Prof. Osman Eğri
ÖZET
Kur’ân-ı Kerîm bütün tasavvufî ekollerde olduğu gibi Alevî-Bektâşî geleneğinin de temel kaynağıdır. Geleneğe şekil veren tarihî şahsiyetler, diğer üç kutsal kitapla birlikte Kur’ân’a da inanılması gerektiğini vurgulamışlardır. Hacı Bektâş Velî ve diğer Bektâşî büyükleri dört kapı kırk makâmı, âdâb ve erkânı açıklarken Kur’an âyetlerini referans göstermişlerdir. Buyruk ve Erkânnâme gibi temel Alevî-Bektâşî kaynaklarında pîr, mürşid konumundaki manevî otorite sahibi kişilerin Kur’ân’ı bilmeleri istenmiştir. Dervişlerin giydikleri kıyafetlerden, dârdan indirme erkânına kadar pek çok uygulamanın merkezinde Kur’an bulunmaktadır.
ABSTRACT
The Holy Quran is the basic source of Alaouite-Bektashi tradition such as whole sufistic schools. Historical persons which has shaped the tradition had emphasized to belive the Quran like other three holy books. Hadji Bektash Veli and other Bektashi older persons while denunciating four doors fourty place and basic principles of tariqat had referenced the Holy Quran. İn basic Alaouite-Bektashi sources like Buyruk and Erkânnâme it is wanted from spiritual guides which owner of spiritual authority to know Quran. Quran is on the center of the such practices from clothes which dervishes wear to bringing down from dâr.
GİRİŞ
İslâm’ın özgün, tasavvufî bir yorumu olan Alevîlik-Bektâşîlik gelenekselleşme sürecinde İslâm’ın temel kaynaklarından ilhâm almıştır. Hacı Bektâş Velî, Abdal Mûsâ, Kaygusuz Abdal ve Veli Baba gibi Alevî-Bektâşî geleneğinin şekillenmesine öncülük eden manevî otorite sahibi şahsiyetler İslâm’ın temel prensiplerini, tasavvufî mahiyeti olan herhangi bir kavram, sembol, âdâb ve erkânı tanımlarken öncelikle Kur’an âyetlerinden ve Hazret-i Peygamber’in hadîslerinden istifade etmişlerdir. Bu yöntemin uygulanmasında hiç kuşkusuz Hazret-i Peygamber’den rivâyet edilen;“Size, uyduğunuz takdirde benden sonra asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum. Kur’ân-ı Kerîm ve Ehl-i Beyt’im. Bu iki şey, Cennet’te Kevser havuzunun başında bana gelip (hakkınızda bilgi verinceye kadar) birbirlerinden ayrılmayacaklardır”[1] hadîsinin etkisi büyük olmuştur. Nitekim bu hadîsin verdiği mesajı doğrularcasına, Ehl-i Beyt olarak sayılan beş ismin Hazret-i Peygamber’den sonra ikincisi olan Hazret-i Ali[2], sahâbe arasında Kur’ân-ı Kerîm’e yakınlığı, bağlılığı ve Kur’ân’a yaptığı hizmetlerle öne çıkmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’i, Hazret-i Peygamber hayatta iken ezberleyen Hazret-i Ali, âyetlerin ne zaman, nerede nâzil olduğunu bilen az sayıdaki sahâbîden biridir.[3] Sûrelerin nüzul (iniş) sırasına göre tertîbi Hazret-i Ali’den rivâyet edilmiştir. Güzel Kur’ân okuyan Hazret-i Ali’den pek çok tâbiî Kur’an okumayı öğrenmiştir. Hazret-i Ali’nin Kur’ân’a olan yakınlığı, Alevî-Bektâşî geleneğindeki Kur’an algılamasını da önemli ölçüde etkilemiştir. Hazret-i Ali’yi seven ve onun yolunu süren Alevî-meşrep insanlarımız Ehl-i Beyt sevgisi ile Kur’an sevgisini birbirinden ayırmamışlardır.
Bu noktada Hazret-i Ali’nin Kur’ân’a bakışını tespit etmek, Alevî-Bektâşî geleneğindeki Kur’an algılamasını anlamamızı kolaylaştıracaktır. Çünkü örnek alınan ve yolun menşei (kaynağı) kabul edilen Hazret-i Ali, gerek sözleri ve gerekse yaşantısıyla kendisinden sonra gelen yol ehlini etkilemiştir. Onun Kur’an hakkındaki şu sözleri zihnindeki Kur’an tasavvurunu gözler önüne sermektedir: “Kur’an, öğüdünde aldatmayan, yol göstermede insanı azdırmayan, söyleyişte yalan söylemeyen bir öğütçüdür. Kur’an’la oturup kalkan, doğrulukla oturup kalkar. Bilin ki; hiç kimseye Kur’an’dan sonra bir ihtiyaç, bir yoksulluk gelip çatmaz. Dertlerinize onunla şifâ dileyin. Güçlükleriniz için onunla yardım isteyin. Allah’tan dileklerinizi onunla dileyin.”[4] “Kur’an’ı öğrenin. O, sözlerin en güzelidir. Hükümlerini belleyin. Çünkü bu belleyiş, gönüllerin ilkbahârıdır. O’nu güzel bir tarzda okuyun. Bu okuyuş, haberlerin en güzelini okumaktır.”[5] Yukarıdaki ifadeler Kur’ân’ın İslâm’ın kutsal kitabı olduğu gerçeğini dile getirmekle kalmayıp, onun inananlara yol gösterici bir rehber olduğunu da açık bir şekilde vurgulamaktadır. Hazret-i Ali, bir hutbe sırasında sarf ettiği bu sözleriyle sadece Kur’an hakkında bilgi vermekle yetinmeyerek, onun öğrenilmesini de istemektedir. Bektâşî büyüklerinin eserlerinde Kur’ân’ı merkeze almaları, dervişlere onu öğrenmeyi, okumayı, dinlemeyi, emir ve nehiyleri doğrultusunda yaşamayı tavsiye etmeleri, Hazret-i Ali’nin yukarıdaki sözlerinin etkili olduğunu göstermektedir.
Hazret-i Ali’nin, yaşadığı dönemde söylediği rivâyet edilen ve Nehcü’l-Belâğa’dayer alan bu sözleri okunduğunda, ister istemez şu sorular akla gelmektedir: “Acaba Hazret-i Ali’nin Kur’an hakkındaki bu yaklaşımı, bakışı, duruşu Anadolu Alevîliğine ne kadar yansımıştır? Anadolu’da yaşanan Alevî-Bektâşî geleneğinde de Kur’ân’a Hazret-i Ali’nin baktığı gibi mi bakılmıştır?” Bu sorulara cevap verebilmek için Seyyid Hüseyin b. Seyyid Gaybî tarafından 15. yüzyılda yazılan ve Anadolu Alevîleri tarafından benimsenerek okunan ve Hazret-i Ali’nin hutbelerinde söylediği sözlerin yorumlandığı Şerhu Hutbeti’l-Beyân isimli esere bakmak isabetli olacaktır. Şâh-ı velâyetin Kur’an hakkındaki sözleri Şerhu Hutbeti’l-Beyân’a şöyle yansımıştır: “Pes Kur’an Kelâmullah’dur ve huccet-i Muhammed Rasûlillâh’dur ve mu’cize-i enbiyâullahdur ve mürşid-i evliyâullahdur, beyân-ı ma’rifetdür ve kânûn-ı hikmetdür ve hüccet-ü da’vetdür ve fermânda ta’atdür ve okuyanlara rahmetdür ve işidenlere beşâretdür.”[6]Bu ifadelerde de hiçbir yoruma ihtiyaç duyulmayacak bir şekilde Kur’ân’ın Allah kelâmı ve Hazret-i Muhammed’in de Allâh’ın rasûlü olduğunun delili olduğu vurgulanmaktadır. Kur’ân’ın “evliyâların mürşidi ve ma’rifetin beyânı olduğu” ifadeleri ise Anadolu’daki dört kapı kırk makâma dayalı tasavvuf anlayışının bir tezâhürü olarak değerlendirilebilir.
Hazret-i Ali ve Kur’an, Ehl-i Beyt ve Kur’an ilişkilendirmesi, Anadolu’daki dinî/tasavvufî ve sosyo-kültürel hayatı derinden etkilemiştir. Bu etkilenmede hiç kuşkusuz Kur’ân’ın vahiy olduğuna inanılan bir kitap olmasının ötesinde, okunarak örnek alınması gereken bir rehber olduğunun kabul edilmesinin de tesiri büyüktür. Anadolu bozkırında yaşayan pîr ve mürşidler, âşık ve dervişler Kur’an sevgisi ve bağlılığını sadece gönüllerinde yaşatmakla kalmamışlardır. Onlar aynı zamanda Kur’ân’ı okumayı, onu anlamayı ve Kur’ân’ın öngördüğü gibi yaşamayı öğreten Hak dostları olmuşlardır. Anadolu tarihinin şekillenmesinde çok önemli bir rûh aksiyonu olan bu realiteyi kavrayabilmek için de yine Hazret-i Ali’nin, bir hutbesinde mü’minlere Kur’an okumayı öğrenmelerini tavsiye ettiği şu sözlerine kulak vermek isabetli olacaktır: “Gel, Kur’ân-ı Kerîm’i okumaya gayret sarf et! Hükümleriyle amel eden ve okunuşuna özel bir itina göstererek ona saygı duyan kâmil insanlar içinde yaşa! Kur’ân-ı Kerîm’i güzel bir ahenk ve sesle okuyup, anlamı üzerinde düşünmek, büyük bir mutluluk vesilesidir. Kur’an’ı derin bir heyecan ve kendinden geçercesine okuyarak Allah’a yakın olmak isteyenler, bu arzularına kavuşurlar.[7] Kur’ân-ı Kerîm’i okuduğunda, korku ve azâb bildiren âyetlerle karşılaşırsan, durakla. Büyük bir ta’zîm ile gözlerinden yaşlar akıtarak ve anlamlarını derin derin düşünerek oku. Duraklama esnasınsa, ya dil veya kalp ile münâcâtta bulun: ‘Ya Rabbi! Sen dilersen adâletinle kabahat işleyenleri cezâlandırırsın, fakat beni o zümreden eyleme’ de! Ben her hata ve kusurumu kabul edip senin dergâhına geldim. Çünkü ayıpları örten ve kusurları affeden ancak Sen’sin. Kabahatli olanların, Sen’in kapından başka gidecek yerleri yoktur. Kur’an’ı okurken, hoşa giden ve Cennet’teki dereceleri bildiren âyetlerle karşılaşırsın. Samîmî bir kalb ile, içten âh ve enîn ederek Allah’a yaklaşmış kimseler gibi, sen de Cennet’i iste. Mutluluk, ancak münâcâtla elde edilir.”[8] Bu satırlarda Kur’an okuyan bir Hak âşığının yaşadığı metafizik gerilim ve rûhânî zevk resmedilmektedir. Kur’an okumaya davet edilen canlar, tefekkür etmeleri gereken düşünceler ve hissetmeleri muhtemel duygular konusunda eğitilmektedir.
