ALEVÎ BEKTÂŞÎ GELENEĞİNDE HAKK’IN BİR’LİĞİNDEN HALKIN DİRLİĞİNE

ALEVÎ BEKTÂŞÎ GELENEĞİNDE HAKK’IN BİR’LİĞİNDEN HALKIN DİRLİĞİNE

Prof. Dr. Osman Eğri

Giriş

Çağımızın en önemli hastalığı, insanların kendi elleriyle kurdukları evlerinin, barklarının, ulaştıkları mevki ve makamların, tattıkları zevk ve lezzetlerin kulu, kölesi haline gelmeleridir. Yaratılmışların en şereflisi olan insanlar, dünya ve âhiret saadetini elde edecekleri yerde, peşinden koştukları dünyaya erişememenin, tam anlamıyla ona sahip olamamanın mutsuzluğu ile ömürlerini geçirmektedirler. Bilim ve teknolojinin imkânlarıyla ürettikleri araçlara sahip olmak yerine, onların nesnesi haline gelen insanlar, kendilerini ve Rabb’lerini unutarak yalnızlaşmakta, yaratılışlarına yabancılaşmakta kalp, gönül, rûh ve sır gibi manevî cihazlarını kullanamadan hayat yolculuğunu tamamlamaktadırlar.

Alevîlik Bektâşîlik ise tıpkı diğer tasavvufî ve irfânî gelenekler gibi malda, mülkte, parada, pulda insanlığı ve manevî değerleri arayan, hazineler üzerinde oturan dilenci misali kimselere acı bir tebessüm etmektedir. Hünkâr Hacı Bektaş Velî’ler, Yûnus Emre’ler, Kaygusuz Abdal’lar insanı nesne olma konumundan Hakk katında anlamlı bir özne haline getiren manevî değerleri kütüphane raflarındaki kitap sayfalarında, tekke ve dergâhlardaki dede ve babaların sohbetlerinde sunmaya devam etmektedirler.

Asırlar ötesinden günümüz hastalıklarına çareler üreten pîr-i tarîkat, mürşid-i hakîkat Hünkâr Hacı Bektaş Velî yaşadığı dönemde dergâhını, kalplerin onarıldığı, gönüllerin imar edildiği bir manevî tedavi merkezine dönüştürmüştür. Hacı Bektaş Velî’nin düşünce sisteminde imân önemli ve öncelikli bir kavramdır. İmân her çeşit bireysel tutum ve davranışın teorik temelini oluşturmaktadır.[1] Bektâşî tekkelerine edeb ile girip irfân ile çıkan muhip ve dervişler, kendilerini ve Rabb’lerini tanıyarak, ham rûhlarını olgunlaştırmışlar, insan-ı kâmil olmanın yol ve yöntemini öğrenmişlerdir. Alevî Bektâşî derviş ve tâlipleri kalp ve gönüllerindeki ikiliğe son veren, Hakk’ın birliğine, Muhammed Mustafâ’nın risâletine, Aliyyü’l-Murtazâ’nın velâyetine ikrâr veren, mürşidine Allâh’ın ismiyle başını okutan hakîkat yolcuları olmuşlardır.

Hakk’ı gönül şehirlerinde müşâhede ederken, halkı da Hakk’tan dolayı sevmişler; onlara şefkat ve merhametle muamele etmişlerdir. Kalp, gönül ve sırda Hakk’ın Bir’liği fikri hakîkat derecesinde yaşanınca, tevhîd aşkının verdiği heyecanla çevrelerine barış, huzûr ve fazîlet yaymışlardır. “El ele el Hakk’a” söylemi halktan halka giden (tevhîd) birlik yolunu sembolize etmektedir. Şeyh Selim’in; “Eğer sen Hakk’a âşık isen ve gerçek sever isen, kimseyi rencide etmeyip, herkesi sevesin ve herkese Hakk nazarıyla bakasın ve herkesin hakkını icrâ edesin (yerine getiresin) ve herkesin hakkını icrâ etmek şu demek olur ki Hakk’ı nice seversen, herkesi öyle sevesin. Taklîd ile tahkîk bunda belli olur.”[2] sözü Alevî Bektâşî öğretisinin temel birlik felsefesini özetlemektedir.

Kalbin Diriliği Hakk’ın Birliği

Hacı Bektaş Velî’ye göre bir gönlü yaralamak cellatlıktır. Tasavvufta bir mü’minin kalbini yıkan İbrâhim’in yaptığı Kâ’be’yi yıkan Ebrehe gibi kabul edilmiştir. Kalplerin, gönüllerin fetih ve keşfi için çalışan Allah dostu, mürşid-i kâmil ise Âdem’den Hâtem (Hz. Muhammed)’e kadar gelen Rasûl ve Nebîlerin vârisidir. Hünkâr’a göre; her kişinin biri zâhir, diğeri bâtın olmak üzere iki Rasûlü vardır. Zâhir Rasûl; dil, bâtın Rasûl; gönüldür. Dil Muhammed (a.s.)’e gönül Cebrâîl’e benzer.[3] Gönlüne Cebrâil’i misafir eden cân, Hz. Muhammed’in getirdiği tevhîd hakîkatinin dellâlı olur. Dil Muhammed, gönül Cebrâil olunca kalpler de ma’mûr olur. Mamur olan kalp evine Allah mihmân (misafir) olur; bir günde yüzlerce kez o evi ziyaret eder. Rahmân o eve mihmân olunca, şeytan bir daha oraya uğrayamaz.

Kalbi nazargâh-ı ilâhî haline getirebilmek, gönüllerini gaflet uykusundan uyandıran şuurlu kimselerin işidir. Allâh’ın hangi kalbe tecellî edebileceğini bilmeyen kimseler bir ömür boyu da bekleseler böylesi bir lütuf ve ihsâna muhatap olamayacaklardır. Kalplerin doktoru olan Hacı Bektaş Velî, kalbin ilâhî feyze mazhar bir kâbe olarak imar ve inşasını güneş ve ev metaforuyla açıklamaktadır: “Her nefeste bir hazine geçip gidiyor. İyi bilinmelidir ki, Hakk sübhânehû ve Teâlâ her an hâzır ve nâzırdır. O’ndan utanmalı, gâfil olunmamalıdır. Nitekim Hakk Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde böylelerini kınamış, serzenişte bulunmuştur: “Allah hiçbir adamın içinde iki kalp yaratmamıştır.”[4] Bir insanın içinde tek bir kalp vardır, iki kalp değil ki, birini dünyayla meşgul etsin, diğerini Allâhu Teâlâ ile. Eğer kalbi, dünyayla meşgul edersiz Hakk’tan nasipsiz kalırsınız ve eğer Allâhu Teâlâ’ya yöneltirseniz kalbinizden Hakk Teâlâ tarafına bir pencere açılır ve o pencereden ilâhî feyzin güneşi doğar. Güneş doğudan batıya dünyanın her yerinde doğar, her bir zerre onun ışığından nasiplenir, onun ışığı her şeyin üzerine düşer. Böyle olduğu halde bir evin penceresi yoksa eğer, kuşkusuz ki güneşin ışığından nasipsiz kalır, öyleyse kalp doğruya hazırsa ve onun huzûru o pencereye doğru ise, o güzergâhtan feyz ve cömertlik ışığı nasip olacaktır. Ama kalp gafil ise, oradan nasipsiz geçip gidecektir.”[5] Hacı Bektaş Velî Hazretleri, vakitlerinin çoğunu sükût ederek geçirirlerdi. Bir gün başlarını kaldırdılar ve “Yârân! Huzûrda olunuz. Zira Dost, sizinle göz gözedir, elinizden tutup kendine tâlip olup olmadığınıza bakıyor, sonra sizi kendi hâlinize bırakıyor.” dedi.[6]

İnsanın sürekli Dost’un huzûrunda olduğunun bilincine varabilmesi için baş gözünden çok, kalp ve gönül gözüne ihtiyacı bulunmaktadır. Gönül gözünü açamayanların görecekleri dünyâ ve onun içindekilerden ibaret olan mâsivâdan başkası olamaz. Dünya ise aldatıcıdır. Verdiği kısa süreli mutluluğun sonucu; hem dünya hem de âhirette hüzün ve hüsrândır. Hacı Bektaş Velî gönül gözü açıldığında neler olacağını haber verir: “Gönül gözünü açasın, kendi dîdârını müşâhede edesin. Eğer kişi kendi dîdârını müşâhede etmezse, Allâhu Teâlâ dîdârını göremez. Bu sebeple kişi kendine yol bulmak için çalışmalıdır.[7] Hakk’ın nazargâhı kalp oldu. Kalp diri olursa nazargâhı Hak olur, ölü olursa nazargâhı şeytan olur.[8] Bir kimsenin kalbi ölü olursa, kendisi de dünyâya tâlip olur; gece ve gündüz onun talebiyle meşgul olur.”[9] “Dünya sevgi­sine kapılan kişinin kalbi üç şeye tutulur: Kendini bırakmayan bir hüzne, ondan ayrılmayan bir hırsa ve ulaşamayacağı bir arzuya.”[10]

Allâh’ın emrini insanlara duyuran bütün Peygamberler, verdikleri mesajlarla dünyâ ve âhiret dengesini ayarlamaya çalışmışlar, dilleri Hakk’ın zikrine, gönülleri Hakk’ın fikrine alıştırmaya gayret etmişlerdir. Hacı Bektaş Velî Kitâbü’l-Fevâid adlı eserinde Hz. Mûsâ’nın Allah tarafından nasıl bir çağrıya muhatap olduğunu anlatır: “Ya Mûsâ! Benim bir bahçem ve evim vardır ki onu, insanın vücuduna emanet olarak bıraktım ve ona kalp ismini verdim, kalp ilâhî mertebenin sureti olduğundan cümle mevcudâttan daha geniştir. “Mü’minin kalbi Allah’ın arşı ve evidir.” anlamınca bizim nazargâhımız, cilvegâhımızdır.” Öyleyse o evin yeri marifettir, gökyüzü imândır, güneşi şevktir, ayı muhabbettir, bulutları fazîlettir, yağmurları rahmettir, ağaçları hizmettir, yaprakları ibâdettir, meyveleri isabetli sezgidir, günleri itâattir.[11]

