Prof. Dr. Osman Eğri
Özet
Tasavvuf anlayışının gelişmesinde önemli bir etkisi olan Allah, Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisi sanattan edebiyata, askerlikten esnaflığa kadar pek çok alanda belirleyici bir duygu olmuştur. Âşıklar, sâdıklar Hak-Muhammed-Ali söylemi ile gönüllerindeki bu sevgi duygusunu bazen mısralara, bazen de ebrû sanatı vasıtasıyla kâğıtlara taşımışlardır. Coşku ve heyecanla dışa vurulan Allah, Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisi, Alevî veya Sünnî olsun milletimizin her bir ferdini ortak bir payda etrafında birleştiren, kaynaştıran müşterek bir değerdir. Hayatın her alanında getirilen salavât-ı şerîfeler, okunan gülbânkler bizi biz yapan ortak dinî tecrübelerimizdir.
Abstract
The love of Allah, prophet and Ehl-i Beyt which was significant effect in improvement of sufism comprehension had been characteristic emotion on the field of art, literature, military and the work of a tradesman. With pronunciation Hak-Muhammad-Ali lovers and faithfuls had carried this emotion of love on their heart sometimes to lines of poetries and sometimes to papers with marbleization art. The love of Allah, prophet and Ehl-i Beyt which telling to outside with enthusiasm and excitement had been a common value which combines Alaouities or Sunnies on the accomplice denominator. Blessing the Prophet Muhammad and chanted in unison are our common experiences which are special to us.
Giriş
Yapılan bir dinî/tasavvufî sohbetin, okunan hutbenin, edilen vaazın, kılınan namâzın, yapılan niyâzın veya yerine getirilen bir tarîkat erkânının Allah katında ibâdet olarak değer taşıması için mutlaka başında veya içerisinde besmele, hamdele ve salvele okunması gerekmektedir. Bu nedenle vâiz ve hatipler sözlerine El-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ rasûlinâ Muhammedin ve alâ ehl-i beytihî ve eshâbihî ecmaîn[1] cümlesini telaffuz ederek başlamaktadırlar. Bu cümlede Allâh’a hamd edildikten sonra, O’nun Rasûlü Hazret-i Muhammed’e, Ehl-i Beyt’ine ve ashâbına salât ve selâm edilmektedir. Namâzın teşehhüd kısmında okunan salli ve bârik duâlarında da Hazret-i Muhammed’le birlikte O’nun Ehl-i Beyt’ine salât ve selâm getirilmektedir ki bu duâların okunması, namâzın olmazsa olmaz rüknüdür. Salavât getirmek her tarîkatın önemli bir erkânıdır. Bu tarîkat ister Mevlevîlik, ister Bektâşîlik, isterse Nakşîlik olsun zikir ve sohbete başlamadan önce salavât getirilmesi zorunludur. Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed cümlesiyle ifade edilen salavât-ı şerîfede Allah, Peygamber ve Ehl-i Beyt bir arada söylenmiş olmaktadır.
Görüldüğü üzere dinî/tasavvufî kültür ve geleneğimizde genel olarak benimsenmiş olan, özelde ise Alevî-Bektâşî geleneğinde deyimleştirilmiş olan Hak-Muhammed-Ali söylemi, Allah, Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisinin birbirinden ayrı tutulamayacağını veya tutulmaması gerektiğini ifade etmektedir. “Hak” kelimesi tevhîdin kaynağı olan Allahu Teâlâ’yı, “Muhammed” tevhîd anlayışının tebliğcisi ve uygulayıcısı olan Hazret-i Peygamber’i ve “Ali” de tevhîd inancını asırlar ve mekanlar ötesine taşıyan Peygamber mirası Hânedân-ı Ehl-i Beyt’i anlatmaktadır. Allah’a inanmanın ötesinde O’na sevgiyle bağlanarak, âşık ve sâdık makamına yükselen mü’minler O’nun Habîb’i (çok sevdiği) olan Peygamber’ini ve Ehl-i Beyt’ini birbirinden ayırmamışlardır.