Hazret-i Ali’nin yukarıda adeta tablolaştırdığı ve Kur’ân’ın okunuşu sırasında beynin, kalbin, gönlün, gözün ve rûhun hâlini, vaziyetini anlattığı bu satırlar, yazılı Alevî-Bektâşî kaynaklarına Anadolu’nun dil ve üslûbuyla yansımıştır. Anadolu insanı, Hazret-i Ali’nin Kur’an okurken içerisine girdiği rûh ve gönül dünyasını, kendi rûhunun nağmeleri ve kendi kültür atlasının kelimeleriyle ifade etmiştir. 16. yüzyıl Alevî-Bektâşî yazılı kaynaklarından olan ve bir Bektâşî dervişi Cabbâr Kulu tarafından kaleme alındığı kabul edilen Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda dervişlerin halvette, sohbette ve celvette (günlük hayatta) uymaları gereken âdâb ve erkân söz konusu edilirken, Hazret-i Ali’nin dilinden Kur’ân dinleme âdâbı bedensel ve ruhsal boyutta şöyle ele alınmaktadır: “Dizimi çökerim, başımı aşağı iderem, cân kulağın[ı] tutaram, cân gözünü açaram, ayruk dinlemeye meşgûl oluram… Hak kelâmun birin[i] işidenden sonra, a’zâm bu mertebeye varur ki, bir kabın içine bir kurşunu koysan, ol kabun altından âteş itsen, kurşun nice eriyüp, revân olursa benüm a’zâm da öyle revân olur.”[9] Nehcü’l-Belâğa veya Hazret-i Ali Dîvânı’ndaki ifadeler, yukarıdaki satırlarda başka bir kalıba girmiştir. Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda daha tasavvufî, daha ezoterik tecrübeler söz konusu edilmektedir. Rûh ve kalbin yerini “cân kulağı” ile “cân gözü” almış, Kur’ân’ın etkisinde kalan vücûdun organları kendilerinden geçmişlerdir.Eserin bir başka yerinde ise, Hazret-i Ali Selmân-ı Fârisî’ye hangi durumlarda susmanın hayırlı olduğunu anlatırken, Kur’an okunduğunda hemen oturup dinlemesini, Kur’ân-ı Azîm’i dinlemenin hayırlı bir amel olduğunu söylemektedir.[10]
Hünkâr Hacı Bektâş Velî, Sulucakarahöyük’te kurduğu dergâhında “insan-ı kâmil”ler yetiştirmiş, kendisinden sonraki kuşaklara da yazdığı eserlerini bırakarak insan-ı kâmillerin nasıl yetiştirileceğini öğretmiştir. Yedinci İmâm olan Mûsâ Ka’zım soyundan geldiği rivâyet edilen Hacı Bektâş Velî’nin insan-ı kâmil tasarımında, şüphesiz ceddi Hazret-i Muhammed ve Hazret-i Ali’nin bıraktığı manevî mîrâs belirleyici olmuştur. Bu nedenle kâmil/ideal insan yetiştirme projesinin temelinde Hazret-i Ali’nin düşünceleri bulunmaktadır. Hazret-i Ali’ye, Allâh’a karşı gelmekten sakınanların (insan-ı kâmillerin) ahlâkı sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: “Sözleri doğrudur. Gözlerini, Allah’ın haram ettiğinden çevirirler. Kulaklarını, onlara fayda verecek bilgiye verirler. Hilimlerini, ilme karıştırmışlardır. Dertlerinin devâsını, Kur’an’da bulurlar. Yumuşak huyludurlar. Îmanda şüphesizdirler. Helâl rızık elde etmeye çalışırlar. Yedikleri az bir şeydir. Öfkelerini yenmişlerdir. Kendilerine zulmedeni bağışlarlar. Darlıkta sabreder, genişlikte şükrederler. İnsanlar, onlardan dolayı rahattırlar.”[11] Hazret-i Ali’nin Allâh’a karşı gelmekten sakınanların ahlâkını tarif ettiği bu ifadelerin benzerlerini Hacı Bektâş Velî’nin eserlerinde de bulmak mümkündür. Ona göre de dertlerin devâsı Kur’an’dır. Kur’an Hakk’ın kutlu fermânı; gönüllerin dermânıdır. İnsanlara kemâlin ve manevî terakkînin yolunu gösteren kılavuzdur. Hacı Bektaş Velî, Makâlât’ında Hacc’ın rükünlerini sembolik bir dille açıklarken, Kur’ân’ın mü’minlere kılavuz olduğu fikrini şöyle dile getirmektedir: “Şimdi, mü’minin gönlü Kâ’be’ye benzer. Kâ’be’ye giden ayağıyla yürür, ama gönül isteyen, yüzü üzere varması gerek. Onun için, âşıklar yüzlerini yere sürerler. Kâ’be’ye gidene kılavuz gerekir. Gönle, Kur’an kılavuzdur”[12]
Alevî-Bektâşî geleneğinde, diğer tarîkatlarda da olduğu gibi tâlib ve dervişlere Allâh’a ulaşmanın yolları öğretilmeye çalışılmıştır. Bu yol, Hazret-i Ali vasıtasıyla Hazret-i Peygamber’e dayandırılan “velâyet” yoludur. Hacı Bektâş Velî’nin formüle ettiği ve dervişlerine öğrettiği dört kapı kırk makâm da, Hakk’a ulaşma yolunun tarifinden başka bir şey değildir. Şerîat, tarîkat, ma’rifet ve hakîkat kapılarından geçerek; nefsini eğitmeyi, kalbini temizlemeyi ve rûhunu yüceltmeyi öğrenen dervişler “kesret”ten (çokluktan) “vahdet”e (birliğe) doğru yelken açmışlardır. Dört kapıya ait kırk makâmın 39. su “münâcât”tır.[13] Bu makâm, ma’rifet kapısında derin bir Allah bilgisine sahip olan dervişlerin Allâh’a duâ ve yakarışta bulunmaları makâmıdır. Hazret-i Ali’nin yukarıdaki Kur’ân’ın nasıl okunması gerektiği ile ilgili tavsiyeleri dikkate alındığında, münâcât makâmına Kur’an’ın kılavuzluğunda ulaşılabileceği sonucunu çıkartmak mümkündür. Kur’ân’ın rehberliğinde varılacak makâm; “ölmeden önce ölmek, Hakk’ın Cemâl’ini görmek” anlamına gelen “vuslat”tır.[14] Hacı Bektâş Velî’nin, kırk makâmı açıklarken sürekli Kur’an âyetlerine başvurması, Kur’ân’ın kılavuzluğuna duyduğu îmân ve güvenin bir göstergesidir.
1. Alevî-Bektâşî Büyüklerinin Vahiy ve Kur’an Tasavvuru
Alevî-Bektâşî geleneğinde Kur’an tasavvurunun nasıl olduğunu kavrayabilmek için öncelikle Alevî-Bektâşî büyüklerinin Kur’ân’a nasıl baktıklarını bilmek önemli görünmektedir. Bir başka önemli husus da, Bektâşî büyüklerinin vahiy konusunda ne düşündükleridir. Çünkü “Kur’ân’ın Allah tarafından Hazret-i Peygamber’e indirilen bir kitap olduğuna” dair bir inancın var olabilmesi için, öncelikle Allâh’ın Peygamberlere vahiy gönderdiğine inanılması gerekmektedir.
Bektâşîlikte, Hazret-i Peygamber’e ve diğer Peygamberlere vahy gelmesi hûsusunda herhangi bir şüpheye yer yoktur. Bektâşî büyükleri, eserlerinde Hazret-i Peygamber’in vahy gelen bir Peygamber olduğunu işlemişlerdir. Vîrânî Baba, İlm-i Câvidân adlı eserinde bu konuda şunları söylemektedir: “Bilgil kim, Rasûl-ü Ekrem salla’llâhu aleyhi ve sellem, hevâ-yı nefs ile asla söz söylememiştir. İllâ vahy-i Hüdâ ile söylerdi.”[15] Baba, bu düşüncesine delil olarak da Necm Sûresi 3 ve 4. âyetleri[16] göstermektedir. Aslında Baba’nın ifadeleri âyetin meâlinden başka bir şey değildir.
Vîrânî Baba gibi yedi büyük Alevî-Bektâşî âşığından birisi olan Yemînî’nin de Hazret-i Peygamber’e Cebrâil’in vahiy getirmesi konusundaki görüşü nettir:
Meğer Cebrâil ol dem hâzır oldu,
Ki Hakk’dan Ahmed’e vahy geldi.
Eriştirdi Rasûl’e Hak selâmın,
Ne emrolduysa arz etti tamâmın.[17]
Bir Bektâşî âşığı olan Muhyiddîn Abdal ise, diğer üç kitapla birlikte Kur’ân’a olan inancını şöyle dile getirmektedir:
Tevrât’ı, Zebûr’u, hem de İncil’i,
Muhammed katında Furkân’ı buldum.
Dilberim meğer ki yüzü mushafmış,
Yazılmış hattında Kur’ân’ı buldum.[18]
Hacı Bektâş Velî’nin çağdaşı olup, Kırşehir’de yaşayan ve fikirleri itibarıyla da Hünkâr’a önemli benzerlikler taşıyan Âşık Paşa-yı Velî, Garibnâme’sindePeygamber’lerin görevlerini şöyle açıklamaktadır: Onlar, kendilerine kitap verilerek, iyilikleri insanlara anlatır, öğretirler. İnsanları Hakk’a davet ederler. Onlara Allah’tan risâlet gelmiştir. Cebrâil vasıtasıyle kendilerine vahyolunanı halka ulaştırırlar.[19] Hakk’ın mesajını halka bildirirler.
Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi, Alevî-Bektâşî büyüklerinin genel olarak Peygamberlere ve özelde de Hazret-i Peygamber’e vahyedilmesi konusundaki görüşleri nettir: “Allah, tarih boyunca murâd-ı İlâhîsini Peygamberleri aracılığıyla insanlara bildirmiştir.”
Hacı Bektâş Velî, Kur’an tasavvurunu Allah-insan, Hakk-halk münasebeti açısından dile getirmiştir. Ona göre; “Kur’an; âşıktan (Allah’tan) mâşûka (insana) bir mektuptur.[20] Ona göre; kendisini Kur’ân’a layık hale getirmeyen, onunla aydınlanmayan, onun rahmetini ve izzetini kazanmayan kişi kör olmuş demektir. O kimse karanlıkta kalmış sayılır. Her kim onu okur, duyar ve unutursa, onunla amel etmezse, yüce Allâh’ın şu buyruğundan kurtulamayacaktır: “Benim kitabımdan yüz çeviren kişinin dar bir geçimi olur ve kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz.” (20/124-126) Kör olarak haşredilen insan; “Allâh’ım! Beni neden kör olarak haşrettin, oysa ki ben görüyordum” deyince, Allâhu Teâlâ şöyle buyurur: “Bizim âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları unuttun, şimdi de biz seni unuttuk”.[21] Genel olarak tasavvufta ve özel olarak da Alevî-Bektâşî geleneğinde, Hakk’ın Cemâl’ine, dîdârına ermek bir amaç olarak gözetilmiştir. Hacı Bektâş Velî, yukarıdaki sözlerinde Hakk’ın Cemâl’ini görmek isteyip de, kelâmını, Kur’ân’ını görmeyenleri hedef almış görünmektedir. Hünkâr kalp ve gönül gözünü sonuna kadar Kur’ân’ın ışığına açarak, Kitâb-ı Tefsîr-i Besmele[22] isimlieserindesûrelerin başında yer alan Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm’in geniş bir tefsîrini yapmış, sadece varlığından haberdar olduğumuz Fâtiha Sûresi Tefsîri[23] adlı eserinde de Kur’ân’ın ilk sûresini yorumlamıştır. Hacı Bektâş Velî’nin bütün eserlerinin merkezinde Hakk’ın kelâmı bulunmaktadır.
Alevî-Bektâşî büyükleri âyete, Kur’ân’a inanmayanların dünya ve âhirette hangi cezâlara maruz kalacaklarını da haber vermişlerdir. Hacı Bektâş Velî’nin halîfelerinden Veli Baba, A’râf Sûresi 40. âyeti[24] yorumlayarak, Allah’ın âyetlerini yalanlayanlara göklerin kapısının açılmayacağını; onların Cennet’e giremeyeceklerini ifade etmektedir. Onların Cennet’e girmelerinin “devenin iğne deliğinden geçebilmesi” kadar imkânsız olduğunu belirten Baba, bunun sebebini onların enbiyâ ve evliyâyı tasdik etmemeleriyle açıklamaktadır.[25]
Alevî-Bektâşî büyükleri, eserlerinde Kur’ân’ın nasıl bir kitap olduğunu da anlatmaya, açıklamaya gayret etmişlerdir. Bu gayretin nedenini tâlibleri, dervişleri, âşık ve sâdıkları Kur’ân’ın aydınlık iklimine yaklaştırma isteği ile açıklamak mümkündür. Vîrânî Baba, İlm-i Câvidân adlı eserinde; “Bu, doruluğu şüphe götürmeyen ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren kitaptır”[26] âyetini naklederek, Kur’ân’ın içinde şüphe olmadığını ve doğru yolu gösterdiğini ifade etmektedir. Ona göre bu doğru yol; Fâtiha Sûresi’nde geçen “sırât-ı müstakîm”dir.[27] Eserinin pek çok yerinde Kur’an âyetlerine atıf yapan Vîrânî Baba, birkaç yerde de Fâtiha Sûresi’nin tefsîrini yapmaktadır.[28] İlm-i Câvidân’da asıl dikkatleri çeken husus ise, Kur’ân-ı Kerîm’in içerisinde yer alan ve Kur’ân’ı nitelendiren âyetlerin hemen hepsinin esere alınmış olmasıdır. Aşağıdaki âyetleri okuyan tâlib ve dervişlerin zihin ve gönüllerinde, Kur’ân’a dair bir anlam bütünlüğünün oluşması çok kolay görünmektedir:
- İşte bunlar hikmetli Kitâb’ın âyetleridir.[29]
- Bunlar, gerçeği açıklayan Kitâb’ın âyetleridir.[30]
- Ey Muhammed! Bu, Allâh’ın izniyle, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için sana indirdiğimiz Kitâb’dır.[31]
- Bunlar, Kitâb’ın ve apaçık olan Kur’ân’ın âyetleridir.[32]
- Ey Muhammed! Kur’ân’ı sana, sıkıntıya düşesin diye değil, ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt ve yeri ve yüce gökleri yaratanın katından bir Kitâb olarak indirdik.[33]
- Bunlar, Kur’ân’ın, Kitâb-ı Mübîn’in âyetleridir.[34]
- Bunlar, iyi davranan kimseler için rahmet ve doğru yol rehberi olan hikmetli Kitâb’ın âyetleridir.[35]
- Şüphe götürmeyen Kitâb, âlemlerin Rabb’inin indirdiğidir.[36]
- Ey Muhammed! Kur’ân-ı Hakîm’e and olsun ki, sen doğru yol üzere gönderilmiş Peygamberlerdensin.[37]
- Öğüt veren Kur’ân’a and olsun ki, inkâr edenler gurur ve ayrılık içindedirler.[38]
- Bu Kitâb, merhamet eden, merhametli olan Allah katından indirilmiştir.[39]
- Ey Muhammed! Güçlü olan, Hakîm olan Allah, sana da senden öncekilere de şöylece vahyeder.[40]
- Apaçık Kitâb’a and olsun ki, akledesiniz diye Kur’ân’ı, Arapça okunan bir Kitâb kılmışızdır.[41]
- Allah, dilediğini siler, dilediğini bırakır. Ana Kitâb, O’nun katındadır.[42]
- Apaçık olan Kitâb’a and olsun ki, Biz onu, kutlu bir gecede indirdik.[43]
- Kitâb’ın indirilmesi, güçlü ve Hakîm olan Allâh’ın katındadır.[44]
- Şanlı Kur’ân’a and olsun ki…[45]
- Kalem ve onunla yazılanlara and olsun ki…[46]
Âyetlerin metin ve anlamlarını eserine alan Baba’nın, okuyucuların zihninde Kur’an hakkında kesin bir kanaat oluşturmak istediği görülmektedir. Ayrıca bu metinden ve İlm-i Câvidân’ın genelinden anlaşılmaktadır ki, Vîrânî Baba bir Bektâşî büyüğü olarak hafızlık derecesinde Kur’ân’ı bilmektedir. Çünkü herhangi bir konuya açıklık getirirken, muhtelif sûrelerden muhtelif âyetleri delil gösterebilmektedir.