Tâlip manevî füyûzâtın her türlüsünü tecrübe eden kalbinin derinliklerine seyahat edince, nûrlu bir iklimi temaşa etmeye başlar. Her mertebede ayrı bir latîfe-i Rabbânî, zevk-i rûhânî ve sey-i nûrânî ile karşılaşır. İlâhî zevk ve şevkten dolayı aşkı başından çıkarak, manevî lezzetlerin her türlüsünü tadar. “Hel min mezîd” (daha yok mu?) makâmı burasıdır. “Tatmak ve sevmek, seyr ü sülûk neticesinde hissedilir. ‘Tatmayan bilmez’ sözü bu hususu belirtmek içindir. Yûnus’un ‘ballar balını bulması’ da bu demektir.”[12] Allah sevgisine pencere açılan kalbin mertebeleri yedidir. Birinci lisânî, ikinci nefsî, üçüncü kalbî, dördüncü sırrî, beşinci rûhî, altıncı gizli (hafâ), yedinci gizliden gizli (ahfâ)dir. İlki yeşil nurdur. İkinci mavi, üçüncü kırmızı, dördüncü sarı, beşinci beyaz, altıncı siyah ve yedinci rengi, nişanı olmayan nûrdur ki bu Hakk’ın nûrudur.[13]

Nefsine uyduğu için Cennet’ten dünyaya gönderilen Hz. Âdem Allah’tan ayrılığı, yani gurbete düşmeyi sembolize etmektedir. Dünyada Cennet’te olmanın yolu ise marifetullâh ile vuslat ve vahdete erişmektir. Hacı Bektaş Velî, bir gün Hz. Peygamber’in; “Kişinin îmânının en makbûlü nerede olursa olsun, Allah’ın onunla olduğunu bilmesidir.” hadîsini naklederek; “bir kişinin idrâki varsa eğer, ona bu ders yeter.” buyurmuşlardır.[14] “Allah’la birlikte olan, peşinen verilmiş cennettedir ve Allah’tan gafil olan ise, peşinen verilmiş cehennemdedir.”[15] Dünyadaki cennet insanın iç dünyasındaki uyum ve âhenk (harmoni)dir. Varlığın kesretinden (çokluktan) kurtularak kendi içine dönen insan, âlemin özü olduğuna göre, makrokosmostaki ilâhî uyumla karşılaşacaktır. Âhenk, çoklukta birlikten başka birşey değildir. Bir başka deyişle, âlem birlikten doğduğu için harmoniktir.[16] Allah’la birlikte olan cân, halkı da birlik içerisinde görmekten hoşlanır, çokluktaki birlikten zevk alır.

Allâh’ı bilmek, bulmak ve daima O’nunla olmak için bedeni, kalbi ve cânı (rûhu) terbiye edip, eğitmek gerekmektedir. “İlmin başı sabır olduğu gibi tarîkatın dahi başı eğitimdir. Eğitimsiz ayrılık derdine çare yoktur. Zira eğitim bir güneştir. Tâlip güneş doğmadan zulümât (karanlık) içinde gezer, yürür… Bir tâlip ne kadar terbiye alır ise ol kadar edeb-erkân alır ve ne kadar edeb-erkân alır ise ol kadar menzil alır ve ne kadar menzil alır ise ol kadar Hakk’a yakîn olur.”[17] Hacı Bektaş Velî’ye göre yakînin de dereceleri bulunmaktadır: “İlme’l-yakîn bedeni eğitmek, ayne’l-yakîn kalbi eğitmek, hakka’l-yakîn cânı eğitmektir. İlme’l-yakîn bedenle, ayne’l-yakîn kalple, hakka’l-yakîn ise canla (rûhla) ibâdet edilmesidir. Bedenle ibâdet edenler âbidlerdir, kalple ibâdet edenler zâhidler, canla ibâdet edenler ise âriflerdir. Bedenle ibâdet edenler halk yanında makbûl olur, kalple ibâdet edenler melekler yanında, canla ibâdet edenler Hak Teâlâ yanında makbûl olur.”[18] Cânla ibâdet etmek, cânı cânâna katmakla olur. Ârifler seyr ü sülûk vasıtasıyla rûhla ibâdet makâmına ulaşmaya çalışırlar. Onlar bilirler ki “insanların helâki iki şeydendir, faydasız işlerle meşgul olup farzı terk etmek ve kalbin katılımı olmaksızın yalnızca vücut azalarıyla amel işlemek. Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun Sultân-ı Enbiyâsı’nın buyurduğu gibi: “Kalp huzûru olmadan namâz doğru kılınmış sayılmaz.”[19] İbâdetleri anlamlı hale getiren de, kişiyi Allâh’a sevdiren de kalbin sürekli huzûrda olduğunu bilmesidir. Tasavvuftaki “irfân” kavramı, bu gerçeği ve manevî olgunlaşma sürecini bilmek anlamını taşımaktadır. İrfân ilmi, Hakk’a vusûlden sonra hasıl olur ki ona kerâmet-i ilmiyye derler. Kıyamette üst derecelere çıkmak bu ilimle mümkündür.[20] 

Yapılan ibâdetlerin rûha ait bir münâcâta dönüşmesi, tâlibe akıl ve hayâline sığmayan manevî deneyimler yaşatır. Nefse hitap eden dünyevî lezzetler rûhun yaşadığı dini, tassavvufî lezzetlerin yanında sönük, aldatıcı ve geçici kalmaktadır. Rûha ait olan özel lütuflara gelince, onunla nebîler, velîler ve mü’minler şereflendirilip yüceltilmiştir. Nübüvvetten, risâletten, velâyetten, hidâyetten, îmândan, İslâm’dan, irşâddan, kemâlden, ahlâktan, âdâbdan, Allah için, Allah yolunda, Allah’a yolculuktan, makâmlardan geçmekten, insani sıkıntılardan ilâhî cezbelere ilerlemekten, benlikten yok olup hakîkatla ebedîlik bulmak gibi lütuflar hadde hesaba sığmaz.[21] Bir kişi rûhunu bilmese, ten kabrinde medfûndur. Her kim rûhunu bilirse, ten kabrinden rûhunu kurtarmış olur. Rûhunu bilmeyenlerin gönülleri de ölmüştür. Bir kişinin kalbinin diri olduğunun alâmeti âhirete ve Hakk’a tâlip olmasıdır.[22] “Feyz-i Rahmânî ve sırr-ı Rabbânî; imân, akıl, ilim ve rûhla insan Allâhu Teâlâ’nın zât ve sıfâtını bilip, zât ve sıfâtına layık olmayan sıfâtlardan Rabb’ini tenzîh (uzak) etmektir… Vücûd Allâh’ındır, zannetme ki halkın.”[23]

Bilindiği üzere tâlip; Allâh’ın cemâlini görmek isteyen kişi demektir. “Tâlib-i Hakk” ifadesi de bu manayı ifade etmek için kullanılmaktadır. Kutsal hakîkat yolculuğunda tâlibi “dört şey isteğine ulaştırır: ‘Nefsin boş arzularına bağlanmamak, her şeyden vazgeçip Hakk’a yönelmek, bir köşeye çekilmek ve kanâat sahibi olmak.’ Dört şey de insanı Allâh’a kavuşturur: ‘Büyüklere bağlanmak, zekilerle danışıp konuşmak, dostluk kurmayanlardan sakınmak, bir köşeye çekilmiş velîlerden yardım istemek.”[24] Allâh’ın dostluk makâmına erişmiş velîlerin, pir ve mürşidlerin yardımı olmadan Yüce Dost’a kavuşmak oldukça zordur. Üveysî olan (Veysel Karânî’nin yolunu takip eden) dervişler bunu başarabilirler, ancak böyle bir yol çok meşakkatli ve uzundur. Allah sevgisiyle muhip olup, cândan ve cânandan geçen kişi velînin yardımıyla üç tane makâma ulaşır:

1. Allah’ın yarattığı on sekiz bin âlemi görüp, dikkatle gözlemleyip görüş sahibi olur.

2.  Gönlün Allah’ın şehri ve fazîlet merkezi olduğunu öğrenir.

3. Allah’ın görüşme izni ver­diği yere ulaşır, kendini Allah’ta ve Allah’ı kendinde, Allah’ın işi ve zatıyla ilgili isimlerini ve sıfatlarını manevi göz ile görür, o zaman sevgili olma derecesine ulaşır.[25]

Allâh’ın velîsi, mürşid-i kâmil, insan-ı kâmil, sıfatları itibarıyla farklı adlarla anılmıştır: Şeyh, önder, hidâyetçi, mehdî, bilgin, ermiş, kâmil, mükemmel, yüksekte bütün âlemi gören, ayna gibi gösteren, panzehir, kimya taşı, ölüyü dirilttiği için Hz. İsâ, âb-ı hayât içmiş olduğundan Hızır, kuşların dilini bilmesi nedeniyle Süleyman dahi derler. Bütün yaratılmışlar tek bir şahıs gibidir ve insan-ı kâmil o şahsın kalbidir.[26] İnsan kalbi, bir misafirhane gibidir. Gaip halkı daima o eve gelir giderler. Donmuş, ölü evin, kendinde konaklayan misafirlerden ne haberi olur ki? Evde bir diri olacak ki misafirlerden haberi olsun. O diri kişi Allah’ın velîsidir.[27] Velî kalbi dirilterek, Yüce Mihmân’ın ziyaretine elverişli hale getiren mimardır. Kâmil evliyâların ve fukarâlığa kavuşanların sohbeti, açık ibâdetten daha faydalıdır ve onların sözlerini dinlemek, ilim öğrenmekten daha çok Allah’a kavuşturucudur.[28] Evliyânın sohbeti, en muazzam inanca bağlılık, en faydalı ibâdettir. Zira bir kimsenin kendi içtihadıyla uzun zaman boyunca kazanamadığı şeyin iki misli, şeyh sohbetiyle bir saatte kolaylaşır.[29]