Allah’tan dertlerine derman ve manevî dereceler isterken, Hak-Muhammed-Ali hürmeti hakkı için istemişlerdir. Cem erkânını başlatma gülbânki şöyledir: “Bismillâh lâ ilâhe illallâh bism-i Şâh Allah Allah. Akşamlar hayrola, hayırlar fethola, meydan âbâd ola, sırlar mestûr ola, gönüller mesrûr ola, fakîr fukarâ mâmûr ola. Hak-Muhammed-Ali, yardımcımız, gözcümüz ola. Oniki imam, ondört mâsum-u pak, onyedi kemerbest efendilerimiz katarlarından dîdarlarından ayırmaya. Pîrimiz, üstâdımız Hünkâr Hacı Bektâş Velî, Balım Sultan efendilerimiz muîn ve destgîrimiz ola. Üçlerin, beşlerin, yedilerin, kırkların ve Ricâlü’l-Gayb erenlerinin, Kutbu’l-Aktâb efendilerimizin hayır ve himmetleri, safâ nazarları üzerimizde hâzır ve nâzır ola. Allah, münkir, münâfık şerrinden Şeytan’ın mekrinden emîn ve hıfz-ı himâye eyleye. İki cihanda korktuğumuzdan emîn, umduğumuza nâil eyleye. Dertlerimize derman, gönüllerimize imam, hastalarımıza şifâ, borçlarımıza edâlar nasîb eyleye. Devlet ve milletimizin kılıcını keskin, sözünü üstün eyleye. Gökten hayırlı rahmetler, yerden hayırlı bereketler ihsân eyleye. Niyâzlarımızı, lokmalarımızı kabul eyleye. Duâlarımızı Dergâh-ı İzzet’inde kabul eyleye. Dil bizden, nefes Hünkâr efendimizden ola. Nûr-u Nebî, kerem-i İmâm-ı Ali, gülbânk-i Hünkâr Hacı Bektâş Velî demine hû.”[2]
Hakk’a yürüyen kişilerin eğer günâhları varsa affedilmesi, kabirlerinin Cennet bahçesi haline gelmesi için de yine dillerin telaffuz ettiği, gönüllerin derinden hissettiği Hak-Muhammed-Ali sevgisidir. Dârdan indirme erkânı sırasında aşk, heyecan ve göz yaşıyla okunan duânın bir bölümü şu şekildedir: “Yâ Rab! Yüzümüz kara, günâhımız çok, dîvân-ı dergâhta duâmızı Sen kabûl eyle, red eyleme. Ol Sen’ün Hak’lığın hakkı içün; fezâyil-i muhabbet-i Zât hakkı içün; Muhammed Mustafâ hakkı içün; Cemâl-i Pür Nûr’u hakkı içün; Kemâl-i Kudret, aşk-ı Mürtezâ hakkı içün; Kelâm-ı Kadîm, ilm-i esmâ hakkı içün; dahi aynî müsemmâsı hakkı içün; muallâ, arş, kürsî hakkı içün; Muhammed Mustafâ ve Aliyyü’l-Murtazâ hürmeti hakkı içün; velîlerin hırkası ve şalı hakkı içün; nebîlerin seyr itdiği mi’râc hakkı içün; Mekke ve Medîne ve Hac hakkı içün; serâser cümle enbiyâlar hakkı içün; tarîk-i zümre evliyâ hakkı içün… Hak Teâlâ Hazretleri ol geçen merhûmun kabrini Cennetü’l-Me’vâ, suâlini âsân eyleye. Azâbı var ise af eyleye. Cümle günâhlarını bahş eyleye. Rahmet ve mağfiret üzere ise, rahmetini ve mağfiretini günden güne ziyâde eyleye. Diyelim: Allah, Allah.”[3]
Dâr erkânı sırasında okunan bir düvâz imâmlar da aynı şekilde Allah, Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisinin dile getirildiği metinlerdir. Beyitlerdeki etkileyici nazım dili, dinleyicilerin yoğun bir inanç tecrübesi yaşamalarına neden olduğu gibi, Hak-Muhammed-Ali sevgilerinin de zirveye ulaşmasına yol açmaktadır. Çok okunan bir düvaz imâmın baş tarafı şöyledir:
Allah meded, yâ Muhammed, yâ Ali!
Bizi dergâhından mahrûm eyleme,
Pîrim Hünkâr Hacı Bektâş Velî,
Bizi dergâhından mahrûm eyleme.
Âdem safiyyullâh atam hakkıyçün,
Muhammed Mustafâ Hâtem hakkıyçün,
Eyyûb’a sürdüğün sitem hakkıyçün,
Bizi dergâhından mahrûm eyleme.
