbul, 2006, Horasan Y., s. 53.   

[2] Ali Ulvi Baba, Bektâşîlik Makâlâtı, haz: İsmail Kasap, Yusuf Turan Günaydın, İstanbul, 2006, Horasan Y., s. 35.

[3] Tirmizî, Menâkıb, 77, 3790.

[4] İsmail Özmen, Alevî-Bektaşî Şiirleri Antolojisi, Ankara, 1995, Saypa Y., c. IV., s. 53.

[5] Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş Velî, haz. Abdülbâkî Gölpınarlı, İstanbul, 1958, İnkılâp Kitabevi, s. 5.

[6] A.g.e., s. 14.

[7] Demir Baba Velâyetnâmesi, çev: Bedri Noyan, İstanbul, 1976, Ant Y.,s. 73.

[8] Bkz. A.g.e., s. 143.

[9] Bkz. A.g.e., s. 154.

[10] Gölpınarlı, a.g.e., s. 335.

[11] Beyitlerin sadeleştirilmiş hali şöyledir:

    Ey sevgili! İlim şehrinin kapısı Aliyyü’l-Mürtezâ’dır,

    Bu işâreti hel etâ (insan) sûresinden aldım.

    Bunlar dinin büyükleridir, onun için Hazret-i Peygamber onunla istişare ederdi,

    Bu sırrı da Tîn Sûresi’nden aldım. Bkz. Şair Kadri, Koyun Baba Velâyetnâmesi, haz: Şakir Çıplak, İstanbul, 2001, Horasan Y., s. 77.

[12] Yemînî, Fazîletnâme, haz: İsmail Özmen, Alevî-Bektaşî Şiirleri Antolojisi, c. II., ss. 52-100.

[13] Bkz. Abdülbâki Gölpınarlı, On İki İmâm, İstanbul, 1989, Der Y., s. 71.

[14] Bkz. Gölpınarlı, a.g.e., s. 70.

[15] Beyitlerin anlamı şöyledir: Benim hikmetlerim Allah’ın buyruklarını ifade etmektedir, okuyup anlasan hepsi Kur’an’ın manasıdır. Benim hikmetlerimin kaynağı hadistir, ondan faydalanmayan kişi habistir. Bkz. Hoca Ahmed Yesevî, Divân-ı Hikmet, haz: Kemal Eraslan, Ankara, 1993, Kültür B. Y., s. 21.

[16] Saf, 61/13; Bir Bektâşî İcâzetnâmesi (Yazma Belge), Doğan Ulusoy (Hacı Bektâş Velî evladı) Özel Kütüphanesi; Bir Bektâşî İcâzetnâmesi (Yazma Belge), Hüseyin Aygün Dede Özel Kütüphanesi.

[17] Bu konuda bkz. Osman Eğri, “Yeniçeri Ocağı’nın Manevi Eğitimi ve Bektaşilik”, Hacı Bektaş Veli D., S. 24, ss. 113-132.

[18] Fetih âyeti şöyledir: “İnnâ fetehnâ leke fethan mübînâ. Ve yensureke’llâhü nasran azîzâ” (Biz sana apaçık bir fetih verdik. Böylece sana kimsenin güç yetiremeyeceği şekilde yardım eder.) Fetih 27/1-3. Bkz. Eğri, a.g.m., 120.

[19] Hacı Bektâş Velî, Makâlât, Ankara, 1996, Kültür Bakanlığı Y., s. 11.

[20] Ali Ulvi Baba, Bektâşîlik Makâlâtı, s. 34.

[21] Bkz. Bir Bektâşî İcâzetnâmesi (Yazma Belge), Doğan Ulusoy (Hacı Bektâş Velî evladı, Çelebi) Özel Kütüphanesi.

[22] Bkz. Bir Bektâşî İcâzetnâmesi (Yazma Belge), Hüseyin Aygün Dede Özel Kütüphanesi.