Velîler, ehlu’llâh ve ehl-i tasavvufdur. Ehlu’llâhın (Allah dostları) sohbetinde bulunan, onların meclislerinde oturanlar, zâhir (şerîat) ve bâtın (tarîkat) edebiyle edeblenmiş olurlar. Zâhirde edeb abdest, namâz, oruç, hac, zekât, harâmı ve helâli bilmek, Allâh’ın emrini tutup, nehyinden ictinâb etmek (kaçınmak)tır. Bâtın edebi ise sıfat-ı hayvândan kurtularak, iyi huylar ile huylanmak, eliyle ve diliyle kimsenin hatırını yıkmamaktır. Velîlerin meclisinde oturanlardan herkes rahat olmuştur. Gönüllerini kin ve hileden temizleyip, daima Cemâl-i Bârî’de (Allâh’ın Cemâl’inde) kendilerini kaybetmişlerdir. Şerîat edebiyle müeddeb (edeblenmiş) olmayıp, daima gaflette olup, halka garez ve haset, kibir, kin edip, gönlü efkâr-ı fâsîdeden (bozguncu fikirlerden) halâs olmayanlar (kurtarmayanlar) derviş değildir. Eğer bâtın icrâ olup, zâhir icrâ olunmaz ise (bu kişiler) bir kanatlı kuşa benzer.[30] Seyyid Ahmet Rif’at Efendi, “ey tâlib-i visâl-i Hakk ve râgıp-ı sırr-ı mutlak!” (ey Hakk’a kavuşmayı talep eden ve mutlak sırra rağbet eden!) ifadeleriyle başladığı sözlerinde zâhir ve bâtının, şerîat ve tarîkatın Allâh’a kavuşma sürecindeki yerine işaret etmektedir: “Fırsat elde iken a’mâl-ı şerîat (şerîat amelleri) ve ahvâl-i tarîkat (tarîkat halleri) ile bu berâzihden (engellerden) ubûr edenler (geçenler) necât buldu (kurtuldu) ve nefisleri evsâf-ı mezmûmeden (yerilen sıfatlardan) fenâ bulup (kurtulup) feyz-i ilm-i ilâhî ile (ilâhî ilmin feyzi ile) hayât-ı bâkiye ehli oldu. Bu sülûku (yolu) bilmeyenler ve bu yolu görmeyenler nefis elinde helâk olup, nefislerinden intikâm almak yarına daldı.”[31]

Tekke ve dergâhlar sadece tarîkat, marifet ve hakîkatın öğretildiği mekânlar olmamışlardır. Şerîat kapısı da gerçek anlam ve değerini tekkelerdeki mürşid sohbetlerinde bulmuştur. Tâlib-i hakîkat olan cânlar şerîatın emir ve yasaklarına daha gönüllü uymayı, kalpten onların zevkini duymayı, mürşidlerinin irşâdıyla öğrenmişlerdir. Niyâzi Mısrî’nin; şerîatın sözleri hakîkatsız bilinmez, hakîkatın sözleri tarîkatsız bulunmaz.[32] ifadesi hakîkatin ârifi olan mürşidin şerîatın bilinmesi sürecindeki yeri ve önemini dile getirmektedir. “Bu nedenle de tâlibler meydâna geldiklerinde ilk önce; esselâmü aleyküm yâ ehl-i şerîat derler. Zira şerîat bu vücûddur, aşk ile olur. Aşk olmadığı halde ol kimse mürşid nedir, rehber nedir, Muhammed kimdir, Ali kimdir, Hacı Bektaş Velî kimdir ne bilsin? Aşktır cümlenin başı, o olmayınca pîri yok, eşektir çare olmaz. Zira aşk ile olur, aşk ile bilinir. Zira aşk iledir seyr ila’llâh ve seyr fi’llâh.”[33]

Mürşid, tâlibini şerîat, tarîkat ve marifet kapılarından geçirerek hakîkata ulaştıran kandildir. Hakk’ın nûrudur. Tâlibi fetvâ (şerîat) makâmından takvâ (hakîkat) makâmına yükseltir. Kalp ve rûhların eğilimini iyilik ve güzelliğe doğru yönlendirir. Hayır ve şerrin işlenilmesi bir kenara, kötülüğün düşünülmesinin bile velâyet için zararlı kabul edildiği bir dereceye yükseltir. Bu durum Buyruk kitabında şöyle açıklanmaktadır: “Bir mü’minin kalbine bir küfür veya bir fesat gelse, hafaza melekleri onu deftere yazar mı? Fetvâca yazmaz. Takvâca yazar. Şerîatta, tarîkatta yazmaz; hakîkatta yazar. Zira hakîkat evliyâ makâmıdır. Evliyânın kalbi küfürden, fesattan âridir (uzaktır). Kalbine bir fesatlık gelse, evliyâlıktan düşer.”[34] Gönülden kin, kibir, haset, şehvet, öfke, düşmanlık ve hırs gibi olumsuz duygular temizlenip, kalp ve gönül bütün güzelliklerin merkezi haline gelince, kötülüğü düşünmek, hayal etmek de elbette zorlaşacaktır.

Bir mürşid-i kâmilden mahrum olan kişinin kalbi her türlü duygu karşısında bocalar ve nefsin saldırıları karşısında mağlup olur. Şâh-ı Velâyet, Sırr-ı Hidâyet İmâm Ali kalbin bu zafiyetini şu şekilde açıklar: “İnsanın damarlarınabağlanmış bir et parçası olan kalp en şaşılacak uzuvdur. Eğer onun içine bir ümit doğarsa, tamah onu zelîl eder; tamah onu heyecanlandırırsa, hırs onu helâk eder; eğer ümitsizlik ona musallat olursa, eseflenmek onu öldürür; gazaplanırsa, öfkesi şiddetlenir; hoşnutluk onu mesut ederse, sakınmayı unutur; korku onu sararsa, kaçınmak onu meşgul eder; genişliğe kavuşursa (veya emniyet ve rahatlığı artarsa), gaflet onu yakalar; bir mal elde ederse, zenginlik onu azdırır; bir musibet ona ulaşırsa, sabırsızlanma onu rüsvâ eder; yokluk onu ısırırsa, belâ onu oyalar; açlık onu takatsiz ederse, zaaf onu çökertir; doymak onu ifrata götürürse (fazla yerse), aşırı doymak (mide şişkinliği) onu sıkar. O halde her kusur ona zararlıdır; her ifrat (haddi aşmak) da onu bozguna uğratır.”[35] Muhammed Ali evlâdı mürşidler kalp, gönül, rûh ve nefsi tarif ederken, onların afet ve musibetlerini açıklarken, terbiye usullerini belirlerken dedeleri Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin sözlerini esas almışlardır. Alevîlik Bektâşîliğin “Hak Muhammed Ali” yolu olarak ifade edilmesi de bu gerçeği tespit etmek için söylenmektedir.

Kalbin fikrî afet ve musibetlerini, ilmi irfâna dönüştürmedeki yetersizliklerini, Allâh’ın varlığı güneş gibi âşikâr olmasına rağmen aklın O’nu yeterince bilemediğini müşâhede eden İmâm Ali Rabb’ine şöyle seslenmiştir: “İlâhî! Biz Sen’in azamet-i sübhâniyeni bilemedik. Yalnız şu kadarı malumumuzdur ki, Sen uykudan uzak Hayy ve Kayyûm’sun. Sana hiçbir bakış son değildir ve Sen’i hiçbir göz müdrik olamamıştır. Kâinâtın yaratılış şeklini, gök kubbesinin havada nasıl asılı durduğunu, yerin su dalgaları üzerine nasıl istikrâr bulduğunu bilmeye, aklını ve zihnini meşgul edip, fikrini derinleştirip kullanan insanın, şüphesiz sonunda gözü yorgun; aklı âciz ve hayrete yenik; kulağı sersem; fikri ahmaklığa giriftâr olur.”[36] Evlâd-ı Ali’den, Hünkâr Hacı Bektaş Velî Şerh-i Besmele’sinde dedesinin sözlerini bir başka üslupla tekrarlamaktadır: “Sayısız şükür ve hamd O pâdişâhlar pâdişâhına olsun. O’nu bilmekte akıllıların aklı ve hâkimlerin hikmeti şaşkındır. Fikir sâhiplerinin fikri O’nun yüceliğini anlamakta perişandır.”[37] “Allâh mutlak zenginlik sahibi bir pâdişâhtır. Allâh’ı zikr edenlerin zikirleri, ibâdet ve itâat edenlerin ibâdetleri, O’nun gücü karşısında hiç bir şeydir.”[38]

Gönül dört nesne ile pâk (temiz) olur. Birincisi daima Hakk’ı zikretmek. İkincisi gerek hayır ve gerek şerri Hakk’tan gayrı bilmemek ve cümlesini gönlünden çıkarmak. Üçüncüsü halktan düşmanlığı giderip, herkese muhabbet ve şefkat edip, kendine ne sanırsa (isterse), halka dahi onu sanmaktır. Dördüncüsü daima murâkabe üzere (kendi iç âlemi ile meşgul) olmaktır. Yani Hakk’a teveccüh edip (yönelip), cân gözünü açıp, eşyâyı ve gerek halkı Hakk’a hicâb (perde) etmeyip, daima müşâhede (ilâhî sırları görme hali)nde olmaktır.[39] Erkânnâme türündeki eserlerde insanın sakınması gereken dört düşmandan bahsedilir. Bunlar ise, sağındaki “hevâ”, solundaki “nefis”, önündeki “dünya” ve arkasındaki “şeytan”dır.[40] Bu dört düşman insan ile Allah arasındaki perdeyi oluştururlar. Onu Allah’tan uzaklaştırırlar.

  İnsanda eşyayı görmesine yardımcı olan “baş gözü” olduğu gibi, manevî müşâhedeleri yapmasına imkân sağlayan kalp ve gönül gözü de bulunmaktadır. Gönül gözünün perdesi sürekli dünya ile meşgul olan “haset” duygusudur. “Bir sanıdan ibaret olan varlık yok olmadıkça, gönül gözü kıskançlık iğnesi dışında bir şeyle dikilmez ve can halvethânesi Cânân’ın görüntülerinin mumuyla aydınlanmaz.”[41] Hacı Bektaş Velî kendisine; “ârif kimdir?” diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: “Ârif, yırtık pırtık derviş giysisiyle, seccâdeyle ârif değildir, ibâdeti adet edinmiş olan da ârif değildir. Ârif, ‘yok’ olandır.”[42] Nitekim tasavvuf mevcûdâtı yok farzetmek, onu “lâ” (yok) ateşi ile yakmaktır. Zira “lâ” mâsivâllâhı (Allah’tan gayrısını) kaldırır. İnsan ancak “illâ” dedikten sonra, kemâl sahibi olur.[43] Gönülden “lâ ilâhe illallâh” diyebilen ise, yoklukta varlığı bulan talihliler zümresinden olur.