Hasan’ın aşkına kılarım zârî,
Hüseyin’dir dînimizin serveri,
Âlemler cânısın Cenâb-ı Bârî,
Bizi dergâhından mahrûm eyleme.[4]
Nazım dilinde isim olarak telaffuz edilen Allah, Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisi, bazen de resim halini almış, onları sembolize eden lâle ve gül motifleri insanımızın gözünden gönlüne akan ilâhî esintilere neden olmuştur. Ebrû sanatçılarımız yaptıkları sanat eserlerinin en üst makâmına Allâh’ın sembolü olan “lâle”yi, onun biraz aşağısına Muhammed Mustafâ’yı sembolize eden “gül”ü yerleştirmişlerdir. Birbirlerinden ayrılmayan bu iki motifin hemen altındaki “gül”lerden birisi Aliyyü’l-Murtazâ’yı diğeri ise Fâtımatü’z-Zehrâ’yı temsil etmiştir. Ebrûdaki güzellik ve bütünlüğü tamamlayan ve henüz açılmak üzere olan iki adet “gül goncası” ise Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin’e duyulan muhabbetin sanata yansıyan tasvirleridir.
Bir olan ve birlik olan canlar, tevhîd kelimesi olan Lâ ilâhe illallâh’ı hep birlikte büyük bir aşk ve heyecanla söylerken, Muhammed Mustafâ’nın ismi anıldığında, ellerini göğüslerine koyarak derin bir vecd ve saygı içerisinde salavât getirmişlerdir. Zâkirlerin on iki imâmların isimlerini okudukları düvaz imâmlar İslâm Peygamber’inin evlâdına olan bağlılığı ve yakınlığı ifade etmektedir. Mürşid durumundaki dede ve babalara bağlı bulundukları dergâh tarafından verilen ve irşâd için yetkili kılındıklarını belirten İcâzetnâme’lerin hemen hepsinin başında “nasrun mina’llâhi ve fethün karîb ve beşşiri’l-mü’minîn yâ Allah, yâ Muhammed, yâ Ali” [5] ifadesinin bulunması, İslâm’ın şiârı olan bu üç ismi dilde ve gönülde bir arada tutmak içindir. Yardımın Allah’tan geldiğini, fethin de yakında bulunduğunu ifade eden bu âyet, pîr ve mürşidlerin kilitli gönülleri açarken müracât ettikleri bir anahtar olmuştur. İcâzetnâme’lerini ellerine alan, Allah, Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisini kalplerine yerleştiren gönül sultanları yedi iklim, dört kıtaya hakîkat çerağını götürmüşlerdir. Fethi müjdeleyen âyetle birlikte telaffuz edilen yâ Allah, yâ Muhammed, yâ Ali söylemi kalelerden önce gönülleri fethetmeyi başarmış, hakîkata susamış binlerce, milyonlarca gönül bu sayede İslâm’ın güzelliğiyle tanışma şerefine kavuşmuştur.
Seyyid Hüseyin Gâzî ve Seyyid Battal Gâzî’nin yolundan giden alp-eren ve gâzî-dervişlerin kaleleri fethetmek amacıyla gerçekleştirdikleri fütûhât hareketlerinde de en başta gelen müşevvik unsur hiç kuşkusuz aynı sevgidir. Milletimiz barış anında da, savaş anında da Hak-Muhammed-Ali aşkına yaşamış, bir olup birlik olup; ebed-müddet devam eden devletler kurmuş ve yaşatmıştır. Allah adı ile başlayan Gülbânk-i Muhammedî’ler Hazret-i Peygamber’in nûru ve Hazret-i Ali’nin keremi üzerine inşa edilmiştir. Harp meydanlarında “ölürsem şehid, öldürürsem gâzî olurum” diyerek düşman üzerine yürüyen Yeniçeri’nin dilinde ve gönlünde Allah, Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisi bulunmaktadır: “Bism-i Şah, Allah Allah!… İllallah!… Baş üryân, sine püryân, kılıç al kan… Bu meydanda nice başlar kesilür, olmaz hiç soran. Eyvallah, eyvallah… Kahrımız, kılıcımız, düşmana ziyan, kulluğumuz pâdişaha ayan. Üçler, beşler, yediler, kırklar. Gülbank-i Muhammedî, Nûr-u Nebî, Kerem-i Alî, Pîrimiz Hünkârımız Hacı Bektâş Velî demine devrânına Hû diyelim! Hû.”[6]