[23] Âl-i İmrân, 3/200.

[24] Bkz. Bir Bektâşî İcâzetnâmesi (Yazma Belge), Mehmet Aslan Baba Özel Kütüphanesi.

[25] Bakara, 2/256. Bkz. Bir Bektâşî İcâzetnâmesi (Yazma Belge), Mehmet Aslan Baba Özel Kütüphanesi.

[26] Nahl, 16/97. Bkz. Bir Bektâşî İcâzetnâmesi (Yazma Belge), Hüseyin Aygün Dede Özel Kütüphanesi.

[27] Fetih, 48/10. Bkz. Bir Bektâşî İcâzetnâmesi (Yazma Belge), Mehmet Aslan Baba Özel Kütüphanesi.

[28] Abdülbâki Gölpınarlı, Alevî-Bektâşî Nefesleri, İstanbul, 1992, s. 334.

[29] Yukarıdaki metnin anlamı şöyledir: Muhakkiklerin Sultânı, Kutbu’l-aktâb fi’l-âlemîn Hacı Bektâş Velî el-Horasânî -Allah onun sırrını azîz etsin- mükemmel yaşantısıyla halkın, sırlara olan hakimiyetiyle de seçkin insanların şeyhidir. Kendisi namâzını kılan, kula kulluğa baş kaldıran ulu bir şeyhtir. Aşağıdaki âyet mucîbince Allah’ın emirlerine uyma ve yasaklarından kaçınma konusundaki titizliği, onunla ilgili yukarıda anlatılan özelliklerin doğruluğunu teyit etmektedir: Peygamber, size neyi verirse alın, neden de men ederse ondan el çekin. Bkz. Haşr, 59/7. Bkz. Bir Bektâşî İcâzetnâmesi (Yazma Belge), Doğan Ulusoy (Hacı Bektâş Velî evladı, Çelebi) Özel Kütüphanesi.

[30] Bakara, 2/127. Bkz. Bir Bektâşî İcâzetnâmesi (Yazma Belge), Turan Saltık Dede Özel Kütüphanesi.

[31] En’am, 6/96; Yâsîn, 36/38.

[32] Hadîd, 57/3.

[33] Haşr, 59/22.

[34] Tâhâ, 20/47.

[35] Gölpınarlı, a.g.e., s. 157.

[36] A.g.e., s. 336.

[37] Özmen, a.g.e., c. II., s. 41.

[38] Bakara, 2/201; Bkz. Mustafa Tatçı, Hayretî’nin Dinî-Tasavvufî Dünyası, s. 55.

[39] Gölpınarlı, a.g.e., s. 92.

[40] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, çev: Davut Duman, GÜHAM Y., s. 20.

[41] Tâ hâ, 20/124.

[42] Tâ hâ, 20/125.

[43] Tâ hâ, 20/126; Bkz. a.g.e.,s. 21-22.

[44] Gölpınarlı, a.g.e., s. 201.

[45] Seyyid Ahmet Rıf’at Efendi, Mir’âtü’l- Mekâsıd fî Def’il- Mefâsıd, İstanbul, 1293 H.,s. 61.

[46] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 7.

[47] Hacı Bektâş Velî, a.g.e., s. 15.

[48] Hacı Bektâş Velî, a.g.e., s. 8.

[49] Metinde geçen “fezkürûnî” ifadesi bir âyetin ilk kelimesidir. Âyetin geri kalan kısmı şöyledir: “Fezkürûnî ezkürküm ve’şkürû lî velâ tekfürûn Anlamı: Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin! Bakara, 2/152.

[50] Gölpınarlı, a.g.e., s. 346-347.

[51] Gölpınarlı, a.g.e., s. 193.

[52] Hayrettin İvgin, “Bektâşî Halk Şiirlerinde Sûre ve Âyetler”, I. Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Sempozyumu, Ankara, 1999, ss. 169-172, s. 171.