Hacı Bektaş Velî, fenâ (yokluk) makâmına ermeden, var gibi görünen eşyânın gerçek varlık olan Allâh’ın “kün fe yekûn”[44] emriyle var olduğunu ve yine O’nun emriyle yok olacağını bilmeden Hakk’a ulaşılamayacağını haber vermektedir: “Biz yoktuk Allah vardı. Biz olmayalım Allah olsun. Şimdi de biz yokuz, Allah var. Bakın, birkaç sene sonra kiminle dostluk kurup sohbet arkadaşlığı edecek­seniz, bugün de onunla musâhib (arkadaş) olun ve ne ki siz ölünce mezarınızın başında kalacak (sizinle gelmeyecektir), kalbinizi ondan koparın.”[45] Ma’lûm oldur ki (kişi) on sekiz bin âlemi vücûda getiren kimdir bilmezse, ona gâfil derler. Gaflet hayvân mertebesi oldu. Hakk’tan gâfil olanlar sûret ile Âdemoğlu oldu, mana ile ve hakîkat ile Âdemoğlu olmadı ve dahi rûh-ı Âdem ona nefh olmadı (üfürülmedi). Bil ki Hakk sûrete bakmaz, manaya nazar eder.[46]

Bir gün dervişlerinden birini kederli gören Hacı Bektaş Velî ona şöyle söyler: “Senin tüm bu sıkıntın, gönlünü bu dünyaya bağlamandandır. Bu dünyadan kurtulduğun ve gönlünü hiçbir şeye vermediğin anlarda sıkıntı duymazsın.”[47] Dünyadan yüz çevirmek, erkân kitaplarında gerçek dervişliğin olmazsa olmaz şartlarından birisi sayılmıştır. Seyyid Ahmet Rif’at Efendi derviş-i hakîkiyi şöyle tarif eder: “Derviş-i hakîkî şol kimselere denir ki cân ü gönüllerinde dünya muhabbeti olmayıp iltizâm-ı fakr ile (fakrı tercih ederek) ancak râbıtası (irtibatı) Hakk’a mahsûs ola.”[48] Ahmet Rif’at Efendi’ye göre; dervişlik yalnız dillerinde olup, gönülleri dünya muhabbetine bağlı bir şekilde gece gündüz cismânî lezzetlerle meşgul ve dünya malı ile mağrûr olanlar gerçek derviş değillerdir. Bu kimseler dünya lezzetlerine mübtelâ olan ve ahitlerinde vefâkârlık göstermeyen yalancılardır.[49]

Hz. Peygamber bütün peygamberlere yedi nakîb, necîb ve refîk, kendisine ise on dört vezîr, nakîb ve necîb verildiğini ifade etmiştir. Ehl-i Beyt’ten olan bu kimseler, asr-ı saâdet ve sonrasında dünyaya takılmadan sadâkat ve cesaretle hizmet ve hak yolundaki mücadelelerine devam etmişlerdir.[50] Nakîb olmak; ilim sahibi, fazîletli, herkes tarafından sevilen kimseler olmak demektir.[51] Ehl-i Beyt’i seven tâlibin de onların yolunu takip etmesi gerekir. Dünya sevgisi tâlibi sadece Allah sevgisinden alıkoymaz; Hakk yolunun yolcusu Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt’inin sevgisinden de uzaklaştırır. Dünyaya tâlip olanlara “Allâh’ım! Beni fakir olarak yaşat, fakir olarak öldür.”[52] “Dünyada ya bir garip veya yolcu gibi ol, kendini kabirlerde olanlardan say.”[53] sözlerinin sahibi olan bir Peygamber’e ve dünyaya sırtını dönmüş Ehl-i Beyt’e yâr ve yoldaş olmak zor görülmüştür.  Mehmed Süreyyâ mal, mülk sevgisinin dervişin gönlünde açacağı bu gurbet yarasını şöyle anlatmaktadır: “Peygamber sevgisiyle dolu olan bir gönülde mal sevgisine yol olmayacağı gibi, mal sevgisiyle dolu olan bir gönülde de Peygamber sevgisine yer olmaz. Zira iki zıt şey bir arada olmaz. Çünkü mal sevgisi, insanı yolda bırakır. Seninle beraber olacak, sana yol gösterecek olan Allah sevgisi, Peygamber sevgisi ve Ehl-i Beyt sevgisidir. Mal düşkünlüğü, dünyaya ait bir şey olduğundan, uzak durmak gerekir.[54]

“Sen fakirlikten korktuğun müddetçe münâfık olursun.”[55] diyen Hacı Bektaş Velî Kitâbü’l-Fevâid’inde Hz. Muhammed Mustafâ’dan başlayarak on iki imâmların fakr konusundaki sözlerini nakletmektedir: “Fakr, mücevherle dolu bir leğendir ve canıyla kalbini terk etmeyenin ondan haberi olmaz. Fakr, Allah celle ve celalühû’nun nûrudur. Her kimi aydınlatırsa o kişi aşkın kemâlini elde eder. Fakr, Yüce Bârî’nin devletidir. Bu devlet talihi kimin başına kondurulursa, dünya ve ahiret saltanatı bulur. Fakr bir ateştir. Bu ateşin değdiği kimsenin bakırdan olan vücudu altına döner. Fakr Yüce Bârî’nin hazinesidir. O hazine kime ulaşsa, iki dünya diriliği elde eder. Fakr, bir himmettir. Bu himmetin ışığının vurduğu kimse arşın üzerinde uçar.[56]

Hacı Bektaş Velî’ye göre fakr Allâhu Teâlâ’nın ağacıdır. O ağacın kökü hidâyet, ze­mini aşk, suyu ilim, yaprağı gönül huzûru ve saçak kökleri şevktir. Ondan bir yaprak edinen kimseye o yaprak, kıyamete kadar yeter. Onun kokusunun ulaştığı kimse hayretiyle hayran olur. Onun gölgesinde yer bulan kimse üzerine hakîkat güneşi kıyamete kadar ışık salar ve o, Allâh’a kavuşanlardan olur.[57] Fakr, sabırlı ve midesi boş olmaktır. Kimin midesi boşsa, ondan fakr kokusu gelir. Çünkü tok mideden üç huy doğar: Birinci gaflet, ikinci şehvet, üçüncü beceriksizlik. Boş mideden ise üç huy doğar: Birinci bilgelik ikinci ibâdet, üçüncü velâyet.[58] Gerçek Dost’tan başka dost istemek; sevginin yok olması ve muhabbetin yitip gitmesi demektir. Hakk Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde; ‘Nefsinin arzusunu ilâh edinen, Allah’ın, (hâlini) bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?’[59] demektedir.[60]

“Bir kimse, gelmiş geçmiş bütün ilimleri tahsil etmiş dahi olsa, onun bu ilmi son nefesinde elinden tutacak değildir. Son nefeste elinden tutacak olan, kazandığı huzûr, Allah’tan haberdar olma alışkanlığındır. Onun dışında bildiği ne varsa hepsi anlayış levhasından yok olup gidecektir. O yüzden gençliği ganimet bil, her gün nefsin birkaç isteğini kırma yolunu seç kendine ve bir köşeye çekil. Böylece başkasının sürdüğü yere gitmekten ve bunu kanıtlamak zahmetinden kurtulacağın bir alışkanlık kazan.”[61] “Cümle mevcûdât (varlık) insan için zuhûra geldi. Hakk Teâlâ insanda zâhir olduğu gibi hiçbir şeyde zâhir olmadı. Lâ cerem (şüphe yok ki) insan cümle mevcûdâttan mümtâz oldu. Lâ ilâhe illallâh’ın manası şudur ki Allah’tan başka ibâdete layık olan yoktur. Cümle gönüllerin maksûdu Allah’tır.”[62] 

Hakk’tan İnâyet Halka Merhamet

Hacı Bektaş Velî’nin ifadesiyle Allâh’a imânın muhafızı başta bilgi olmak üzere, edep, hayâ, utanma, sabır gibi erdemlerle kuşatılmasına bağlıdır. İmânın teorik temellerinin ötesinde toplum hayatına yansıyan bir takım ahlâki davranışlarla açıklanması imâna pratik bir çerçeve kazandırmakta ve insana ahlâkî davranışlarından hareketle imânı doğrulama, test etme imkânı vermektedir.[63] Bu anlamda tasavvuf, sağda solda, uzakta yakında ne kadar ihtiyaç sahibi varsa onların imdadına koşmak, herkesle yakından ilgilenmek, herkesin halini anlamaktır. Zira her bir fert, başka bir âlem, başka bir varlıktır.[64] Allâh’a ulaşan yollar insanların nefesleri adedincedir. Tasavvufta, nefes sahibi her bir fert, aynı zamanda nefha-i Rahmânî sahibi mükerrem bir varlık sayılmıştır.

Gönül Kâbesi’ne Allâh’ı mihmân eden tâlibin, mal-mülk, makâm-mevkî, şehvet-şöhret gibi testlerden geçmesi kolaylaşacaktır. O dünya için âhiretini satmaz. Kimseye kin gütmez, haset etmez, yoldan azmaz, kimsenin kuyusunu kazmaz. Herkesle iyi geçinir; dost olur. Düşmanlık ve hile yapmaz. İncinse de Hakk’ın yarattığı cânı incitmez. Yaratandan dolayı yaratılanı sever. Hayâlî Baba bu anlamda Hakk sevgisi ile halk sevgisini bütünleştirmiştir. Kişi neyi severse, onu çok zikreder. Âşık-ı sâdık, ma’şûkun aynısı olmuştur. Onlar âyette ifadesini bulan O onları sever, onlar da O’nu sever[65] gerçeğine mazhar olmuşlardır. Seveni sevdiren Hakk’tır, arada gayri yoktur.[66] Hak Teâlâ âlemi muhabbet ile yaratmıştır yine muhabbet ile bozar; eğer muhabbete layık ise. Eğer muhabbete layık değilse azâb ile bozar. Hayâlî Baba bu gerçeğe erişmenin yolunu, yöntemini de tavsiye etmektedir: “İmdi kendi özünü ve zâtını ve sıfâtını ve cânını bir mürşid-i kâmile teslim eyle. Gönlün ve gözün Hakk’tan gayri endişeleri görmez.[67] Hakk’a eren tâlibin dünyayı kazanma sevinci, kaybetme kaygısı kalmamıştır. Hacı Bektaş Velî’nin ifadesiyle dünyayı elde etmek için hırs göstererek, türlü zahmetlere girmeyen, dünyayı elinde tutabilmek için insanlara haset etmeyen cânlar, gelip geçici dünyanın peşinden de hasretle bakmayacaklardır.