Bektâşîlikle birlikte, Mevlevî ve Halvetî tarîkatlarında da çeşitli vesilelerle gülbânkler okunmuştur. Ahîlik adı verilen fütüvvet ehli esnaf arasında yapılan yâran toplantılarıyla çıraklık, kalfalık, ustalık gibi esnaf teşkilatı merasimlerinde de gülbângin önemli bir yeri vardır. Mevlevîlikte sofra-yemek, aşûre, seyahat, şeb-i arûs, hatim, eşik, seyahat ve cenâzeye dair çeşitli gülbânk metinleri bulunmaktadır.[7]
I. Allah Sevgisi
Hak-Muhammed-Ali söylemi bütün gücünü Allah sevgisinden almaktadır. Allâh’a duyulan sevgi Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisinin özünü, kaynağını oluşturmaktadır. Tasavvufî anlayışa göre gizli bir hazîne olan ve bilinmekliğini murâd eden Allâhu Teâlâ Muhammed Mustafâ’yı kendi nûrundan yaratmıştır. Bütün evreni de O’nun hatırına var etmiştir. İlâhî sevginin sınırlarının Hazret-i Peygamber’i ve onun ailesini de kuşatacak bir şekilde genişletilmesi iki şekilde açıklanabilir.
Birincisi: Kur’ân-ı Kerîm’de Allah, Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisini emir, tavsiye ve tespit eden ifadeler bulunmaktadır: “Mü’minlerin Allah’a olan sevgisi daha güçlü bir sevgidir.”[8] “Ey Peygamber’in Ehl-i Beyt’i! Şüphesiz Allah, sizden kusûru giderip, tertemiz yapmak ister”[9] “Ey Muhammed! De ki: Ben sizden buna karşı yakınlara (Ehl-i Beyt’ime) sevgiden başka bir ücret istemem. Kim güzel bir iş işlerse onun güzelliğini artırırız. Doğrusu Allah, bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir.”[10] Kur’ân’da yer alan bu sevgi talebi Hazret-i Peygamber’in hadislerine de yansıtılmıştır. Hazret-i Peygamber bir bakıma Allah’ın “Ehl-i Beyt’e muhabbeti talep et” emrini yerine getirerek; “Ali’yi seven beni sevmiş olur, beni seven de Allâh’ı sevmiş olur, Ali’ye buğzeden bana buğzetmiş olur, bana buğzeden de Allâh’a buğzetmiş olur”[11] “Ey Ali, ben ilmin şehriyim, sen ise onun kapısısın. Şehire ancak kapıdan varılır. Bir kimse, beni sevdiğini söyleyip sana buğz ederse, beni sevmiyordur ve yalancıdır. Zira sen, bendensin ve ben de, sendenim. Senin ve senden gelecek evlatlarından olan imâmların misali, Nûh’un gemisi gibidir. Her kim gemiye bindiyse, kurtuldu ve her kim muhâlefet ettiyse, helâk oldu”[12] buyurmuştur. “Hak-Muhammed-Ali söyleminin teolojik temeli de Hazret-i Peygamber’den rivâyet edilen bu hadîslerdir” denebilir. “Hasan ve Hüseyin’i seven beni sevmiş, onlara kin tutan da bana kin tutmuş olur”[13] hadîsinde de yine Ehl-i Beyt sevgisi Peygamber sevgisi ile birleştirilmiştir.