Alevî-Bektâşî büyükleri, zaman zaman Kur’ân’ın muhtevâsı, âyet ve sûre sayısı hakkında da bilgi vermişlerdir. Vîrânî Baba, İlm-i Câvidân’daKur’ân’ı yarı manzûm-yarı mensûr bir dille şöyle tanıtmaktadır: “Fâtiha’dan murâd, ümmü’l-kitâb (kitabın, Kur’an’ın anası)dır. Ümmü’l-kitâbdan murâd, seb’ül-mesânîdir. Seb’ül-mesânîden murâd, yedi âyettir. Yedi âyetten murâd, yedi noktadır. Yedi noktadan murâd, bir eliftir. Bir eliften murâd, mecmû-u kelâmu’llah (Kur’an’ın bütünü)tır. Mecmû-u kelâmu’llahtan murâd, yüz on dört sûredir. Yüz on dört sûreden murâd, altı bin altı yüz altmış altı âyettir ve ondan murâd, on sekiz bin âlemdir. Dahî âlemden murâd, Âdem’dir. Âdem’den Muhammed Ali’dir ve onların âl ü evladlarıdır.”[47] Vîrânî Baba bir taraftan Kur’ân’ı tanıtırken, diğer taraftan da bir muhibb-i hânedân-ı Ehl-i Beyt olarak, Kur’an’la Ehl-i Beyt’i bir araya getirmeyi ihmal etmemiştir. Daha önce geçtiği gibi; Kur’an’la Ehl-i Beyt’in birbirinden ayrılmaz iki parça olduğu düşüncesi, Hazret-i Peygamber’in bir hadîsine dayandırılmaktadır.
Alevî-Bektâşî büyüklerinin vahiy ve Kur’an tasavvurları konusu işlenirken, bir başka soru daha insan zihnini meşgul etmektedir. “Acaba Anadolu’daki vahiy ve Kur’an tasavvuru göçmen Türklerin anayurdu olan Türkistân’da da kendisine yer bulabilmiş midir?” Bu sorunun akla gelmesinin nedeni, insan zihninin tarihin sürekliliğini yakalama arzusudur. “Anadolu Alevîliği bir çeşit inanç kırılması mıdır? Yoksa Türkistân’daki inanç ve geleneğin Anadolu’daki devamı mıdır?” Bu soruya cevap bulabilmek için, Türkistân’a kısa bir göz atmak yeterli olabilir. Bektâşî dedelerine, babalarına verilen İcâzetnâme’lerdeki irşâd şecerelerinde yer alan, seyyid olduğuna inanılan ve Bektâşî geleneğindeki Kur’an tasavvurunu önemli ölçüde etkileyen Pîr-i Türkistân Hoca Ahmed Yesevî, Kur’ân-ı Kerîm’i hikmetlerinin temel referansı olarak göstermektedir. Aşağıdaki satırlarda o, Dîvân-ı Hikmet’in Kur’ân’ın yorumu/tefsîri olduğunu ifade etmiştir:
Minim hikmetlerim fermân-ı Sübhân,
Okup aksang heme mâni-i Kur’ân.[48]
Bu beyitten de anlaşılmaktadır ki; Türkistân’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan Balkanlara kadar Hoca Ahmed Yesevî gibi Ehl-i Beyt soyundan gelen târihî şahsiyetler, çevrelerindeki insanlara kolay ve anlaşılabilir bir üslûpla Kur’an’daki İslâm’ın temel değerlerini anlatmaya, öğretmeye çalışmışlardır. Bir bakıma Kur’an’dan öğrendiklerini, insanlara öğretmeye gayret etmişlerdir. Hacı Bektâş Velî de, Hoca Ahmed Yesevî’nin Kur’ân’dan ısı ve ışık alarak tutuşturduğu hakîkat çerağıyla, Anadolu’yu aydınlatan bir Kur’an hizmetkârıdır.
Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş Velî’de anlatıldığına göre; Hacı Bektâş Velî, Lokman-ı Perende’nin yanında ders okurken, hocası Lokman-ı Perende bir gün Hünkâr’ın sağında ve solunda iki kişinin oturduğunu görmüş; onlara yaklaştığında ise kaybolmuşlardır. Hacı Bektaş’a onların kim olduğunu sorduğunda o, sağındakinin Hazret-i Muhammed, solundakinin Hazret-i Ali olduğunu, birisinin kendisine Kur’ân’ın zâhirini, diğerinin ise bâtınını öğrettiğini ifade etmiştir.[49] Yine Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş Velî’ye göre; Hacı Bektâş Velî Bedehşan ilini zapt edince ahâlîsi onu başlarına pâdişah yapmak istemiş, o ise bunu reddederek, halka namaz kılmayı ve Kur’ân okumayı öğretmiştir.[50] Hacı Bektâş Velî’nin halîfelerinden Abdal Mûsâ’nın dergâhında 13 adet el yazması Kur’ân-ı Kerîm, 3 adet el yazması En’âm-ı Şerîf ve Kur’an’ı öğrenmek ve öğretmek için gerekli olan tecvit kitaplarının bulunması, Kur’ân’a gönül veren Hünkâr’ın yolunun öğrencileri tarafından da devam ettirildiğini göstermektedir.[51]
Diğer Bektâşî büyüklerine ait Velâyetnâmeler’e bakıldığında, onların da tıpkı pîr-i tarîkat Hacı Bektâş Velî gibi hâfızlık derecesinde Kur’an’ı bilen ve yeri-zamanı geldiğinde okuyan insanlar olduğu bilgisi karşımıza çıkmaktadır. Meselâ; Balkanların gönül sultânı Demir Baba’nın Velâyetnâmesi’nde anlatıldığına göre; Hakk’a yürüyen Mustafa Baba’nın kırkından sonra Akyazılı ve Demir Baba’lar “hatim” okumaktadırlar.[52] Demir Baba, Vîrânî Baba’nın isteği üzerine “Fetih Suresi”ni okuyup tefsirini yapacak kadar Kur’an bilgisine sahiptir.[53] Hüseyin Baba’nın vefatından sonra da arkasından “Yasîn Sûresi”ni okuduğu anlatılmaktadır.[54] Bütün bu anlatılanlardan Demir Baba’nın Kur’ân’ı çok iyi bilen bir Bektâşî büyüğü olduğu anlaşılmaktadır. O Müslüman olmaya davet ettiği Marko ismindeki pehlivana îman telkini yaparken, Kur’ân’a da inanması ve uyması gerektiğini vurgulamaktadır: “Îmana gel! Müslüman ol! Şefâattan mahrum kalma! Muhammed ümmeti ol! Pâk ol dedik de ol! Evvel Allâh’a, Muhammed’e, andan Kur’ân’a îmâna, İslâm’a, dine dîzar dil!”[55] Demir Baba îmânla Kur’ân’ı birbirinden ayırmamıştır. Muhatabı olan Marko’ya îmân telkîn ederken, Kur’an okumasını ve ona uygun harekette bulunmasını da tavsiye etmeyi ihmal etmemiştir.
Bilindiği üzere Bektâşî âdâb ve erkânının anlatıldığı yazılı eserler; Erkânnâmeler’dir. Bu eserler, geleneğin yazılı şahitleri durumundadır. Bu nedenle Erkânnâmeler’de yer alan bilgi ve yorumlar, eserlerin yazıldığı tarihlerdeki yaşanan Bektâşî geleneğini yansıtmaktadır. Îmânla Kur’ân’ın birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğu fikri bir Erkânnâme’de analojik bir yöntem kullanılarak şöyle açıklanmaktadır: “Îman, bir ağaç gibidir. Kökü, Kur’an’dır. Kabuğu, hayâdır. Gövdesi, şükürdür. Budakları, takvâdır. Yaprakları, tövbedir. Yemişi, inâyetu’llahtır. Îmanın manası, Allah ve Rasûlü’ne yakîn elde etmektir. Îmanın aslı, kelime-i tevhîddir. Îmanın cemi’si, yoldan dikeni kaldırmaktır. Yani, gönülden gıll ü gışı atıp onu saf hale getirmektir.”[56] Bu benzetmeye göre; bir ağacın canlılığını muhafaza edebilmesi ve gıdasını topraktan alabilmesi için kökü ne anlam ifade ediyorsa, mü’min kişi için de Kur’an o anlamı ifade etmektedir. Köksüz ağaç nasıl mümkün değilse, Kur’an’sız îmân da mümkün değildir. Âşık Paşa-yı Velî’nin ifadesiyle “Kur’an mü’minlere rahmet ve ulu devlettir. Kur’an sırrını bilen Allah’ın nûruna ulaşır. Allah, nûrunu Kur’an’ın içinde gizlemiştir. Yerde ve gökte Kur’an gibi bir kitap yazabilecek bir varlık yoktur.”[57]
Hacı Bektâş Velî, Makâlât’ında İslâm inancını formüle ettiği dört kapı kırk makâmı anlatırken, Kur’an âyetlerini delil göstermektedir. “Yaş ve kuru her şey apaçık bir kitap içindedir”[58] âyetine dikkat çeken Hünkâr, Allâh’ın helâlden, harâmdan, temizden, pisten ve her çeşit nesneden Kur’an’da bahsettiğini dile getirmektedir.[59] Hacı Bektâş Velî Allâh’ın kullarına seslenerek, şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Ey ibretli kullarım! Eğer Ben’i dilerseniz yere bakın. Nakışlı yaygıyı nasıl döşediğime bakın. Sonra tezyîn ettiğim göklere bakın. Sırrımı anlamak istiyorsanız meleklere bakın. Büyüklüğümü görmek istiyorsanız dağlara bakın. Ambarımı görmek istiyorsanız denizlere bakın. Heybetimi görmek istiyorsanız kıyâmete bakın. Nîmetimi görmek istiyorsanız Cennet’ime bakın. Emirlerimi öğrenmek istiyorsanız Kur’ân’a bakın. Yaratıcılığımı görmek istiyorsanız kullarıma bakın. Şânımı görmek istiyorsanız göklerin işâretine bakın. Hazînelerimi merâk ediyorsanız evliyâma bakın.”[60] Veli Baba da, tıpkı mürşidi gibi dört kapının kaynağının Kur’an olduğunu belirtmektedir. Hadîs olarak rivâyet ettiği bir benzetme şu şekildedir: “Şerîat, bir ağaçtır. Tarîkat onun budaklarıdır. Ma’rifet yapraklarıdır. Hakîkat meyvesidir. Kur’ân-ı Azîm’üş-Şân, hepsini içine almaktadır.”[61]
Yûnus Emre, sahip olduğu Kur’an tasavvurunu nübüvvet (Peygamber) inancının fonksiyonelliği açısından dile getirmektedir. O Muhammed ümmeti olmanın “söz”le değil “öz”le yerine getirilmesi gerektiğine dikkat çekmektedir. Hazret-i Peygamber’in Allâh’ın elçisi olduğuna ve kendisine vahiy geldiğine inanan derviş, ona indirilen kitabı da okumalıdır:
Eğer Muhammed’e ümmet olursan,
Dilinde zikr ile Kur’an gerektir.[62]
Hacı Bektâş Velî’nin Makâlât’ında Yûnus Emre’nin bu görüşüne kaynaklık ettiğini düşünmemize sebep olabilecek orijinal bir yorum bulunmaktadır. Hacı Bektâş Velî, Kur’an’la birlikte diğer kitaplara inanmayı da tasavvufî açıdan değerlendirmekte ve îmânın ahlâktan (amelden) soyutlanamayacağını ifade etmektedir: “Şimdi senin için, kibir, hased, cimrilik, tamah, öfke, gıybet, kahkaha, şamata ve maskaralıkla doludur. Şimdi azîzim! Hangi kitapta bunlardan birisinin îman ehlinin içinde bulunabileceği buyurulmaktadır? Nerede kaldı Allah’ın kitaplarına ve Peygamberlerin tebliğlerine inandığın?”[63] Hünkâr’a göre; kitaplara îmân, kişinin ahlâkına tesir etmediği sürece bir anlam taşımamaktadır.