Tâliplik, dervişlik demirden leblebidir, ateşten gömlektir. Demirden leblebiyi hazmetmek, ateşten gömleği giymek herkesin yapabileceği bir şey değildir. Demir leblebi; başkalarının her türlü saldırısı, sataşmasıdır. Ateşten gömlek ise her şeyden soyutlanmaktır. Başkalarının saldırıları karşısında sabırlı olmak, nefs-i emmâreye sahip olmakla mümkündür. Nefs-i emmâreye sahip olmak ise, kazaya, kadere boyun eğmek, daima hayrı Allah’tan, şerri ise kendi hatalı davranışlarının bir karşılığı olarak kabul etmektir.[68] Her geceyi kadir bilip, Hakk’a rağbet eden tâlip, her gördüğünü de Hızır bilip, onun gönlünü hoşnut etmek için hizmet etmeyi, huy ve mizacının bir parçası haline getirecektir. “Tahammül bütün kötülüklerin mezarıdır” sözünün sahibi İmâm Ali, Hz. Muhammed’in “Ebu’t-Türâb” (toprağın babası) hitabının muhatabıdır. Tâlip de İmâm Ali misali, tahammülde toprak gibi olmalıdır. Basılacak, çiğnenecek, ezilecek, eziyet edilecek; o yine yeşillik verecek, çiçek açacak, ağaçlarla gölge yapacak, meyve verecek, üstünde gezinenleri binbir nimete gark edecek, kendisine yapılan fenalıklardan şikâyet etmeyecek; yani kötülüğe iyilikle karşılık verecektir.[69]

Hacı Bektaş Velî nefs-i emmâresine boyun eğerek, kalp kıran, gönül yıkan, Hakk’tan ve halktan uzaklaşmış, nefse ve şeytana dost olmuş dervişleri keskin bir dille eleştirmektedir: “Dervişlerde ne bir ev, ne bir bark, ne bir somun, ne bir ekmek, ne bir dane, ne bir tuzak, ne bir nam, ne bir şöhret, ne bir kandil, ne bir mum, ne bir zembil, ne bir yeme, ne bir içme, ne bir sema, ne bir hücre, ne hâlkla iç içe olma, ne tekke, ne bir elbise vardır. Oruç tutmaz ama adı sûfîdir, gece ibâdetine kalkmaz uyur, baygın, heyecansız bir topluluk. Bazısı paçavra giymiş, bir güruh ki saçlarını tıraş etmiş, etmiş ama bin kişinin kalbini kırmış. Sır ehlinin yaptığı gibi elbiseleri kısa; gel gör ki yasaklara elleri uzun. Gündüz akşama kadar kerâmetler söylerler, gece sabaha kadar deliksiz uyurlar. Şeyh ile müritliğe sözde inanırlar, din ile aralarında yüzlerce engelleri var. Ağızlarını açtıklarında ilâhî bilginin son aşamasında dem vururlar. Hâlbuki bunu kazanmak için gereken çabadan fersah fersah uzağa kaçarlar. Ne fakir sofrasından bir nasipleri var, ne gerçeği görme sihrine giden bir yolları var.”[70] “Her birinin dış görünüşü mamurdur ama kalbi taş olmuştur, içi vîrân (harap) olmuştur. Sığırın yaptığı gibi yer yatar, ibâdet yolunda eşek gibi inadı tutar. Oysaki er kişi gece gündüz riyâzette gerek; bir deri bir kemik, tıpkı bir ince saz gibi olmak gerek.”[71]

Her an Allâh’ın huzûrunda oldukları bilinciyle tir tir titreyen tâlipler ise, gül alıp, gül satan, gülden teraziyle tartan, gül yüzlü, şirin sözlü muhabbet pınarlarıdırlar. Hızır çeşmesi gibi gittikleri çorak yerleri ve gönülleri yeşerten ilm-i ledün sultânlarıdırlar. Zâhir ve bâtınlarını nûrlandıran bu cânlar, Allah’tan başka yâra gönül vermezler; Allâh’ın yarattığı gönülleri de yermezler. “Onları tutsalar mütevâzıdırlar ve eğer bıraksalar hiç kin gütmezler. Hakk’ın varlığına inanan topluluktur bunlar; aşk denizinin balıklarıdırlar. Üç günlük oruçtan sonra, ufak bir dilenci ekmeğiyle sofra kurar, iftar ederler. Rabb’in borcunu eda etmek için, cemevine (tekkeye), mum ışığında gerçeği görmeye gelirler. Serverden bir yanış, huzûrdan bir nûr, namâzdan bir zevk ve niyâzdan bir safâ, hâlvetten bir köşe, gönül huzurundan bir azık, neşeden bir çerez, eşsiz bir şakıyış, çalgılardan bir çeng (arp), yakarışlardan bir berbet (bir müzik aleti), feryattan bir ney… Her biri secde ve şuhûd sahibi, naz ve niyâz ehli. Kıyâma durmuş bir grup, secdeye kapanmış bir topluluk. Bir saat âh ederler, bir anlık yol bulurlar. Bir süre yakarırlar ve Allah’ın rızâsını dilerler. Her biri yol kutbu (tarîkat önderi) oldukları hâlde, birbirlerinden hayır duâ isterler.[72]

Tekke ve dergâhlarda zikir ve duâda, tövbe ve istiğfârda bulunan, naz ve niyâzı, şerîat ve tarîkatı birleştiren Hakk tâlipleri sırtlarına giydikleri melâmet hırkasıyla kin ve düşmanlığa, kötülük ve bencilliğe savaş açmışlardır. İmâm Ali misali onların en büyük yiğitlik ve cengâverlikleri nefisleriyle giriştikleri savaşta elde ettikleri zafer olmuştur. Nefis belâsından kurtulmuş, dostluk denizine yelken açmışlardır. Alevî Bektâşîler, pirleri Hünkâr Hacı Bektaş Velî’nin dilinden dökülen inci-mercân şu sözleri kulaklarına küpe etmişlerdir: “Öyle hırka giy ki kişiliğindeki her türlü kötülük, aşağılık ve bencilliği yakıp yok etsin, dahası bu hastalıkları daha da körüklemesin, öyle yemek ye ki, sen onu yiyince yararsız çıkıp gitmesin, hepsi nûr olsun.”[73] “Mürüvvet, yani mertlik-yiğitlik, dostların ve yol kardeşlerinin hatalarını bilmezden gelip öyle görünmektir.”[74] “Hiç kimsenin incitmesinden incinmeyen kişi kurtulmuştur. Karşısındaki incitilmeyi hak etse bile onu incitmeyen cömerttir, yiğittir.”[75] “Cömertlik, kendi nefsinin zevk almasından ziyade başkasının zevk almasını istemektir.”[76] “Her zaman Allah tarafından güvende olmak istersen eğer, bu nasihati can kulağıyla dinle! Hakk’la sadâkat ile, halkla insâf ile, büyüklerle hürmet ile, düşkünlerle şefkat ile, düşmanlarla yumuşaklık ile, dostlarla vefâ ile, nefsinle kahr ile, dervişlerle cömertlik ile, âlimlerle alçakgönüllülük ile, câhillerle susmak ile güven bulursun.”[77]

Hacı Bektaş Velî’nin bu tavsiyeleri Buyruk kitaplarında “on iki farz” olarak şekillenmiştir. Anadolu’da yaygın bir şekilde okunan bu kitaplar sayesinde halkın dirliğini, birliğini sağlayacak İslâm ahlâkının temeli olan değerler kolektif bir şuura dönüşmüştür. Amasya’nın Gümüşhacıköy ilçesi Beden köyündeki bir yazmada on iki farz şöyle sıralanmaktadır: “Evvel; Hak sözüne inanıcı ol. İkinci; halka insâfla ol. Üçüncü; dâim nefs-i emmâreyi kahreyle. Dördüncü; uluya (büyüğe) hizmet eyle. Beşinci; elinin altındakilere şefkat eyle. Altıncı; mü’minlere tevâzu eyle. Yedinci; düşmanlara, münâfıklara tahammül eyle. Sekizinci; dervişlere sehâvet (cömertlik) eyle. Dokuzuncu; dostluğu, düşmanlığı Allah için eyle. Onuncu; ulemâya hürmet eyle. On birinci; müsâhiplere (yol kardeşlerine) nasîhat eyle. On ikinci; câhiller ile söyleşme. Bu nasîhatlar erenlerden emânettir. Kulağından çıkarma. Yâra hoş ol, hâmûş ol. Kimseye dil uzatma.”[78]

Dervişlik, kardeşini kendisinden azîz bilmektir. Hacı Bektaş Velî bir büyüğün, dervişlerden birine bir hediye yolladığını, dervişin onu kabul ettiğini, kendisine; “niçin kabul ettin?” diye sorulunca da şöyle cevap verdiğini anlatmaktadır: “O şeyi kabul etmekte kendi zilletimi ve onun izzetini gördüm. Kabul etmemekte ise kendi izzetimi ve onun zilletini gördüm. Ben onun izzetini kendi izzetime tercih ettim.”[79] Dervişlik üç şeydir: Tamahı terk etmek, reddetmeyi terk etmek, biriktirmeyi terk etmek. Bir şeye aç gözlülük edip isteme; eğer sana bir şey verilirse, vermelerine mani olma, alınca da biriktirme.[80]