Asırlardır halkımız tarafından okunan ve pedagojik bir îmân, ibâdet, ahlâk kitabı olan Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda bu konu insanlarımızın anlayabileceği bir dil ve üslûpla dile getirilmiştir: Cabbâr Kulu, Hazret-i Peygamber’i sevmenin dört şahidi bulunduğunu ifade etmektedir. Bunlar: 1. Gittiği yola gitmek. 2. Sünnetini tutmak. 3. Vücûdunu temizleyip, hilâf şeyleri atmak. 4. Hazret-i Peygamber’in evlâdına (Ehl-i Beyt’ine) saygı göstermek.[14] Eserde Hazret-i Muhammed’i seveni Allah’ın da seveceği ve çok rahmet edeceği dile getirilmektedir. Hazret-i Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisi, hayatın içinden bir örnekle de açıklanmaktadır: “Bir kimse gelse sana dise ki, ben senün dostunum, seni pek severim dise, ammâ senün sözünü tutmasa, senün gitdüğün yola gitmese, malına eğrilik itse, evlâdını sevmese, sen ol kişinün sözine inanur musun, sen ol kişiyi sever misin?”[15] Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda Hazret-i Peygamber’in dilinden, âhiretteki yerlerinin Cehennem olmasından korkulan on grup insandan bahsedilmektedir ki bunlardan birincisi Hazret-i Peygamber’in ve Hazret-i Ali’nin evlâdına (Ehl-i Beyt’e) kötülük yapanlardır.[16]
İlâhî sevginin sınırlarının Hazret-i Peygamber’i ve onun ailesini de kuşatacak bir şekilde genişlemesini ikinci olarak şöyle açıklamak mümkündür: Tevhîd inancının inanan insanın iç dünyasındaki sevgiyi diriltici ve çoğaltıcı etkisi, Hazret-i Peygamber ve O’nun Ehl-i Beyt’inden başlayarak bütün insanlığı ve eşyayı kuşatan bir sevgi taşmasına neden olmaktadır. Bu taşmanın temelinde Allâh’a aşk ve sevgiyle bağlanma ve yönelme bulunmaktadır. Tevhîd inancı, insanı manevî olarak zenginleştirmekte, onu sevgi üreten bir merkez, hayatın anlamını keşfeden anlamlı bir “özne” haline getirmektedir. Yunus misâli adı miskin olanların düşmanı “kin” olmuştur. Kimseye kin tutmayan olgunlaşmış ve zenginleşmiş gönüller, bütün âleme bir gözle bakmışlardır.
Tevhîd inancının zıddı olan putperestlik ise, sevgi duygusu ile birlikte insanı varoluşsal olarak fakirleştiren bir etkiye sahiptir. Fromm, putperestlik gibi inanç sorunlarının insanın bilgi, duygu ve eylem alanlarındaki üreticilik yeteneklerini yok ettiğini ifade etmektedir. Putperestliği, insanın kendisine yabancılaşması olarak nitelendiren Fromm, tektanrılı dinlerle çok tanrılı dinler arasındaki temel ayrımın sebebinin, yalnızca tanrıların sayısı olmadığını, asıl farkın kendine yabancılaşma olduğunu söylemektedir. Putperest insan, enerjisini, sanatsal yeteneklerini bir put yapmak için harcamaktadır. Sonra da kendi insanca çabasının sonucundan başka bir şey olmayan bu puta tapmaktadır. İnsanın yaşam güçleri, bir “nesne” ye aktarılmıştır. Bu nesne artık bir put olduğundan, insanın kendi üretici çabalarının sonunda ortaya çıkmış bir şey değil de sanki ondan kopuk, onun üstünde, ona karşı olan, insanın tapıp boyun eğdiği bir şey olarak algılanır. Puta tapan insan, kendi elleriyle yaptığı şeyin önünde eğilir. Put, onun yaşam güçlerinin yabancılaşmış bir şekilde ifadesidir. Tek tanrılı dinde Tanrı, kavranamaz, tanımlanamaz. O, bir nesne değildir. Puta tapan insan, kendi içindeki tikel bir niteliğin yansıtılmış bir biçimi önünde eğilir. Ona boyun eğer. Kendisini canlı, sevgi ve düşünce eylemleri yayan bir merkez olarak görmez.[17] Tevhîd inancı gönül Kâ’be’sindeki putları kırdığından dolayı, gönüllerini İbrâhim (a.s.) misâli îmâr eden gönül mimarları kalp kırmamış, gönül yıkmamışlardır. En önemlisi ise hakîkat-ı insâniyeyi kavramaları nedeniyle insan-ı kâmil olma yönünde sürekli bir ilerleyiş, yükseliş içerisinde olmuşlardır.