Yûnus Emre, Hacı Bektâş Velî’nin uyarılarını nazım diline dökerek formüllendirmiş ve uyarının şiddetini biraz daha artırmıştır. Ona göre; amel etmedikten sonra, Kur’an yüz yıl da okunsa bir anlamı yoktur:
Okudun idi mushafı,
Ki hil’at gösterir sâfî,
Çünkü amel eylemedin,
Gerekse var yüz yıl oku.[64]
Yûnus, pek çok defa bu ilim-amel ilişkisine değinmiş, Kur’an’daki emir ve yasaklara, tavsiye edilen ahlâk ve âdâba mutlaka uyulması gerektiği üzerinde durmuştur. Bir başka beytinde de şöyle söylemektedir:
Çün okursun kitâbı tutmak gerek âdâbı,
Ol farîze sende yok öyle tut ki yatarsın.[65]
Yûnus Emre, eleştirilerinin şiddetini biraz daha artırarak, insanın bu dünyada var olması ile Kur’ân’ı bilmesini özdeşleştirmektedir. Ona göre, Kur’ân’ı bilmeyen bu dünyaya gelmemiş gibidir:
Her kim Kur’ân bilmedi,
Sanki cihâna gelmedi,
Derdine derman bulmadı,
İşlerine pişmân ola.[66]
İnançlı bir kimse için en büyük pişmanlık, kabirde ve haşirde yaşanması muhtemel pişmanlıktır. En büyük nimet de, kişinin kabir ve haşirde yüzünün gülmesidir. Bütün duâlarda istenen; “parlayan bir yüzle Cenâb-ı Hakk’ın karşısına çıkabilmek”tir. Bu gerçeği bilen Yûnus Emre, bir başka dörtlüğünde Kur’an okumanın ve Kur’an’da açıklanan harâm ve helâle göre hayatı şekillendirmenin Münker ve Nekir meleklerinin kabirde yapacakları sorgu ve suâli kolaylaştıracağını haber vermektedir:
Kur’an oku sen ey velî,
Terkeylegil haram malı,
Münker Nekir’in suâli,
Tâ ki sana âsân ola.[67]
Alevî-Bektâşî geleneğindeki “âşık”lık, tarihten bugüne varlığını sürdüren önemli bir olgudur. Hakk âşığı şâirler, âşıkların ayırdedici özelliklerinden bahsederek, aşkı sevdirmeye çalışmışlardır. Aşkın ve âşığın mahiyetini açıklayarak, Hakk’a giden yolu kolaylaştırmayı düşünmüş olmalıdırlar. Çünkü sonuçta sevdirilmek istenen Allah’tır. Hacı Bektâş Velî’de olduğu gibi Hak aşkı ile birlikte, Hakk’ın kelâmına da vurgu yaparak, âşığı hâmil-i Kur’an haline getirmeye çalışmışlardır. Bu nedenle âşık, öncelikle Mâşûk’u olan Allah’ın Hazret-i Muhammed’e vahyettiği Kur’an’a çok düşkündür. Çünkü Kur’an âşığı olduğu Hakk’ın kelâmıdır. O, Kur’ân’ı sadece dinlemekle kalmaz, çok sevdiği Rabb’inin âyetlerini çok okur; canı ve gönlü ile Kur’an’ı sever.[68] Vaktini onunla geçirir. Çünkü Kur’an, çok sevdiği Rabb’inden, çok sevdiği Habîb’i vasıtasıyle insanlığa iletilmiştir. Bu duygusal bağın bir sonucu olarak; Bektâşî âşıklarının şiirlerinde, yüzlerce âyete telmîh bulunmaktadır. Her bir beyitte bir Kur’an âyetine telmih bulunduğu için, Alevî-Bektâşî geleneğindeki cem erkânında âşığa (zâkire) hitaben; “âşık bir âyet oku da, dinleyelim” denir. Çünkü Hak âşıklarının söylediği her nefes ve deyişte, çeşitli Kur’an âyetlerinin manzûm anlamları bulunmaktadır. Kur’an’ı gece gündüz okuyan Hak âşıklarından birisi olan Seyyid Nizâmoğlu, aşkın sınır tanımayan bir deniz olduğu gerçeğini Kur’an’dan öğrendiğini şöyle ifade etmektedir:
Bu aşk bir bahr-i ummandır buna hadd ü kenâr olmaz,
Delîlim sırr-ı Kur’an’dır bunu bilende âr olmaz.[69]
Allah sevgisinin kaynağı Kur’an’dır. Bunun sebebi Allâh’ın “doksan dokuz ismi”nin ve bütün yaratılmışlara yönelttiği rahmet, şefkat ve inâyetinin Kur’an’da anlatılıyor olmasıdır. “Allâh’ın rahmetinin her şeyi kuşattığı”[70] ve “inananların en çok Allâh’ı sevdikleri”[71]gerçeği,Kur’an’da Allâh’ın dilinden anlatılmaktadır. Bu yüzden Kur’an âşığın Allâh’a olan aşkının delilidir. 19. yüzyıl Bektâşî âşıklarından Âşık Veli, yüreğinde taşıdığı Hak sevgisini dile getirmek amacıyla Fâtiha Süresi’ni nazım diliyle yorumlamış, nefesine konu etmiştir. Onun söylediği mısralarda, Hüdâ’yı bilmenin ve bulmanın kalbe sığmayarak dışarı taşan coşkusu bulunmaktadır:
El-hamdü lillâh ki bildim Hüdâ’yı,
Rabbü’l-âlemîni sırr-ı gedâyı,
Errrahmâni’r-rahîm buldum Hüdâ’yı,
Mâliki yevmiddîn olduk âleme.
İyyâke na’büdü gözümün nûru,
Ve iyyâke nesta’în virdim ikrârı,
İhdine’s-sırâtel-müstakîm yârı,
Sırâtellezîne çaldı kaleme.
En’amte aleyhim dedim yâ Alî,
Ğayri’l-mağdûbi aleyhim dedim belî,
Veleddâllîn dedik kaldırdık eli,
Gözlerim dost yolun durdum selâma.[72]
17. yüzyıl Bektâşî âşıklarından Kul Nesîmî ise, söylediği nefesinde İhlâs Sûresi’ni tefsîr ederek, Allâh’ın varlığı, birliği, öncesizliği, sonrasızlığı, doğurmadığı ve doğmadığı konularını işlemektedir. Satırlarda Allâh’a duyulan sevgi ve aşkın şiddeti kolayca fark edilebilmektedir:
Fazlına bel bağladım yâ vâhid-i ferd-i ehad,
Cümlenin ma’bûdu sensin dâima hayy-i ebed,
Okudun isminde Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm,
Ay sıfâtındır sıfâtın Kul hüva’llâhü ehad,
Evvel âhir “hüve’l-hayyü’llezî”sin “lâ yemût”,
Zâhir ü bâtın “hüve’l-bâkîsin, Allâhü’s-samed,
Lem yelid zâtın, velem yûled sıfâtın vasfıdır,
Lem yekün zât-ı sıfâtın lehû küfüven ehad.[73]
Seyyid Nizâmoğlu’nun ifadesiyle Allah aşkı kenarı, kıyısı, köşesi ve bucağı olmayan bir okyanustur. Hakk’ın sözüne (Kur’an’a) ve hak (doğru) söze kulak vermek, kişinin kalbini kötü duygu ve düşüncelerden arındırarak, aşk denizinde yol almasına yardımcı olmaktadır. Şeyh Safî Buyruğu’nda aşkın, kalbi temizleyen bu fonksiyonuna işâret edilmektedir:
Hak söze kanmayınca,
Hakk’a dayanmayınca,
Kalbinin pası gitmez,
Aşka boyanmayınca.[74]
Hakk’ın sözü olan Kur’ân’ı sürekli okuyan âşık, Kur’an ahlâkı ile ahlâklanarak, yürüyen bir Kur’an haline gelir. Artık onun sözleri, Kur’an’dan başka bir şey değildir. Âyetle konuşur. Eşyâ ve hâdiselere Kur’an perspektifinden bakar. Yûnus Emre, âşığın geldiği bu mânevî dereceyi şu beyitte dile getirmektedir:
Sayru olmuş iniler, Kur’an ününü dinler,
Kur’an kendisi olmuş, kendi Kur’an içinde.[75]
Yûnus ’a göre, aşk ve şevkle Allâh’ın “Hakk” ismini sürekli söyleyen kişinin sözleri de, zamanla Kur’an olacaktır. Hakk’a dayanmak, aşka boyanmanın ve yürüyen Kur’an olmanın şartıdır. Âşık konuştuğu zaman, asıl konuşan Allah’tır. Bu yüzden onun nefesi Hakk’tan gelmektedir. Yûnus’un aşağıdaki ifadesiyle onun nefesinde Hakk’ın kelâmı bulunmaktadır:
Hakk deyincek nefesi Hakk’tan gele,
Söyleyicek sözleri Kur’an ola.[76]
Yûnus Emre’nin bu yaklaşımı, şu şekilde açıklanabilir. Bektâşîlik’te insanın manevî olgunlaşması üç safhada ele alınmıştır: “Bilmek, bulmak, olmak”. Seyyid Ahmet Rıf’at Efendi bu olgunlaşma safhalarını, Kur’an öğrenmeye uyarlayarak, şöyle yorumlamıştır: “Bir kimse Kur’an ilmini öğrenirse, Kur’an öğrenmiş olur. Öğrendikten sonra, Allah’ın emir ve yasaklarını baştan sona yerine getirirse, Kur’an’ın hükümlerine uymuş ve onun ahlâkı ile ahlâklanmış olur. Kur’an, Hakk’ın sıfatıdır.”[77] Kur’an ahlâkıyla ahlâklanan kişi, bir başka bakış açısıyla Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmış olur. Bilmek ve bulmak derecelerini kat ederek, olmak derecesine yükselir.
Âşık Paşa-yı Velî, bu dereceleri biraz daha ayrıntılandırarak, Kur’an okumanın beş makâmı olduğunu ifade etmektedir: Birinci makam; Kur’an hâfızı olmak ve Kur’an’ın yedi kırâatini bilmektir. İkinci makam; Kur’an’ın mânâsını bilmektir. Üçüncü makam; sûre ve âyetlerin ayrı ayrı mânâ ve maksûdunu ve sebeb-i nüzûlleri bilmektir. Âyetleri, inceden inceye şerh ve tefsîr edebilmektir. Dördüncü makam; Kur’an’da okuduğu bilgilerin gereği ile amel etmektir. Beşinci makam ise; yapılan amel ve itâatlerin Allah tarafından kabul edilmesidir.[78]
Görüldüğü üzere Alevî-Bektâşî büyükleri, Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ali ve Hünkâr Hacı Bektâş Velî’den bugüne kadar İslâm’ın kutsal kitabı olan Kur’an’dan ayrı düşmemiş, kevser havuzunun başında kendileri hakkında Hazret-i Peygamber’e bilgi vereceği inancıyla ona sadâkatle bağlı kalmaya gayret etmişlerdir. Günümüzde de aynı bağlılık ve sadâkat devam etmektedir. Yaşayan Alevî-Bektâşî dedelerinden birisi olan Fethi Erdoğan yazmış olduğu Yâsîn isimli kitabında, Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu belirterek[79], Fâtiha, Yâsîn ve İhlâs Sürelerinin, Âyetü’l-Kürsî ve Âmene’r-Rasûlü olarak bilinen Bakara Sûresi’nin son iki âyetinin metinleriyle birlikte anlamlarını vermektedir.[80]
Yine günümüzde yaşayan Bektâşî babalarından birisi olan Hakkı Saygı da Allah-İnsan ve Sırları başlıklı kitabında Kur’ân’ın Hazret-i Peygamber’e Allah tarafından vahyedilen bir kitap olduğunu belirterek, vahyedilen diğer üç kitaba da îmân etmenin gereğine işaret etmektedir.[81]
Alevî kökenli araştırmacı-yazar Dursun Gümüşoğlu’na göre de; Alevî-Bektâşî geleneğinde Kur’ân-ı Kerim’in diğer kutsal kitapları da içinde toplayan en son kitap ve İslâm’ın da, en son din olduğuna tam bir inanç bulunmaktadır. Âyetler Allah’ın kelâmıdır.[82]
2. Alevî-Bektâşî Âdâb ve Erkânında Kur’an Tasavvuru
Geleneğe ait âdâb ve erkân kuralları, tarîkatın teorik ve teolojik temel prensiplerinin uygulamaya nasıl yansıyacağını belirlemektedir. Âdâb ve erkân, bir nevî tarîkatın eğitim-öğretim ilke ve yöntemlerini içermektedir. Pîrlik/mürşidlikten, dervişlik ve sofuluğa kadar tarîkat içerisindeki öğretici ve öğrenici pozisyonundaki bireylerin sahip olmaları gereken nitelikler, âdâb ve erkân başlığı altında söz konusu edilmiştir. Ayrıca geleneğe yön veren büyüklerin fikir ve görüşlerinin uygulamaya yansıyıp, yansımadığı da önemlidir. Eğer yansımışsa, birinci başlıkta ele aldığımız bilgilerin toplumsal izdüşümlerinin varlığından söz edilebilir. Aksi takdirde bu bilgilerin doğruluğu tartışılır hale gelebilir.