İnsanı açgözlü yapan, mal mülk biriktirmesine sebep olan durum, öleceğini unutması, dünya nimetlerine dalmasıdır. Hacı Bektaş Velî bütün sözlerinde olduğu gibi ölüm, nefis, ibâdetler ve insan ilişkileri konusunda ikaz edici yaklaşımıyla asırlar ötesinden irşâd etmektedir: “Nefsinin kurtuluş yolunu ibâdette ara. Öleceğin zamanı hatırla. Nefsine istediğini verme, çünkü hep fazlasını ister. Kendini tanımayı, büyük sermaye bil. Her işte Hakk’tan yardım dile. Yasaklardan kaçınmanın fazîletini sağlam bir kale bil. Dost görünen düşmandan çekin. Mağrûr olan cahilden sakın. Görüp duymadan konuşma. Kimsenin ayıbını arama. Kendi ayıbına bak. Sözü mübalağa etme, kuşkusuz yalana düşersin. Cevap vermekte acele etme. Söze hemen başlama. Sorulmadan söyleme. Çağrılmadan gitme. Müşteri olmadıklarında söz satma, sonra sokağından fazla geçen olmaz. Kendinden konuşma. Yükselme arzusunu hırs bil. Koymadığın şeyi alma. Yapılmamışı yapılmış sayma. Kalbini şeytanın oyuncağı etme ki, nefis muhasebesinden gâfil olmayasın. Kendine istemediğini başkalarına da isteme. İçte, uyanıktan da iyisi ol. Hırsın kölesi olma. Kimsenin rızâsız ekmeğini yeme. Ekmeğini kimseden esirgeme. Dervişlikten korkma. Nefsinin buyruğundan sakın. Nefsin esenliğini kaybetme. Düşman her ne kadar hakir de olsa onu kolay lokma olarak görme. Bilgisizle aynı sofrada oturma. Allâh’ın dostluğunun kalp kırmamaktan geçtiğini bil. Kendini kendi hâlinden gafil kılma. Dünya ve ahiret saadetinin âriflerin sohbetinden olduğunu bil ve cahilden uzak dur, çünkü sohbet, tesir edicidir.”[81]

Tasavvuf, dünyanın süsünden yüz çevirmek, insanların meylettiği geçici lezzetlerden korunmak, halk ile beraber, Hakk’a yönelmektir.[82] Tasavvuf, Allâh’ı anlatıp insanlara sevdirmek, insanları eğitip Allâh’a sevdirmek ve âdâb-erkânı yayarak insanları birbirine sevdirmektir. Tasavvufî anlayışa göre; insanlar Allâh’ın sevip, hoşnut olduğu amelleri yapınca O’na dost ve sevgili olmaktadırlar. Hacı Bektaş Velî Hakk’ın dostluğunu kazanmaya tâlip olan cânlara bunun yolunu tarif etmektedir: “Hak Teâlâ beş nesneyi dost edindi. Önce el yıkamayı dost edindi. Yıkanmış o temiz elini neye sürersen bereketlenir. İkinci sabırlı olmayı dost edindi. Nitekim Kur’an’da; Allah yolunda, kendilerine isabet eden şeyler (elem ve sıkıntılar) sebebiyle gevşemediler, zayıflık göstermediler ve boyun da eğmediler. Allah, sabredenleri sever.[83] buyurmuştur. Üçüncü, sünnet ve farîzayı işleyeni dost edindi, Cenneti onlara bağışladı, onları Cennet’e atıverdi. Dördüncü, tevekkül etmeyi dost edindi. Kur’an’da; Allah’a dayanıp güvenene Allah kâfidir.[84] buyurdu. Beşinci, şükredeni dost edindi. Nimetleriyle çokça rızıklandırdı. Kur’an’da Eğer şükrederseniz rızıklarınızı mutlaka artıracağım.[85] buyurdu.[86]

İnsanı Hakk ve halk katında iyi veya kötü kimse yapan, tavır, tutum ve davranışlarıdır. Bir ömür boyunca nefis ve rûh arasında devam eden amansız savaşta, rûhunu galip getirmeyi başaran cânların organlarından iyi ameller, rûhu nefse mağlup olanların organlarından da kötü ameller sâdır olacaktır. Her bir organ hayrı da şerri de işleyebilecek potansiyelde yaratılmıştır. Allâh’ın izin ve inâyetiyle, evliyânın kerem ve himmetiyle rûhunu galip getiren tâlipler, Rabb’in dostluğunu kazanabilecek amelleri yapmaya muvaffak olurlar. Alevî, Bektâşî, Ahî, Mevlevî ve Cerrâhî gibi geleneklerde bele bağlanan kuşakla organların sâlih amel işleme potansiyelleri sembolik olarak ortaya çıkartılmaktadır. “Hazreti Emîrü’l-Mü’minîn İmâm Ali kerremallâhü vechehû (Allah onun yüzünü mübârek kılsın) kuşak bağlanırken on iki nesnenin bağlandığını ve on dört nesnenin de açıldığını buyurmaktadır: Önce gözü bağlı gerek. İkinci kulağı bağlı gerek. Üçüncü dili bağlı gerek. Dördüncü eli bağlı gerek. Beşinci gönlü bağlı gerek. Altıncı hırsı bağlı gerek. Yedinci şehveti bağlı gerek. Sekizinci boynu bağlı gerek. Dokuzuncu gazabı (öfkesi) bağlı gerek. Onuncu beli bağlı gerek. On birinci ayağı bağlı gerek. On ikinci sıdkı bağlı gerek, yapıştığı yere muhkem (sağlam) yapışa dura. Açılan on dört nesne ise şunlardır: Önce sofrası açık gerek. İkinci kapısı açık gerek. Üçüncü gönlü açık gerek. Dördüncü dili açık gerek. Beşinci hulkı (ahlâkı) açık gerek. Altıncı lütfu açık gerek. Yedinci keremi açık gerek. Sekizinci sehâveti (cömertliği) açık gerek. Dokuzuncu eli açık gerek. Onuncu gözü açık gerek. On birinci kulağı açık gerek. On ikinci alnı açık gerek. On üçüncü kademi açık gerek. On dördüncü nefesi açık gerek.[87] Sembolik de olsa kuşağı belinde taşıyan derviş, on iki bed (kötü) huyunu bağlamış, on iki de iyi huyunu açığa çıkarmış olmaktadır.

Hacıbektaş Dergâhı’nda bulunan ve Şeyh Selîm tarafından te’lif edilen Miftâhü Müşkilâtı’s-Sâdikîn ve Âdâbu Tarîki’l-Vâsılîn yazmada dervişlere evliyâullâhın ahlâk ve huyları tavsiye edilmektedir: “Bil ki evliyâullâhın huyları bu on sıfat ile muttasıf olmaktır. Evvelâ Hakk ile işin sıdk (sadâkat) ile olsun. Yani tevhîd-i Bârî’de kendini hilâf (yanlış) i’tikâddan gâyet sakınasın. İkinci halk ile iyi huylar ile olasın ve işin sıdk ile olsun, dâima insâf ile olasın ve nefsine muhâlefet ve kahr ile olasın ve senden ululara (büyüklere) hizmet ve senden küçüklere şefkat ve merhamet idesin ve dostlarına nasîhat eyleyesin. Zira ki aleyhi’s-selâm Efendimiz buyurur ki hadîs: Hayrü’n-nâs men yenfeu’n-nâs (İnsanların en hayırlısı onlara faydası olandır) ve düşmanlarıyla hilm ile ve ulemâya tevâzu ile ve dervişlere sehâvet (cömertlik) ile ve câhillere hâmuşluk (susmak) ile ve sükûtluk ile. İşte evliyâullâhın huyları budur. Her kim bu hilkat (ahlâk) ile hulklanır (ahlâklanır) ise ber-Hudâr (Allah’la beraber) olur ve kendinin musâhibleri olur. Âleme rahat ve rahmet bunun yüzünden olur. Böyle âşık gazap vaktinde bağışlar. Bil ki yaramazlık idene iyilik ider. Kendi daima insâf ile olup, kimseden kendi için insâf talep kılmaya ve cümle iyi işleri işleye ve kendini işlememiş gibi göre.[88]

Alevî Bektâşî geleneğinde birlik, beraberlik, kardeşlik ve sosyal bütünleşmenin kurumsallaşmış uygulaması yol kardeşliği anlamına gelen; müsâhipliktir. Malı, mülkü, varlığı paylaşma, fedâkârlık, diğergamlık, yemeyip yedirme, giymeyip giydirme, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etme (hayırhahlık) gibi fütüvvet ahlâkının değer ve davranışları müsâhiplik uygulamasında karakterize edilmektedir. Tarihsel olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Ensâr (Medîne’li Müslümanlar) ve Mühâcirûn (Mekke’li hicret eden Müslümanlar) arasında kurduğu kardeşliğe dayandırılmaktadır. Müsâhiplik, Muhammed-Ali kardeşliğinin de tarihten bugüne bir yansıması olarak kabul edilegelmiştir. Buyruk’larda müsâhiplik kavline giren cânların üzerlerinde taşımaları gereken nitelikler belirtilmiştir: “Allah Allah. İkrârları kadîm ola. Murâdları hâsıl ola. Verdikleri ikrârdan dönmeyeler. Birbirlerinden usanmayalar. Pîr dîvânında utanmayalar. Rûz-ı mahşerde oda (ateşe) yanmayalar. Dünyada melâmet, âhirette dalâlet görmeyeler. Şeytânın izine, münâfıkın sözüne uymayalar. Gönüllerini gümândan (şüpheden), başınızı dumândan halâs eyleye. Dünyada Kur’ân, âhirette imân nasip eyleye. On iki imâm katârından ayırmaya. Allah Muhammed Ali, Hünkâr Hacı Bektaş Velî, gerçeğe hü.”[89]

Bektâşî Erkânnâmelerindeki Ahitnâmeler tâliplerin uymaları gereken tarîkat kurallarını bir nevi sosyal bir sözleşme haline getirmektedirler. Halkın dirlik ve birliğini sağlayıcı nitelikteki bu kurallar genellikle maddeler halinde sıralanırlar. Tekke ve dergâhların demirbaşı olan bu tür kaynaklar, derviş ve tâliplerin sürekli okudukları, hatta ezberledikleri ahit, ikrâr ve telkîn merasimlerinde pîr ve mürşidlerin kendilerine bildirdikleri ilkelerdir. Tâlip (derviş) etrafındaki insanları küçük görmek, cehâletle suçlamak, kötülemek, onlara sert çıkmak, kusurlarını ortaya dökmek, haklarında yalan konuşmak gibi davranışları terk etmelidir. Emanete ihanet etmek, ana-babaya karşı gelmek, fakir ve düşkünlere hakaret etmek tâliplerin uzak durması gereken davranışlardandır.[90]

Tanınmış Bektâşî büyüklerinden olan Sıdkî Baba Nasîhatnâme adlı eserinde Hakk’ı bilmiş, hakîkatı bulmuş, halkın da gönlüne girmiş bir tâlibin vasıflarını erkâna uygun bir formülle açıklar. Bünyâd-ı tarîkat (tarîkatın esasları), ahkâm-ı tarîkat (tarîkatın hükümleri), erkânı tarîkat (tarîkatın rükünleri) ve asl-ı tarîkat başlıkları altında saydığı altışar makâm; imân, edep ve erkânla ilgilidir. Bünyâd-ı tarîkatın makâmları; tövbe, bir mürşid-i kâmile erişmek, pâk olmak, kalb-i selîm sahibi olmak, uzlet eylemek ve kanâattir. Ahkâm-ı tarîkatın makâmları; marifet, mert olmak, Hakk’a yakınlık, sıdk, tefekkür ve tevekküldür. Erkân-ı tarîkatın makâmları; ilim, hilm (yumuşak huylu olmak), sabır, rızâ-yı ilâhî (Allâh’ın rızâsını gözetmek), ahlâk-ı hamîde (övülen ahlâka sahip olmak) ve ihlâstır. Asl-ı tarîkatın makâmları; hayır, zikir, arzuları terk etmek, terk-i hevâ (nefsin isteklerini terk etmek), havf u recâ (Allâh’ın gazabından çekinmek, rehmetinden ümitli olmak), aşk ve şevk.[91] Sıdkî Baba’ya göre ahlâk-ı hamîdenin içerisinde de; imân, ihlâs, ihsân, nasîhat, tasfiye (kalbi temizleme), zikir, gayret, gıpta, îsâr (yemeyip yedirme, giymeyip giydirme), sehâvet, mürüvvet, fütüvvet, hikmet, mücâhede, teslim, talebü’l-ilm, şecâat, vefâ, hüsn, zühd, rikkat (incelik), hayâ, istikâmet, muhâsebe, firâset ve huşû gibi kavram ve değerler bulunmaktadır.[92]

Gündüzünü celvette (halkla), gecesini halvette (Hakk’la) geçiren tâlip enfüsî (subjektif) âleminde derinleşirken, âfâkî (objektif) âleminde de genişlemektedir. Âriflerin gözetiminde gündüzünü namâzda, gecesini niyâzda geçirerek, her nefes alıp verişini Allâh’a doğru bir yakınlaşma olarak değerlendirmektedir. Hakk’a dayanıp, okuduğu Hakk kelâmıyla hak söze kanınca, boş hayaller peşinde koşmayı terk etmektedir. Ahlâkı Muhammed Mustafâ’ya, huyu Aliyyü’l-Murtazâ’ya benzemiştir. Buyruk kitabında bir mürşide bağlı, âdâb ve erkâna ikrârlı bir tâlibin sahip olması gereken nitelikler şöyle sayılmaktadır: “Tâlip ikrârına (sözüne) dürüst olmalı verdiği sözü yerine getirmelidir. Doğru yürüyüp, doğru söylemeli, dost gönlünü ağrıtmamalıdır. Hâl (yaşantı) ehli olmalı, kâl (söz) ehli olmamalıdır. Dili arı olup, ağzından boş söz çıkmamalıdır. Yükü ağır, kulağı sağır olmalıdır. Yaramaz sözleri işitmemeli ve dinlememelidir. Gözleriyle gördüğünü örtmeli, settârlık (ayıp örtücülük) yapmalıdır. Eliyle koymadığını yerinden almamalıdır. Kimseye yük olmamalı, kendisi için ne isterse başkası için de onu istemelidir. Bütün yaratılmışlara bir gözle bakmalı, bütün renkleri bir saymalıdır. Böyle yapanın dermânı Hz. Ali’dir. Mü’min olan kişinin hırsı halîm, nefsi selîm olmalıdır. Halktan gelen her türlü cefaya tahammül göstermeli, Hakk’tan ne gelirse onu ganimet bilmelidir. Her daim şükredici olmalıdır. Feryat etmemeli, gönlü incinip darılmamalıdır. Kimseye şikâyet yüzünü göstermemelidir. Gönlüne vesvese getirmemeli, kendisini teselli etmeli, ‘Hakk’ın her işinde bir hikmet vardır’ diye düşünmeli, ‘inşâallah sonu hayırdır’ diye şükretmeli, kendini dağdağaya vermemelidir.”[93]  

Dört şey olmadan dört şey nasip olmaz. Adâlet olmadan padişah­lık yapılamaz. Danışma ve inceleme yapılmadan düşmana üstün gelinemez. Alçakgönüllü olmadan kalpler kazanılamaz. Sabır olmadan murâda erilemez.[94] “Tâlibe üç şey lazımdır. Birincisi; devamlı abdestli olmak. İkincisi; nisbeti yani mürşide olan bağlılığını muhafaza etmek. Üçüncüsü; lokmada dinî hükümlere uyup harâmdan kaçmaktır.”[95] Çok konuşanın, hatası çok olur; hata­sı çok olanın, hayâsı azalır; hayâsı az olanın takvası (günahlardan çekinmesi) azalır; takvası azalanın, kalbi ölür; kalbi ölen ise ateşe girer.[96]

Sonuç

Gül ağacı gibi Hakk meydânında, mürşid huzûrunda “Allah Allah”, “lâ ilâhe illallâh” zikirleriyle yanan ve etrafına gül kokusu yayan cânlar, gül yüzleri, şirin sözleriyle de çevrelerini gül bahçesine çevirmişlerdir. Marifetullâh, muhabbetullâh ve müşâhedetullâh makâmlarına yükselen, zikir ve fikir ehli tâlipler, aşk meydânında kanat çırpan zâhir ve bâtın kanatlı Anka Kuşu olmuşlardır. Elbiseleri edep ve hayâ, azıkları tövbe ve istiğfâr, arkalarına aldıkları rüzgâr ise ilâhî aşk ve iştiyâktır. İlm-i ledünden aldıkları zevk-i rûhânî ile âlemi kalp gözüyle seyretmişler, bakırı altına, kömürü elmasa çevirmişlerdir. Nefis ve rûhları arasındaki amansız savaşı sona erdirdikleri için, onların gözüne düşmanlar dost görünmüş, aldıkları her nefeste ilâhî nağmelere tercümân olmuşlardır. Erenlerin sözü, sohbeti ile marifetlerini artıran tâlipler, mertlik ve merdânlığın ne demek olduğunu yetmiş iki millete gösteren hakîkat sultanlarıdır. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Kur’an ve Ehl-i Beyt mirasına sıkı sıkıya sahip çıktıkları için Kevser havuzunu bu dünyada bulmuş, gönüllerindeki kirleri Hızır çeşmesi misali bu havuzda arıtmışlardır. Onlar artık âriftir. Ârifler hem arı, hem de arıtıcıdır. Onlar gül alıp, gül satmaya, tekkeleri de gül kokmaya başlayınca, nice bülbüller oraları ziyarete gelmeye başlamışlar, “mihmân Ali’dir” anlayışı gereği, gelenler de gülle karşılanmışlardır. Eline, diline, beline sahip olan tâliplerden ağrınan, incinen olmayınca, nice yaralı gönüller tekke ve dergâhlarda şifa bulmuşlardır. Hakk’ın tâlipleri müslim, gayr-i müslim insanları ayırt etmeyi Hakk’a isyân olarak kabul ettikleri için, söz ve sohbetleri küre gibi farklılıkları cem etmiş, cevherini fark eden insanlar, birlik hamurunda ikiliklerden uzaklaşmışlardır. Bütün bu değerlerin yaşandığı zamanlar İslâm Medeniyetinin altın çağları olmuş, Doğu’dan Batı’ya birçok insan Anadolu Erenleri’nin eli ve dilindeki Fâtıma ana mayasıyla mayalanmışlardır. Kin, kibir, haset hırs, intikam, düşmanlık gibi olumsuz duyguların beraberinde getirdiği kan ve gözyaşından usanmış dünyamızın, bu değerlere ihtiyacı her gün daha da artmaktadır.  

Bibliyografya

        Abülmecîd ibn-i Ferişte (Ferişteoğlu), Kitâb-ı Âhiretnâme, Hacıbektaş Müzesi Kütüphanesi, Kayıt No: 887, Tasnif No: 297-3

       Beşir Ayvazoğlu, Aşk Estetiği, Ankara, 1982, Birlik Y.

Doğan Kaplan, Yazılı Kaynaklarına Göre Alevîlik, Ankara, 2011, Türkiye Diyanet Vakfı Y.

       Erkân-ı Bektâşiyye Risâlesi, Hacıbektaş Dergâhı Müzesi, Kayıt No: 452, Tasnif No: 297-3

       Gülgûn Uyar, Ehl-i Beyt’in İzinde Nakîblik, İstanbul, 2009, Çamlıca Y.

       Hacı Bektaş Velî, Besmele Tefsîri, haz: Hamiye Duran, Ankara, 2007, Türkiye Diyanet Vakfı Y.

       Hacı Bektaş Velî, Fâtiha Tefsîri, haz: Hüseyin Özcan, İstanbul, 2012, Ufuk Y.

       Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, haz: Baki Yaşa Altınok, Ankara, 2010, GÜHAM Y.

       Hacı Bektaş Velî, Makâlât, haz: Ali Yılmaz-Mehmet Akkuş-Ali Öztürk, Ankara, 2007, Türkiye Diyanet Vakfı Y.

       Hacı Bektaş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, Ankara, 2004, GÜHAM Y.

       Hayâlî Baba, Risâle-i Hayâlî Baba, ts., Tokat/Reşadiye

       Hz. Ali, Nehcü’l-Belâğa, der: eş-Şerîf er-Radî, çev: Adnan Demircan, İstanbul, 2009, Beyan Y.