Alevî-Bektâşî geleneğinde, âdâb ve erkânın yazılı olduğu birinci derecedeki kaynaklar; Buyruklar ve Erkânnâmeler’dir. Buyruklar; kırsal Bektâşîlik olarak tanımlanan Alevîliğin, Erkânnâmeler ise; şehir Alevîliği olarak tanımlanan Bektâşîliğin temel kaynakları durumundadır.Bu nedenle Alevî-Bektâşî âdâb ve erkânındaki Kur’an tasavvurunu tespit edebilmek amacıyla, bu iki tür kaynağa müracat etmekgerekmektedir.
Buyruklar’da Kur’ân-ı Kerîm’in İslâm’ın kutsal kitabı olduğuna dair net ifadeler bulunmaktadır. Bu ifadelerden bazıları şöyledir:“Allâh insanlara Kendisi’ne doğru giden yolu göstermek için dört kutsal kitap indirmiştir. Bunlar Tevrat, Zebûr, İncil ve Kur’an’dır. Bunlar dört ırmağa çıkarlar. Birincisi su, ikincisi süt, üçüncüsü bal, dördüncüsü kevserdir.”[83] “Allah ne kadar sırrı ve gîzemi varsa, bu dört kitapta bildirmiştir. Dört kitap içindeki sırları ise Fâtiha Süresi’nde toplamıştır. Fâtiha Sûresi’ndeki sırları Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm’in içine koymuştur. Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm’deki her sır Yâsîn Sûresi’nde, Yâsîn’deki her sır da, B harfinin altındaki noktada gizlidir.”[84] Buyruk kitabındaki bu ifadeler, Alevî-Bektâşî büyüklerinin görüşleri ile paralellik göstermektedir.
Gelenekte Buyruk kitabı olarak kabul edilen Menâkıb-ı İmâm Cafer es-Sâdık’ta Nâs ve Fîl Sûreleri’nin ayrıntılı bir şekilde tefsîri yapılmıştır.[85] Doğan Kaplan, Buyruk metinleri üzerine yaptığı incelemede; âyet ve hadîslerin bolca kullanıldığını, neredeyse tüm Buyruk metinlerinde İslâm’ın yazılı kültüründe bir gelenek olan, Besmele, Hamdele (Allâh’a hamd ve şükürde bulunmak) ve Salvele (Hazret-i Muhammed’e ve Ehl-i Beyt’ine duâda bulunmak)den sonra konuya girildiğini belirtmektedir.[86]
Âdâb ve erkân denildiğinde ilk akla gelen; pîr/mürşidlerin durumları ve nitelikleridir. Pîr/mürşid; “Âdemoğlunu kibirden kurtararak, Nûr-u İlâhiyye’nin varlığını bildiren insan” olarak kabul edilmiştir.[87] Bu noktada şu soruya cevap bulunması gerekmektedir. “Buyruk kitaplarında pîr/mürşid, Kur’an’la ne kadar ilişkilendirilmektedir?” “İlmi ve irfânıyla etkili olan mürşid, davranışları ile de saygındır. Kur’ân’ın buyurduklarını yerine getirir…”[88] Buyrukkitabında; “âyetsiz, kitapsız söz söyleyip nasîhat eden pîrin söylediklerinin saygın olmadığı; pîrin söylediği sözlerin kesinlikle Kur’ân’a uyması gerektiği”[89], hükmü getirilmektedir. Bazı Buyruk nüshalarında ise pîr ve mürşidlerin sahip olmaları gereken Kur’an bilgisi konusundaki ifadeler daha da serttir. Görevleri dervişleri Allâh’a ulaştırmak olan pîrler, “Tanrı’ın gönderdiği kitabı bilmeyen Tanrı’yı nasıl bilebilir?”[90] cümlesiyle uyarılmaktadırlar. “İnsanlar doğuştan bilgi sahibi olsalardı, Allah Peygamberlere kitap göndermezdi; kitapsız pîr şeytandır”[91] ifadeleri de, pîrlerin Kur’an bilgilerinin gereğine işaret etmektedir.
Tâlib ve dervişleri, doğru bir şekilde Hakk’a kılavuzlayabilmek için Kur’ân’ın bilinmesi ve yol gösterme faaliyetinin Kur’ân’a kesin olarak uyması gerektiği ifade edilmektedir. Buyruk’ta pîrlerin; “Kur’ân bizim dedemize inmiş, bakalım ne buyurmuş, biz bu dünyaya niye geldik, yarın Allah katına ne yüzle çıkarız, bu tâliblerin hakkını bizden sorarlarsa ne karşılık veririz”[92] diye düşünmeleri gerektiği vurgulanmaktadır. Kur’ân’ı bilmeden dervişleri irşâd etmeye çalışan pîrler, şöyle eleştirilmektedir: “Kimi pîrler; aktan okurum, karayı bilmem diye okuryazarlığı küçümserler. Böyle söyleyen pîr, Kur’ân’ı inkâr etmiş demektir. Aktan okumak âşıklara özgüdür. Oysa âşıkların da Kur’ân’ı övmesi ve buyruklarını yerine getirmesi gerekir. Bir âşığın sözü, Kur’ân’a uyduğu sürece o gerçek âşıktır. Sözleri Kur’ân’a uymayan âşığın sözüne itibar edilmez. Âşığın serveti altın ise, Kur’an mihenk taşıdır.”[93]
Mahşer gününde pîre; “Hazret-i Muhammed’e inen Kur’an’da buyrulanlara göre hükmedip hükmetmediği, Hakk’ı hak edip etmediği sorulacaktır. Eğer Kur’ân’a göre hükmedip, Hakk’ı hak ettiyse ona; “gel sevabını al, sen sevabını daha önce dünyada vermişsin” denilerek, Cennet’e gönderilecektir.[94]
Buyruk’larda pîrlerin yol ve erkânla ilgili olarak karşılaştıkları problemleri nasıl çözebilecekleri anlatılırken de yine Kur’an referans gösterilmektedir. Yol büyüklerinin çözüm getirdikleri problemlerin dışında yeni bir problemle karşılaşıldığında, Kur’an ve hadîse göre çözüm bulunması tavsiye edilmektedir.[95] Pîrin kendi aklına estiği gibi âyete dayanmadan, kendi uydurduğu söze göre problemleri çözmeye çalışması ve tâlibe; “hadi senin günâhlarından geçtim, seni bağışladım” demesi halinde, kesinlikle kâfir olacağı belirtilmektedir. Buyruğa göre; Allah o pîri sorguya çekerek, ona şöyle söyleyecektir: “Ey âsî! Sen dünyada Tanrı mıydın? Ben seni Muhammed-Ali’nin soyundan boşuna mı getirdim. Oysa sen inanmadan, kendi çıkarın için kendi bildiğin gibi yol sürdün. Büyük günâh işleyen tâlibe; dünya malı için ‘iyisin’ dedin. Kur’ân’ı, hadîsi bir yana bıraktın. ‘Ben babadan böyle gördüm’ dedin. Oysa baba yaptıklarının hesabını kendisi verir. Şimdi başını kurtar.”[96]
Buyruk kitabında tâlibler de uyarılarak, problemleri Kur’an ve hadîse göre çözmeyen pîre itibar etmemeleri istenmektedir. Pîrlerle birlikte tâliblerin de Kur’ân’a uygun hareket etme mevzuunda uyarılmaları, konunun ne kadar ciddiye alındığını göstermektedir. İfadeler aynen şöyledir: “Tâlib, pîrin durumunun kitaba (Kur’ân’a) uygun, ama söylediklerinin kitapsız olduğunu görürse, bir kâmil mürşid bulup, o pîri kitaba uymaya çağırmalıdır. Pîr, kâmil mürşidin sözüne uymayıp âyetsiz, hadîssiz hüküm yürütmeyi sürdürürse, artık tâlib o pîrin dârına durmamalıdır. Gidip, Ali soyundan başka bir pîr bulup, onun eteğini tutmalıdır. Kitaba uymayan pîr şeytandır. Böyle bir pîrin dârında duran tâlib de şeytandır. Ermeni, Yahudi, Rûm uluları bile kitaplarına bağlıdır. Dinleri bâtıl, kitapları geçersiz olmasına karşın onlar, kitaplarının buyurduğuna göre davranırlar.”[97] Burada İslâm dışındaki dinlerin mensuplarının misâl verilmesi dikkat çekicidir. Tâliblere her dînin kutsal bir kitabının olduğu ve her din mensûbunun da, o dînin kutsal kitabına göre hayâtını şekillendirdiği gerçeği hatırlatılmaktadır. Aynı şekilde mü’minlerin de Kur’ân’ın buyruklarına kesinlikle uymaları istenen Buyruk kitabında; “Kur’an okuyup da, buyurduklarını tutmayanların başlarının Cehennem’deki değirmende öğüneceği” haber verilmektedir.[98]
Yukarıdaki anlayış, tâlibin pîre/mürşide bîat (söz) verdiği ikrâr erkânına da yansımıştır. İkrâr gülbângleri bir nevî, tâlibi de, mürşidi de bağlayan Kur’ân ve İslâm’a bağlılık yeminidir. En çok bilinen bîat (ikrâr) gülbângi şu şekildedir: “Allah u Teâlâ’nın kuluyum. Allah’ın temiz şekilde yarattığı Hazret-i Âdem soyundanım. Allah’ın dostu, Hazret-i İbrâhim’in milletindenim. Dînimiz, İslâm Dîni’dir. Kitabımız, Kur’an’dır. Kıblemiz, Kâ’be’dir. Hazret-i Muhammed ümmetindenim. Yiğitler yiğidi, Ali Murtazâ’nın bağlısıyım. Allâhu ekber, lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber Allâhu ekber ve lillâhi’l-hamd.”[99] İkrâr âyini bir nevî sözlü “ahitnâme”dir. Verilen ahde orada bulunan bütün tâlibler şâhid olmaktadır. Buyruk’lardatâlibahdin gereğini yerine getirmediğinde, ona verilecek cezâlar, “tarîk vurmak”tan “düşkünlüğe” kadar tek tek tarif edilmiştir.[100]
Pîr/mürşid konumundaki dede ve babalara verilen İcâzetnâmeler incelendiğinde Buyruk kitaplarında işlenen Kur’an merkezli anlayışın bu belgelere de aynen yansıtıldığı görülmektedir. Pîrin/mürşidin irşâd görevini yerine getirebilmesi için yeterlik belgesi/diploma niteliği taşıyan ve Hacıbektâş Dergâhı tarafından verilen bütün İcâzetnâmeler, Kur’an âyetleri ile başlamaktadır. Bu uygulama, Kur’ân’ın yolun/süreğin en başta gelen referansı olduğunu vurgulamak ve levhalaştırmak amacıyla yapılmış olmalıdır. Zâlike takdîrü’l-azîzi’l-alîm[101], Nasrun mine’llâhi ve fethun karîb[102], Rabbenâ tekabbe’l-minnâ inneke ente’s-semîu’l-alîm[103] âyetleri, İcâzetnâme’lerin baş kısmına yazılanlardan sadece bir kaçıdır.Ayrıca İcâzetnâme’lerin içerisinde sık sık âyet ve hadîslere atıflar yapılmaktadır. Ortalama olarak bir İcâzetnâme’de 8-10 âyet ile 5-6 hadîsin geçtiği söylenebilir.[104]
Buyruk kitaplarında ideal pîr/mürşid profili ile birlikte dervişler de “sofu” başlığı altında resmedilmiştir. Sofu, mutasavvıf/sûfî kelimesinin gelenekteki karşılığıdır ve çizilen resme göre; onlar yaşantılarında Kur’ân’ı yansıtan ayna gibidirler. Buyruk’ta geçen ifadeler aynen şöyledir:“Sofu sular içinde bengisudur. Zemzemi andırır. Yiyecekler içinde bal ve helvadır. Yemişler içinde elma ve inciri okşar. Çiçekler içinde güle benzer. Ulûmu (bilgisi) Kelâm-ı Kadîm’dir. Yüzü kutsal Kur’ân-ı Kerîm’in yüzüdür. Yedi yazısı yedi Fâtiha’dır. Sözleri bin bir addır. Zülüfleri on ikidir. Damarı üç yüz altmış altıdır. İki sofunun birbirinin yüzüne bakması Kur’an okumaktır.”[105] Sofunun manevî olarak nasıl mesafe kat edebileceği de Buyruk’lardaişlenen konular arasındadır:“Mutluluk bulmak isteyen sofunun öncelikle özünü toprak etmesi gerekir. Peki özünü toprak etmek nasıl olur? Özünü toprak etmek; 1. Yumuşak sözlü olmakla, 2. Özverili olmakla, 3. Geçmişi görüp, düşünüp soysuzluk etmemekle, 4. Allâh’ın buyruğu gereğince ibadet etmekle, 5. İnsanların gönlünü kırmamakla, 6. Allâh kelâmını (Kur’ân’ı) dilinden, buyurduklarını gönlünden düşürmemekle, 7. Toplumda uysal insan olmakla.[106]
Kaygusuz Abdal, Vücudnâmeadlı eserinde insanı tarif ederken onun göğsünde Kur’an ve hikmetin bulunduğunu söylemektedir.[107] Dervişlere âdâb ve erkânın öğretildiği 16 soru-cevaptan birisi şöyledir: Soru: Göğsümde (ne var?) Cevap: Kur’ân u hikmet![108] Aynı şekilde soru-cevap yönteminin uygulandığı Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda ise Bektâşî dervişi ile Hazret-i Ali arasında şöyle bir konuşma geçmektedir: Derviş:Îmânın dişi nedir? Hazret-i Ali:Kur’ân’dır. Derviş:Kur’ân’ın başı nedir? Hazret-i Ali:Bismillâh’dır.[109] Buyruk kitabında “îmân nedir?” sorusuna şöyle cevap verilmektedir: “Îmânın aslı Tanrı korkusudur. Îmân bir ağaca benzer. Dibi inananların gönlüdür. Gönlü Kur’an’dır. Derisi hayâdır. Teni şükürdür. Budağı takvâdır…”[110]
Âdâb ve erkânın anlatıldığı kitaplarda günlük dinî-tasavvufî-ahlâkî hayatın sağlıklı bir şekilde yürütülmesine ilişkin bilgiler de verilmektedir. Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda şeytanın çarşıda, pazarda, alış-veriş yaparken insana nasıl tuzak kurup, onu kandırabileceğine dair örnekler bulunmaktadır. Eserde Hazret-i Peygamber’in dilinden, şeytanın aldatmalarına karşı bizzat Kur’an sûrelerini okumak tavsiye etmektedir.[111] Buyruk kitabında ise bir kimsenin Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm demesi halinde, lanetli şeytanın ateş karşısında mumun erimesi gibi eriyeceği belirtilmektedir.[112] Sıkıntılı günlerde ve bir yolculuğa çıkarken “İnnâ Enzelnâ” (Kadr) Süresi’nin okunması tavsiye edilmektedir. Kur’an okumanın, kişiye kötülük yapmak isteyen kişinin işini bozacağı anlatılmaktadır.[113]
Alevîlik-Bektâşîlik’te diğer bütün tasavvufî ekollerde olduğu gibi dünya saâdeti kadar, âhiret saâdeti de söz konusu edilmiş, derviş ve tâliblere bu konuda gerekli tavsiyelerde bulunulmuştur. Tâliblere “gürûh-u nâcî, ehl-i nâcî” (âhirette azabdan kurtulacak grup) olabilmek, hedef gösterilmiştir. Bektâşî büyükleri yazdıkları Erkânnâme’lerde, söyledikleri nefesve deyişlerde“gürûh-u nâcî” olmanın esaslarını belirlemişlerdir. Îman, ibâdet veya ahlâkla ilgili herhangi bir ilke veya davranışı, gürûh-u nâcî olmanın şartı haline getirmişlerdir. Böylece, “o davranışın benimsenmesini kolaylaştırma” amacını gözetmiş olabilirler. Kur’ân’ı okumak ve ona uygun hareket etmek, Bektâşî büyüklerinin saydıkları olumlu davranışlar arasındadır. Kalender Çelebi, aşağıdaki beytinde kitâbullah (Kur’an) okumayı, gürûh-u nâcî olmak için bir şart haline getirmiştir:
Ger dilersen ehl-i nâcî olmaya,
Geç bu kesretten kitâbullâh oku.[114]
Yûnus Emre de, Kur’an okuyanların âhirette sırat köprüsünden kolaylıkla geçerek, Cehennem’e düşmekten kurtulacaklarını belirtmiştir:
Kur’an oku sen ey gâfil,
Tâ bilesin burhan delil,
Haşir günü sen şöyle bil,
Sırat sana âsân ola.[115]
Buyruk’taverilen bilgiye göre; Allah, yürekten Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm diyen kişinin günâhını bağışlar. Bir kimse inançla Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm dese, Allah başyazıcısına o kimse için dört bin hayır yazdırır. Cennet’e girmesi için dört bin iyilik yapmış sayar. Allah o kimsenin dört bin günâhını bağışlar. Hazret-i Peygamber’den şöyle bir hadîs nakledilmektedir: “Bir kimse çocuğunu okumaya verse, o çocuk bir defa Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm dese, Allah o çocuğa Cehennem ateşinden uzaklaşması için berat yazar.[116]
Alevî-Bektâşî büyüklerinin söz ve eserlerinde Kur’ân’a bu kadar vurgu yapılınca, Bektâşî tarîkatının en önemli erkânı olan cemlerde Kur’an âyetlerinin okunmaması düşünülemez. Cem’lerde pek çok âyet okunmaktadır. Cemlerde gönüllerdeki Hak sevgisi “Allah, Allah” sesleriyle dışa vurulurken, Hakk’ın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm’de büyük bir vecd içerisinde okunmaktadır. Pek çok âyet, cem erkânında uygulanan on iki hizmetin teolojik temelini oluşturmaktadır. Bu yüzden bir erkândan başka bir erkâna geçilirken, mutlaka bir âyet okunur. Meselâ; çerağ uyandırılırken, “Allâhu nûrü’s-semâvâti ve’l-ardi meselühû nûrihî kemişkâtin fîhâ misbâh…”[117] âyeti okunur.Görgü safhasında seccâdeci meydana gelerek, dâra durur ve şu tercümânı okur: “Bismillâh, bismi Şâh! Ve kâle’r-kebû fîhâ bismillâhi mecrâhâ ve mürsâhâ. İnne Rabbî le gafûru’r-rahîm”[118] Rehber, görgü darında bulunan dört kişinin sağına geçip, meydana niyaz ettikten sonra şu âyeti okur: “Kâlâ Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ ve in lem tağfir lenâ ve terhamnâ le nekûnenne mine’l-hâsirîn.”[119] Görgü sırasında ayrıca Tevbe Sûresi 119. âyet de okunur.[120]İkrâr sırasında tâlib, “İnne’llezîne yübâyiûneke innemâ yübâyiûne’llah. Yedu’llâhi fevka eydîhim. Femen nekese feinnmeâ yenkisü alâ nefsih ve men avfâ…”[121] Sır suyu hizmetinin icrâsı sırasında sırsucu sırsuyu tercümânını okur: “Bismillâh, bismi Şâh! Ve cealnâ mine’l-mâi külle şey’in hayy.”[122] Kurban kesimi sırasında ise, Saffât Sûresi 103-107. âyetler[123] okunurlar. Âdâb ve erkân kitapları incelendiğinde pek çok uygulamanın, Kur’an âyetleriyle temellendirildiği ve ilgili âyetlerin uygulama sırasında okunduğu görülmektedir.
Alevî-Bektâşî erkânında bir kişi Hakk’a yürüdüğü, yani vefat ettiği zaman, onun dârı çekilir. Dâr çekmek; o kişinin günâhlarının affedilmesi, Hakk’ın Dîdârı’na, Cemâl’ine kavuşması için Allah’a duâ ve münâcât etmek anlamına gelmektedir. Amasya Gümüşhacıköy’de el yazması halinde bulunan bir dâr kitabı, Alevî-Bektâşî geleneğinde Kur’ân’ın yeri konusunda bilgi vermektedir. Besmele ile başlayan eserde Hakk’a yürüyen kişi için şöyle duâ edilmektedir: “İlâhî yâ Rabbe’l-âlemîn veyâ erhame’r-râhimîn. Hâcet kapularını aç…Yâ Rabbî iki cihan serveri Muhammed Mustafâ salla’llâhu aleyhi ve sellem ve Şâh-ı Merdân Aliyyü’l-Murtazâ hürmeti içün işimizi Sen âsân eyle!”[124] Daha sonra Kur’ân-ı Kerîm’deki Ellezî halaka’s-semâvâti ve’l-ardi ve mâ beynehümâ fî sitteti eyyâmin sümme istevâ ale’l-arşi’r-rahmâni…”[125] âyeti zikredilerek, “bu okunan Kur’ân-ı Azîm’in ve Furkân-ı Kerîm’in ve Kelâm-ı Kadîm’in izzeti ve şevketi ve kerâmeti ve bereketi ve fazîleti hürmeti içün”[126] denmektedir ki, bu ifadeler Kur’ân’a olan inanç ve bağlılığı dile getirmektedir. Duânın geri kalan kısımlarında Kur’an’da isimleri geçen Peygamberler, Ehl-i Beyt ve on iki imâmlar, Bektâşî büyükleri husûsiyetleri ile birlikte anılarak, onların yüzü suyu hürmeti için ölen kişi namına Allah’tan af ve mağfiret dilenmektedir. [127]
Alevî-Bektâşî geleneğinde Kur’an, uygulamalardan kılık-kıyâfetlere kadar İslâm’ın kutsal kitabı olarak her yere sinmiş, geleneği adeta kendi boyasıyla boyamıştır. Dervişlerin giydikleri tâcın kubbesinde küllü şey’in hâlikün illâ vechehü, lehü’l-hükmü ve ileyhi türceûn[128]Ortasında Yâsîn ve’l-Kur’âni’l-Hakîm[129]başka bir rivâyette Allâhü lâ ilâhe illâ Hüve’l-Hayyü’l-Kayyûm[130]İçersinde lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlu’llah Aliyyün veliyyu’llah[131]yazılmıştır. Taşrasında, fe eynemâ tüvellû fesemme vechû’llah[132] Ekinde, senurîhim âyâtina fi’l-âfâki ve fî enfüsihim[133]Ardında, ve alleme’l-Âdeme’l-esmâe küllehâ sümme aradahüm ale’l-melâiketi[134]yazılıdır.[135] Her bir âyet dervişlerin akıllarından çıkarmamaları istenen mesajlarla doludur. Hakk’ın buyrukları, Hakk’a giden yolda dervişin yolunu aydınlatan kandillerdir.
Gel berü, olma bu demde gâfil,
Ekserü’n-nâsi ve hüm lâ yü’minûn.[136]
Ol sebepten size eyledim kitâb,
Vessâküm [bihî] lealleküm ta’kilûn.[137]
Her ki tasdîk eylemez nutk-ı Hakk’ı,
Ve Rasûlühüm fehüm lehû münkirûn.[138]
Kim ki evlâda hıyânet eyledi,
Feulâike hümü’z-zâlimûn.[139]
Ey Vîrânî, Zât-ı Hakk’ı kim görür,
Ve innehüm ileynâ râciûn.[140]
SONUÇ
Alevî-Bektâşî geleneği, diğer tasavvufî ekoller gibi Kur’ân-ı Kerîm’i dinî duygu ve düşünce dünyasının merkezine yerleştirmiştir. Hazret-i Ali’den Hacı Bektâş Velî’ye kadar Alevî geleneğinin şekillenmesinde etkili olan târihî şahsiyetler, Kur’ân’ı Hazret-i Muhammed’in bir emaneti olarak görmüş, kendilerini onun prensiplerini yaşamak ve yaşatmakla sorumlu hissetmişlerdir. Başta Hazret-i Ali olmak üzere Kur’ân’ın öğretilmesini ve öğrenilmesini tavsiye eden geleneğin öncüleri, etraflarında oluşan halkaları Kur’ân öğrenen ışıklı kandillere dönüştürmüşlerdir. Gayr-i müslimleri İslâm’a davet eden Rûm’un gözcüsü Hünkâr Hacı Bektâş Velî davetine icabetle nasiplendirildiğinde, ilk icraat olarak yeni Müslümanlara Kur’ân’ı öğretmiştir. Tâlib-i Hak olan dervişlere Allâh’a ulaşmanın yollarının öğretildiği gelenekte Kur’an, Allâh’ın onu sevenlere gönderdiği bir mektup olarak algılanmış, mektubun içeriğinin anlaşılmasına özel bir önem verilmiştir. Hakk’ın dîdârına ulaşmak için Hakk’ın kelâmını çokça okumak gerekmektedir. Dervişlerin aradığı İlâhî sevginin sırrı Kur’an’da bulunmaktadır. Sevgi kahramanı dervişler, Allâh’a ulaşmak için nefislerini zelîl ederken, aşklarına da Kur’ân’ı delil etmişlerdir. Etraflarına yaydıkları pozitif enerjinin, yetmiş iki milleti kuşatan sevgi ve hoşgörünün kaynağında; Kur’ân’ın evrensel mesajı vardır. Hak olan sözlerini Hakk’ın sözünden süzerek söylemiş, nefes ve deyişlerinde Kur’ân’ı bilgi ve duygu merkezi haline getirmişlerdir. Âşık Yûnus, Kur’ân’ı okumayı gürûh-u nâcî olmanın şartı sayarak, Kur’an okuyanların sırat köprüsünden kolayca geçebileceklerini ifade etmiştir. Alevî-Bektâşî büyükleri kendi hayatlarında her vesileyle Kur’ân’ı okumuşlar, eserlerinde de çeşitli sûre ve âyetlerin tefsîrlerine yer vermişlerdir. Geleneğe ait âdâb ve erkân kitaplarında pîr, tâlib, derviş veya sofu olabilmek için Kur’an bilgisi şart koşulmuş, âyet ve hadîs bilmeyen pîrler şeytan olmakla suçlanmıştır. Mürşidlere verilen icâzetnâmelerin en başında Kur’an âyetleri yazılıdır. Derviş ve pîrlerin tâclarını Kur’ân-ı Kerîm âyetleri süslemiştir. Allah aşkının dile getirildiği cem erkânlarından Hakk’a yürüyen canların Allâh’ın af ve mağfiretine kavuşması için okunan dâr duâlarına kadar, erkânın her bir parçasında Hakk’ın ve Kur’ân’ın mührü bulunmaktadır. Sonuç olarak Alevî-Bektâşî geleneğini ile Kur’an birbiri ile bütünleşmiş, Hakk’ın sedâsı, geleneğe İlâhî bir soluk ve nefes vermiştir. Her fırsatta “Allah, Allah” diyen canlar, Allah kelâmını dillerinden ve gönüllerinden düşürmemişlerdir.