Mahir İz, Tasavvuf, İstanbul, 2001, Kitabevi Y.

       Niyâzi Mısrî, Niyâzî Dîvânı, ts., Maarif Kitaphanesi.

       Niyâzi Mısrî, Tuhfetü’l-Uşşâk, h. 1255, Kemal Durmuş Dede Özel Kütüphanesi.

Ömer Faruk Teber, Bektâşî Erkânnâmelerinde Mezhebî Unsurlar, Ankara, 2008, Aktif Y.

       Seyyid Ahmed Muhtar Belhî, Şâh-ı Velâyet Sırr-ı Hidâyet Hazret-i İmâm Ali, haz: Arzu Meral, İstanbul, 2012, Revak Y.

Seyyid Ahmet Rif’at Efendi, Mir’âtü’l-Mekâsid fî Def’il-Mefâsid, haz: Salih Çift, İstanbul, 2011, İz Y.

       Şeyh Baba Mehmed Süreyyâ, Bektâşîlik ve Bektâşîler, haz: Dursun Gümüşoğlu, İstanbul, 2012, Hoşgörü Y.

       Şeyh Safî Buyruğu, h. 1326, Durmuş Topal Özel Koleksiyonu.

       Şeyh Selim, Miftâhü Müşkilâtı’s-Sâdikîn ve Âdâbu Tarîki’l-Vâsılîn, Hacıbektaş Dergâhı Müzesi, Kayıt No: 554/1, Tasnif No: 297-3

       Temel Yeşilyurt, “Alevî-Bektâşî Düşüncesinde İman”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 8, ss. 17-26.

       Tuğba Aydoğan, “Bektâşî Şairi Âşık Sıdkî Baba’nın Nasîhatnâmesi”, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C: 9, S: 2, ss. 290-302.


[1]       Temel Yeşilyurt, “Alevî-Bektâşî Düşüncesinde İman”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 8, ss. 17-26, s. 18.

[2]       Şeyh Selim, Miftâhü Müşkilâtı’s-Sâdikîn ve Âdâbu Tarîki’l-Vâsılîn, Hacıbektaş Dergâhı Müzesi, Kayıt No: 554/1, Tasnif No: 297-3, vr. 27a-27b.

[3]       Hacı Bektaş Velî, Makâlât, haz: Ali Yılmaz-Mehmet Akkuş-Ali Öztürk, Türkiye Diyanet Vakfı Y., Ankara, 2007, s. 40.

[4]       Ahzâb, 33/4.

[5]       Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, haz: Baki Yaşa Altınok, GÜHAM Y., Ankara, 2010, s. 55.

[6]       Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 107.

[7]       Abülmecîd ibn-i Ferişte (Ferişteoğlu), Kitâb-ı Âhiretnâme, Hacıbektaş Müzesi Kütüphanesi, Kayıt No: 887, Tasnif No: 297-3, vr. 2b.

[8]       Kitâb-ı Âhiretnâme, 3a.

[9]       Kitâb-ı Âhiretnâme, 3b.

[10]     Hz. Ali, Nehcü’l-Belâğa, der: eş-Şerîf er-Radî, çev: Adnan Demircan, Beyan Y., İstanbul, 2009, 228. Hikmet.

[11]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 111.

[12]     Mahir İz, Tasavvuf, Kitabevi Y., İstanbul, 2001, s. 32.

[13]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 131-133.

[14]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 59.

[15]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 107.

[16]     Beşir Ayvazoğlu, Aşk Estetiği, Birlik Y., Ankara, 1982, s. 101.

[17]     Hayâlî Baba, Risâle-i Hayâlî Baba, Tokat/Reşadiye, ts., vr. 63a.

[18]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 49.

[19]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 87.

[20]     Seyyid Ahmet Rif’at Efendi, Mir’âtü’l-Mekâsid fî Def’il-Mefâsid, haz: Salih Çift, İz Y., İstanbul, 2011, s. 205-206.

[21]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 129.

[22]     Abülmecîd ibn-i Ferişte (Ferişteoğlu), Kitâb-ı Âhiretnâme, vr. 3a-3b.

[23]     Seyyid Ahmet Rif’at Efendi, Mir’âtü’l-Mekâsid fî Def’il-Mefâsid, s. 190.

[24]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 89.

[25]     Hacı Bektaş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, GÜHAM Y., Ankara, 2004, s. 47-48.

[26]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 141.

[27]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 137.

[28]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 137.

[29]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 139.

[30]     Şeyh Selim, Miftâhü Müşkilâtı’s-Sâdikîn ve Âdâbu Tarîki’l-Vâsılîn, Hacıbektaş Dergâhı Müzesi, Kayıt No: 554/1, Tasnif No: 297-3, vr. 25b-26a.

[31]     Seyyid Ahmet Rif’at Efendi, Mir’âtü’l-Mekâsid fî Def’il-Mefâsid, s. 201.

[32]     Niyâzi Mısrî, Niyâzî Dîvânı, Maarif Kitaphanesi, ts., s. 190.

[33]     Hayâlî Baba, a.g.e., vr. 36b.

[34]     Şeyh Safî Buyruğu, vr. 66a.

[35]     Hz. Ali, Nehcü’l-Belâğa, 108. Hikmet

[36]     Seyyid Ahmed Muhtar Belhî, Şâh-ı Velâyet Sırr-ı Hidâyet Hazret-i İmâm Ali, haz: Arzu Meral, Revak Y., İstanbul, 2012, s. 51-52.

[37]     Hacı Bektaş Velî, Besmele Tefsîri, haz: Hamiye Duran, Türkiye Diyanet Vakfı Y., Ankara, 2007, s. 41.

[38]     Hacı Bektaş Velî, a.g.e., s. 50.

[39]     Şeyh Selim, Miftâhü Müşkilâtı’s-Sâdikîn ve Âdâbu Tarîki’l-Vâsılîn, vr. 27b.

[40]     Ömer Faruk Teber, Bektâşî Erkânnâmelerinde Mezhebî Unsurlar, Aktif Y., Ankara, 2008, s. 89.

[41]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 73.

[42]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 77.

[43]     İz, Tasavvuf, s. 75.

[44]     “Bir şeyi dilediğinde O’nun buyruğu, sadece ‘Ol!’ demektir, hemen oluverir.” Yâsîn, 108/82.

[45]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 57-59.

[46]     Abülmecîd ibn-i Ferişte (Ferişteoğlu), Kitâb-ı Âhiretnâme, vr. 3a.

[47]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 73.

[48]     Seyyid Ahmet Rif’at Efendi, Mir’âtü’l-Mekâsid fî Def’il-Mefâsid, s. 169.

[49]     Seyyid Ahmet Rif’at Efendi, a.g.e., s. 169-170.

[50]     Gülgûn Uyar, Ehl-i Beyt’in İzinde Nakîblik, Çamlıca Y., İstanbul, 2009, s. 48-49.

[51]     Uyar, a.g.e., s. 143.

[52]     El-Leâlî, II, 325.

[53]     Buhârî, Rikâk, 3.

[54]     Şeyh Baba Mehmed Süreyyâ, Bektâşîlik ve Bektâşîler, haz: Dursun Gümüşoğlu, Hoşgörü Y., İstanbul, 2012, s. 73.

[55]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 71.

[56]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 157.

[57]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 159.

[58]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 89.

[59]     Câsiye, 45/23.

[60]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 63.

[61]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 57.

[62]     Seyyid Ahmet Rif’at Efendi, a.g.e., s. 187.

[63]     Yeşilyurt, “Alevî-Bektâşî Düşüncesinde İman”, s. 22. 

[64]     İz, Tasavvuf, s. 74.

[65]     Mâide, 5/54.

[66]     Niyâzi Mısrî, Tuhfetü’l-Uşşâk, Kemal Durmuş Dede Özel Kütüphanesi, h. 1255, vr. 12a.

[67]     Hayâlî Baba, Risâle-i Hayâlî Baba, vr. 29a.

[68]     Şeyh Baba Mehmed Süreyyâ, Bektâşîlik ve Bektâşîler, s. 62.

[69]     İz, Tasavvuf, s. 82.

[70]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 45.

[71]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 47.

[72]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 47-49.

[73]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 73.

[74]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 71.

[75]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 75.

[76]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 69.

[77]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 95.

[78]     Şeyh Safî Buyruğu, Durmuş Topal Özel Koleksiyonu, h. 1326., vr. 38a-38b.

[79]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 85.

[80]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 85.

[81]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, s. 105.

[82]     İz, Tasavvuf, s. 28.

[83]     Âl-i İmrân, 3/146.

[84]     Talak, 65/3.

[85]     İbrahim, 14/7.

[86]     Hacı Bektaş Velî, Fâtiha Tefsîri, haz: Hüseyin Özcan, Ufuk Y., İstanbul, 2012, s. 84.

[87]     Erkân-ı Bektâşiyye Risâlesi, Hacıbektaş Dergâhı Müzesi, Kayıt No: 452, Tasnif No: 297. 3, vr.1b-2a.

[88]     Şeyh Selim, Miftâhü Müşkilâtı’s-Sâdikîn ve Âdâbu Tarîki’l-Vâsılîn, Hacıbektaş Dergâhı Müzesi, Kayıt No: 554/1, Tasnif No: 297-3, vr. 24b-25b.

[89]     Şeyh Safî Buyruğu, vr. 60b-61a.                   

[90]     Teber, Bektâşî Erkânnâmelerinde Mezhebî Unsurlar, s. 90-91.

[91]     Tuğba Aydoğan, “Bektâşî Şairi Âşık Sıdkî Baba’nın Nasîhatnâmesi”, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C: 9, S: 2, ss. 290-302, s. 296-297.

[92]     Aydoğan, a.g.m., s. 299.

[93]     Doğan Kaplan, Yazılı Kaynaklarına Göre Alevîlik, Türkiye Diyanet Vakfı Y., Ankara, 2011, s. 176-177.

[94]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, haz: Baki Yaşa Altınok, s. 89.

[95]     Hacı Bektaş Velî, Kitâbü’l-Fevâid, haz: Baki Yaşa Altınok, s. 107.

[96]     Hz. Ali, Nehcü’l-Belâğa, 349. Hikmet