BİBLİYOGRAFYA
Yazma Eserler
Âdâb u Erkân-ı Bektâşiyye (Yazma Eser), Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi, No: 7/2., İstanbul.
Hacı Bektâş Velî, Kitâb-ı Tefsîr-i Besmele (Yazma Eser), Manisa İl Halk Kütüphanesi, H. 1423, No: 3536.
Vîrânî Baba, İlm-i Câvidân,Vîrânî Baba Risâlesi (Yazma Eser), Turan Saltık (Dede) Özel Kütüphanesi, H. 1290.
Kitâb-ı Cabbâr Kulu (Yazma Eser), Eyüp Öztürk (Dede) Özel Kütüphanesi, H. 1165.
Kitâb-ı Dâr (Yazma Eser), Hasan Topal (Baba) Özel Kütüphanesi, ts.
Rıfaî Alevî, Bektâşî Tarîkatına Ait Usûl Âdâb Âyinler Mecmuası (Yazma Eser), Süleymaniye Kütüphanesi, H. 1284.
Sarı Saltuk Ocağı’na Ait İcâzetnâmeler (Yazma Belgeler), Turan Saltık (Dede) Özel Kütüphanesi.
Seyyid Ahmet R. Efendi, Mir’âtü’l- Mekâsıd fi Def’il- Mefâsıd (Yazma Eser), İstanbul, H. 1293.
Basılı Eserler
Âşık Paşa-yı Velî, Garibnâme, haz. Bedri Noyan, Ankara, 1998, Ardıç Y.
Baha Said Bey, Türkiye’de Alevî-Bektâşî, Ahî ve Nusayrî Zümreleri, haz. İsmail Görkem, Ankara, 2000, Kültür Bakanlığı Y.
Buyruk, nşr: Sefer Aytekin, Ankara, ts.
Buyruk, haz: Fuat Bozkurt, İstanbul, 1982.
Demir Baba Velâyetnâmesi, çev. Bedri Noyan, İstanbul, 1976, Ant Y.
EĞRİ, Osman, “Alevî-Bektâşî Kaynaklarının Neşri Problemi”, I. Dinî Yayınlar Kongresi, Ankara, 2003, Diyanet İşleri Başkanlığı Y., ss. 97-125.
ERDOĞAN, Fethi, Yâsîn, İstanbul, 2005, FSF Printing House.
GÜMÜŞOĞLU, Dursun, “Bektâşîliğe Göre İnsan ve Mürşid Anlayışı”, Uluslararası Bektâşîlik ve Alevîlik Sempozyumu I The 1st Internatıonal Symposıum on Bektashısm and Alevısm, Isparta, 2005, ss. 111-121.
Hacı Bektâş Velî, Makâlât, haz: Esad Coşan, Ankara, 1996, Kültür Bakanlığı Y.
…………, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniye, çev: Davut Duman, GÜHAM Y.
Hazreti Ali Divanı, terc:Müstakîmzâde Süleyman Efendi,İstanbul, 1981, Ana Y.
Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, haz: K. Eraslan, Ankara, 1993, Kültür B. Y.
İmam Ali Buyruğu (Nehcü’l-Belâğa), haz. Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul, 1972, Yeni Şark Maârif Kütüphânesi.
İVGİN, Hayrettin, “Bektâşî Halk Şiirlerinde Sûre ve Âyetler”, I. Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Sempozyumu, Ankara, 1999, ss. 169-172.
KAPLAN, Doğan, “Alevîliğin Yazılı Kaynaklarından Buyruklar ve Muhtevaları Üzerine”, I. Uluslararası Bektâşîlik ve Alevîlik Sempozyumu (I The 1st Internatıonal Symposıum on Bektashısm and Alevısm) Isparta, 2005, ss.233-257.
Kaygusuz Abdal, Vücudnâme, haz. Abdurrahman Güzel, Ankara, 1983, Kültür Bakanlığı Y.
KOCA, Şevki, Melâmî-Bektâşî Metaforunda İrşâd Paradigması Mürg-i Dil, İstanbul, 1999, Nazenin Y.
KÖPRÜLÜ, Fuat, “Bektaşîliğin Menşe’leri”, Türk Yurdu, cilt : II, S: 8, yıl: 1925, ss. 165-176.
Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş Velî, haz. Abdülbâkî Gölpınarlı, İstanbul, 1958, İnkılâp Kitabevi.
ÖZMEN, İsmail, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi, Ankara, 1995, Saypa Yayın Dağıtım.
SAYGI, Hakkı, Allah-İnsan ve Sırları, İstanbul, 2003, Saygı Y.
Seyyid Hüseyin b. Seyyid Gaybî, Şerhu Hutbeti’l-Beyân, haz: Saffet Sarıkaya, Isparta, 2004, Fakülte Kitabevi.
SOYYER, Yılmaz, “Bilgi Sosyolojisi Açısından Abdal Mûsâ Tekkesi”, I. Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Sempozyumu, Ankara, 1999, ss. 303-304.
Şeyh Safî Buyruğu, çev: Mustafa Erbay, Ankara, 1994, Ayyıldız Y.
TUR, Seyit Derviş, Erkânnâme Alevîliğin İslâm’da Yeri ve Alevî Erkânları, İstanbul, 2002, Can Y.
ÜZÜM, İlyas, “Temel Alevî Kaynağı Buyruk’ta Kur’an Anlayışı”, Kültürel Kaynaklarına Göre Alevîlik, İstanbul, 2002, Horasan Y., ss. 44-61.
Veli Baba Menâkıbnâmesi, haz. Bedri Noyan, İstanbul, 1995, Can Y.
YALÇIN, Alemdar-YILMAZ, Hacı, “Şah İbrâhim Ocağı Üzerine Yeni Bilgiler”, Hacı Bektâş Velî Dergisi, S. 30, ss. 25-60.
YAMAN, Mehmet, Alevîlik, İnanç, Edeb, Erkân, İstanbul, 2001, Garip Dede Türbesi Derneği Y.
Yemînî, Fazîletnâme, İsmail Özmen, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi, c. II., ss. 52-100.
YILDIRIM, Ahmet, “Alevî-Bektâşîlerin Dînin Temel Kaynaklarından Kur’an ve Sünnet’e Bakışı”, Uluslararası Bektâşîlik ve Alevîlik Sempozyumu I (The 1st Internatıonal Symposıum on Bektashısm and Alevısm), Isparta, 2005, ss. 287-296.
Yûnus Emre Dîvânı, İstanbul, 1954, Maârif Kitaphanesi.
* Hitit Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
[1] Tirmizî, Menâkıb, 77, 3790.
[2] Ehl-i Beyt, Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed’in ailesidir. “Ey Peygamber’in Ehl-i Beyt’i! Şüphesiz Allah, sizden kusûru giderip, tertemiz yapmak ister” Ahzâb, 33/33. âyeti nâzil olduğunda, ashâbın Peygamber Efendimiz’e Ehl-i Beyt’in kim olduğunu sormaları üzerine, Allah Rasûlü Hazret-i Ali, Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin’i yanına çağırarak, abasının altına almış ve onların Ehl-i Beyt’i olduğunu ifade etmiştir. Bu olay nedeniyle Ehl-i Beyt, “Âl-i Abâ, Hamse-i Âl-i Abâ” olarak da isimlendirilmektedir. Kültürümüzde ise Âl-i Abâ, “beş esmâ” şeklinde telaffuz edilmiştir.
[3] 15. yüzyılda Seyyid Hüseyin b. Seyyid Gaybî tarafından kaleme alınan ve günümüze kadar Anadolu Alevîlerinin okuyageldikleri Şerhu Hutbeti’l-Beyân adlı eserde Hazret-i Ali’nin dilinden Kur’an bilgisi şöyle nakledilmektedir: “Kur’an’dan bana ne kadar dilersenüz suâl idün; zira Kur’an’da hangi âyet gece indi ve hangi âyet gündüz indi ve hangisi dağda indi, hangisi düz yirde indi ben bilürem.” Bkz. Şerhu Hutbeti’l-Beyân, haz: Saffet Sarıkaya, Isparta, 2004, Fakülte Kitabevi, s. 8; Eserde Hazret-i Ali hangi konuda kaç âyetin indiğini de ifade etmektedir: “Altı bin altı yüz altmış altı âyetin iki yüz âyeti zekât hakkında indi. Yüz âyet sadaka hakkında indi…” Bkz. a.g.e., s. 9.
[4] İmam Ali Buyruğu (Nehcü’l-Belâğa),haz. Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul, 1972, Yeni Şark Maârif Kütüphânesi, s. 54.
[5] A.g.e.,s. 111.
[6] Bkz. Şerhu Hutbeti’l-Beyân, s. 73.
[7] Hazreti Ali Divanı, terc:Müstakîmzâde Süleyman Efendi,İstanbul, 1981, Ana Y., s. 52-53.
[8] A.g.e.,s. 54-55.
[9] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu (Yazma Eser),Eyüp Öztürk (Dede) Özel Kütüphanesi, H. 1165., vr. 65a; Şerhu Hutbeti’l-Beyân’da Hazret-i Ali’den Kur’an dinlemenin faydaları hakkında şu ifadeler nakledilmektedir: “Kur’an dinlemekten daha hayırlı bir amel yoktur. Kıssa istersen onda. Cehennem azâbı ve Cennet nimetleri onda. Eğer Allâh’ı ve meleklerini tanımak, öğrenmek istersen onda…Kur’an bütün ilimlerin aslı ve bütün kitapların başıdır. Bilinmiş ve bilinecek, yaş ve kuru ne varsa Kur’an’dadır.” Bkz. a.g.e., s. 74-75.
[10] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu,vr. 64b.
[11] İmam Ali Buyruğu (Nehcü’l-Belâğa),s. 141-142.
[12] Hacı Bektaş Velî, Makâlât, haz: Esad Coşan, Ankara, 1996, Kültür Bakanlığı Y.,s. 40.
[13] A.g.e., s. 18.
[14] A.g.e., s. 18.
[15] Bkz. İlm-i Câvidân,Vîrânî Baba Risâlesi (Yazma Eser), Turan Saltık (Dede) Özel Kütüphanesi, H. 1290, vr. 30a-30b.
[16] “O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahy iledir.” Necm, 53/3-4.
[17] Yemînî, Fazîletnâme,İsmail Özmen, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi, c. II., ss. 52-100.,s. 54.
[18] İsmail Özmen, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi,Ankara, 1995, Saypa Yayın Dağıtım, c.II., s. 111.
[19] Âşık Paşa-yı Velî, Garibnâme,haz. Bedri Noyan, Ankara, 1998, Ardıç Y., s. 306.
[20] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye,çev: Davut Duman, GÜHAM Y., s. 20.
[21] Bkz. a.g.e.,s. 21-22.
[22] Bkz. Hacı Bektâş Velî, Kitâb-ı Tefsîr-i Besmele (Yazma Eser), Manisa İl Halk Kütüphanesi, H. 1423, No: 3536.
[23] Fuat Köprülü, Baha Said Bey’in kendisine, yanan Tire Kütüphanesi’nde Hacı Bektâş Velî’ye ait bir Fâtiha Sûresi Tefsiri olduğunu söylediğini nakletmektedir. Bkz. “Bektaşîliğin Menşe’leri”, Türk Yurdu, cilt : II, S: 8, yıl: 1925, ss. 165-176.
[24] “Doğrusu âyetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlara, göğün kapıları açılmaz; deve iğne deliğinden geçmedikçe Cennet’e de giremezler. Suçluları böyle cezâlandırırız.” A’râf, 7/40.
[25] Veli Baba Menâkıbnâmesi, haz. Bedri Noyan, İstanbul, 1995, Can Y., s. 253,254.
[26] Bakara, 2/2.
[27] İlm-i Câvidân, vr. 12b.
[28] Bkz. a.g.e., vr. 22a-22b.
[29] Yûnus, 10/1.
[30] Yûsuf, 12/1.
[31] İbrâhîm, 14/1.
[32] Hicr, 15/1.
[33] Tâ hâ, 20/1-5.
[34] Neml, 27/1.
[35] Lokmân, 31/1-3.
[36] Secde, 32/1-2.
[37] Yâ Sîn, 36/1-4.
[38] Sâd, 38/1-2.
[39] Fussilet, 41/1-2.
[40] Şûrâ, 42/1-3.
[41] Zuhruf, 43/1-3.
[42] Ra’d, 13/39.
[43] Duhân, 44/1-3.
[44] Câsiye, 45/1-2.
[45] Kâf, 50/1.
[46] Kalem, 68/1; Bkz. İlm-i Câvidân,vr. 22a-22b.
[47] İlm-i Câvidân, vr. 6a.
[48] Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet,haz: K. Eraslan, Ankara, 1993, Kültür B. Y., s. 21.
[49] Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş Velî, haz. Abdülbâkî Gölpınarlı, İstanbul, 1958, İnkılâp Kitabevi, s. 5; Zâhir ve bâtın kavramları Kitâb-ı Cabbâr Kulu’ndaşöyle açıklanmaktadır:“Bu zâhir didiğümüz ma’nâ, kitâbdur. Bâtın didiğümüz, kitâba yazılmışdur, sakludur. Onu, ehli bilür. Ol ilmi bilmek isteyen, ehlini bulur. Bulmak içün velîler, ne zahmet çekmişler. Bâyezîd-i Bestâmî, kırk şeyhe vardı. Vücûdun[u] ıslâh idemedi, Ca’fer-i Sâdık’a varmayınca.” Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu,vr. 17b.
[50] Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş Velî, s. 14.
[51] Abdal Mûsâ Dergâhı’ndaki kitapların listesi için bkz. Yılmaz Soyyer, “Bilgi Sosyolojisi Açısından Abdal Mûsâ Tekkesi”, I. Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Sempozyumu, Ankara, 1999, ss. 303-304., s. 304.
[52] Demir Baba Velâyetnâmesi,çev. Bedri Noyan, İstanbul, 1976, Ant Y., s. 73.
[53] Bkz. A.g.e.,s. 143.
[54] Bkz. A.g.e.,s. 154.
[55] A.g.e.,s. 123.
[56] Rıfaî Alevî, Bektâşî Tarîkatına Ait Usûl Âdâb Âyinler Mecmuası (Yazma Eser),Süleymaniye Kütüphanesi, H. 1284., vr. 30b.
[57] Âşık Paşa-yı Velî, Garibnâme,s. 395-397.
[58] En’am, 6/59.
[59] Hacı Bektâş Velî, Makâlât, s. 2.
[60] A.g.e., s. 42.
[61] Veli Baba Menâkıbnâmesi, s. 204.
[62] Yûnus Emre Dîvânı,İstanbul, 1954, Maârif Kitaphanesi, s. 243.
[63] Hacı Bektâş Velî, Makâlât, s. 9.
[64] Yûnus Emre Dîvânı,s. 146.
[65] A.g.e.,s. 223.
[66] A.g.e., s. 96.
[67] A.g.e., s. 96.
[68] Âşığın Kur’ân’a bağlılığı konusunda bkz. Âşık Paşa-yı Velî, Garibnâme,s. 153.
[69] Özmen, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi,c.II., s. 499.
[70] A’râf, 7/156.
[71] Bakara, 2/165.
[72] Özmen, a.g.e., c. IV., s. 166.
[73] Hayrettin İvgin, “Bektâşî Halk Şiirlerinde Sûre ve Âyetler”, I. Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Sempozyumu, Ankara, 1999, ss. 169-172, s. 170.
[74] Şeyh Safî Buyruğu, çev: Mustafa Erbay, Ankara, 1994, Ayyıldız Y., s. 74.
[75] Yûnus Emre Dîvânı,s. 127.
[76] A.g.e.,s. 95.
[77] Bkz. Seyyid Ahmet R. Efendi, Mir’âtü’l- Mekâsıd fi Def’il- Mefâsıd (Yazma Eser),İstanbul, H. 1293,vr. 116a.
[78] Âşık Paşa-yı Velî, a.g.e.,s. 150-151.
[79] Bkz. Fethi Erdoğan, Yâsîn, İstanbul, 2005, FSF Printing House, s. 6.
[80] Bkz. Erdoğan, a.g.e., s. 28-45.
[81] Bkz. Hakkı Saygı, Allah-İnsan ve Sırları, İstanbul, 2003, Saygı Y., s. 48-49.
[82] Bkz. Dursun Gümüşoğlu, “Bektâşîliğe Göre İnsan ve Mürşid Anlayışı”, Uluslararası Bektâşîlik ve Alevîlik Sempozyumu I The 1st Internatıonal Symposıum on Bektashısm and Alevısm, Isparta, 2005, ss. 111-121., s. 111.
[83] Buyruk,haz: Fuat Bozkurt, İstanbul, 1982, s. 118.
[84] A.g.e.,s. 137-138.
[85] Bkz. Doğan Kaplan, “Alevîliğin Yazılı Kaynaklarından Buyruklar ve Muhtevaları Üzerine”, I.Uluslararası Bektâşîlik ve Alevîlik Sempozyumu (I The 1st Internatıonal Symposıum on Bektashısm and Alevısm) Isparta, 2005, ss.233-257, s. 236.
[86] Bkz. Kaplan, a.g.t., s. 283.
[87] Şevki Koca, Melâmî-Bektâşî Metaforunda İrşâd Paradigması Mürg-i Dil,İstanbul, 1999, Nazenin Y.,s. 43.
[88] Buyruk, nşr: Sefer Aytekin, Ankara, ts., s. 19.
[89] A.g.e.,s. 19.
[90] Buyruk,haz: Fuat Bozkurt, s. 24.
[91] Bkz. A.g.e., s. 24.
[92] A.g.e.,s. 25.
[93] Bkz. A.g.e., s. 24; Buyruk’lardaki Kur’an anlayışıyla ilgili geniş bilgi için bkz. İlyas Üzüm, “Temel Alevî Kaynağı Buyruk’ta Kur’an Anlayışı”, Kültürel Kaynaklarına Göre Alevîlik, İstanbul, 2002, Horasan Y., s. 44-61.
[94] Buyruk, haz: Fuat Bozkurt,s. 91.
[95] Bkz. A.g.e., s. 145-146.
[96] A.g.e.,s. 91-92.
[97] A.g.e.,s. 93.
[98] A.g.e.,s. 146.
[99] Seyyid Ahmet R. Efendi, a.g.e.,s. 262-263.
[100] Bkz. Buyruk, haz: Fuat Bozkurt,s. 85.
[101] Zâlike takdîrü’l-azîzi’l-alîm ifadesi, En’âm, 6/96, Yâ Sîn, 36/38 ve Fussilet, 41/12. âyetlerinde geçmektedir. Anlamı şöyledir: “Bu güçlü ve bilgin olan Allah’ın kânunudur.”
[102] Âyetin anlamı: “Allah katından bir yardım ve yakın bir zafer vardır.” Saf, 61/13.
[103] Âyetin anlamı: “Rabb’imiz! Yaptığımızı kabul buyur. Sen hem işitir, hem bilirsin.” Bakara, 2/127. Âyetlerin yer aldığı icâzetnâmeler için bkz. Eğri, a.g.m., s. 133; Sarı Saltuk Ocağı’na Ait İcâzetnâmeler (Yazma Belgeler), Turan Saltık (Dede) Özel Kütüphanesi; Yalçın-Yılmaz, “Şah İbrâhim Ocağı Üzerine Yeni Bilgiler”,Hacı Bektâş Velî Dergisi, S. 30, s. 25-60.
[104] Bkz. Eğri, “Alevî-Bektâşî Kaynaklarının Neşri Problemi”, I. Dinî Yayınlar Kongresi, Ankara, 2003, Diyanet İşleri Başkanlığı Y., s. 133-136.
[105] Buyruk,haz: Fuat Bozkurt, s. 32.
[106] A.g.e.,s. 36.
[107] Kaygusuz Abdal, Vücudnâme, haz. Abdurrahman Güzel, Ankara, 1983, Kültür Bakanlığı Y., s. 141, 142.
[108] Baha Said Bey, Türkiye’de Alevî-Bektâşî, Ahî ve Nusayrî Zümreleri,haz. İsmail Görkem, Ankara, 2000, Kültür Bakanlığı Y., s. 218.
[109] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 69b-70a.
[110] Buyruk, haz: Fuat Bozkurt, s. 144.
[111] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 42a.
[112] Bkz. Buyruk, haz: Fuat Bozkurt, s. 137.
[113] Bkz. A.g.e.,s. 146.
[114] Özmen, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi, c. II., s. 41.
[115] Yûnus Emre Dîvânı,s. 96.
[116] Bkz. Buyruk, haz: Fuat Bozkurt, s. 137.
[117] “Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer…” Nûr, 24/35.
[118] “Nuh dedi: Binin içine, onun akıp gitmesi de, demir atması da Allah’ın adıyladır…” Hûd, 11/41.
[119] “Her ikisi, Rabb’imiz! Kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz dediler.” A’râf, 7/23.
[120] Cem’in görgü safhası ile ilgili olarak bkz. Mehmet Yaman, Alevîlik, İnanç, Edeb, Erkân, İstanbul,2001, Garip Dede Türbesi Derneği Y., s. 194-198; Seyit Derviş Tur, Erkânnâme Alevîliğin İslâm’da Yeri ve Alevî Erkânları, İstanbul, 2002, Can Y., 355-446.
[121] “Ey Muhammed! Şüphesiz sana baş eğerek ellerini verenler, Allah’a baş eğip el vermiş sayılırlar. Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir…” Fetih, 48/10.
[122] “İnkâr edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmezler mi? İnanmıyorlar mı?” Enbiyâ, 21/30.
[123] “Böylece ikisi de Allâh’a teslîmiyet gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatırınca, Biz: Ey İbrahim! Rüyâyı gerçek yaptın. İşte Biz, iyi davrananları böylece mükâfatlandırırız diye seslendik. Doğrusu bu apaçık bir deneme idi. Ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik.” Saffât, 37/103-107.
[124] Kitâb-ı Dâr (Yazma Eser), Hasan Topal (Baba) Özel Kütüphanesi, ts., vr. 1b.
[125] Âyetin anlamı: “Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra da arşa hükmeden Rahmân’dır.” Furkân, 25/59.
[126] Kitâb-ı Dâr, vr. 3a-3b.
[127] Bkz. a.g.e., vr. 4a-21a.
[128] “O’nun vechi –zatı- hariç herşey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve hepiniz O’nun hûzuruna götürüleceksiniz.” Kasas, 28/88.
[129] “Yâ sîn. Hikmetli Kur’ân’a and olsun.” Yâsîn, 36/1,2.
[130] “Allah, o ilâhtır ki, Kendisinden başka ilâh yoktur. O, Hay’dır. Kayyûm’dur.” Bakara, 2/255.
[131] Kelime-i tevhîd olarak isimlendirilen bu cümlenin anlamı: “Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed O’nun elçisidir.”
[132] “Hangi tarafa dönerseniz, orada Allâh’a itaat ve ibâdet ciheti vardır.” Bakara, 2/215.
[133] “Biz ileride onlara delillerimizi gerek dış dünyada gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz.” Fussilet, 41/53.
[134] “ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Müteakiben önce onları Meleklere göstererek…” Bakara, 2/31.
[135] Âdâb u Erkân-ı Bektâşîyye (Yazma Eser), Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi, No: 7/2., İstanbul,vr. 2a-2b.
[136] Âyetin anlamı: “…Fakat insanların çoğu inanmazlar.” Ra’d, 13/1.
[137] Âyetin anlamı: “…Allah bunları size düşünesiniz diye buyurmaktadır.” En’âm, 6/151.
[138] Âyetin anlamı: “Veya Peygamberlerini tanımadılar da, bu yüzden mi onu inkâr ediyorlar?” Mü’minûn, 23/69.
[139] Bu ifade, Kur’ân-ı Kerîm’deki pek çok âyetin sonunda geçmektedir. Bkz. Bakara, 2/229; Âl-i İmrân, 3/94; Mâide, 5/45 vd. Anlamı: “İşte onlar zâlimlerdir.”
[140] Bu ifadenin içerisinde geçtiği âyetin bir önceki âyetle birlikte anlamı: “Sabır ve namazla Allâh’a sığınıp yardım isteyin. Rabb’lerine kavuşacaklarını ve O’na döneceklerini umanlar ve huşû duyanlardan başkasına namaz elbette ağır gelir.” Bakara, 2/45-46. bkz. İlm-i Câvidân, vr. 17b-18a.
İlgili