Bizim kültürümüzü oluşturan, ona asırlar ötesinden şekil ve mana veren Hak âşığı erenlerimiz sevginin insanı insan yapan, başka bir ifadeyle onu insanlaştıran, olgunlaştıran özelliğine dikkat çekmişlerdir. Ehl-i Beyt’ten olan ve Pir-i Türkistan olarak anılan Hoca Ahmed Yesevî “aşksız kişi insan değildir, sevgisiz kişi Şeytan kavmindendir” sözüyle, sevgiyi insanla özdeşleştirmektedir. Ona göre sevgisiz bir insan düşünmek mümkün değildir. Her türlü olumsuzluk ve kötülüğün çaresi; aşk ve sevgidir. Pir-i Türkistan, bu durumu şu beyitlerle anlatır:
“Ateşe salsa, ateşten yanmaz âşık kişi;
Yer ve göğü bostan kılar akan yaşı;
Allah dese, şeksiz parlar içi dışı;
Kavrulup yanmak âşıklara bâzi olur.”[18]
Yukarıdaki mısralarda Hazret-i İbrahim’e de bir telmih bulunmaktadır. O aracı, vasıta kabul etmeyen bir aşk ve sadâkatle Allâh’a bağlanmış ve içine atıldığı ateş mâşûku olan Allah tarafından bir gül bahçesine çevrilivermiştir. Hoca Ahmed Yesevî âşığın yaşaması muhtemel dinî deneyimlerden de söz etmektedir. Âşığın Allah sevgisinden dolayı gözyaşı dökmesi, içi ile dışının bir olması, yani manevî bir arınma gerçekleştirmesi ve bütün bu süreci yaşarken yanıp, kavrulması aşkın tezâhürlerindendir.
İnsanın kendisini gerçekleştirmesi ve tam insan olması üzerine düşünen varoluşçu psikologlar da sevgi ile birlikte dinî duygu ve deneyimin önemini vurgulamışlardır. Maslov’a göre Allah sevgisinden dolayı “gözyaşı dökmek”, “derin bir iç huzûr hissetmek” gibi doruk dinî deneyimi yaşayan herhangi bir kimse, kendisini gerçekleştiren insanlardaki niteliklerin bir çoğunu geçici olarak edinir. Yani, deneyimi yaşadığı anda, kendisini gerçekleştiren biri olur. Bu anlar, yaşadığı en mutlu ve heyecan verici zaman dilimleri olmakla kalmaz, aynı zamanda en üst düzeyde olgunluğa eriştiği, bireyselleştiği, bütünlendiği en sağlıklı anlar olurlar. Kişi, böyle zamanlarda gizilgüçlerini tamamen gerçekleştirmeye, varlığının özüne, tümüyle insan olmaya daha yakın bir durumdadır.[19] Doruk deneyimlerde kişi, kendisini diğer zamanlara göre daha bütünleşmiş hisseder. Kendisi ile daha barışıktır. İç sürtüşme azalmış, sinerji fazlalaşmıştır.[20] Kendisiyle barışık olan insan pozitif davranışlar geliştirmeye başlar.
Kalpte duyulan Allah sevgisi, davranışlara da sabır, tahammül, hoşgörü ve fedâkârlık şeklinde yansır. Hacı Bektâş Velî’nin “Kendi ayıbını görür ol! Kendi nefsinin emrinden kaçın! Kendini, kendi halinden gafil tutma! Düşman hakir olsa da hor tutma![21] Îsâr etmek dostluktur. İncinsen de incitme! İyiliğe karşı kötülük hayvanlıktır. Fenalığa karşı iyilik insanlıktır. Fenalığa karşı fenalık köpekliktir. İyi tabiatlı olmak selamettir”[22] şeklindeki sözlerinde Allah sevgisinin değiştirici ve dönüştürücü etkisiyle, bireyselleşmeden sosyalleşmeye adım atmış kâmil bir insanın davranışları sıralanmaktadır. Kendisini gerçekleştiren ve aşan insan, iyilikleri açığa çıkartan bir ıslahçıdır.
Maslov’un sözünü ettiği doruk deneyimler, İslam Tasavvufu’ndaki “hâl” ve “makâm”lara benzemektedir. Örneğin; tasavvuftaki “rızâ” makâmına ulaşan kişi, evrende ikilik, çelişme, kötü, çirkin, acı, gam görmez. O, kendisini tanıyarak, gerçekleştirmiş ve aşmıştır: Benlikten kurtulmuştur. Allah’a ulaşmıştır. Derin bir içsel tatmin, adanmış bir sevgi, diğer insanlara karşı empati, samimiyet ve insanlığa sürekli hizmet düşüncesi, rızânın görünümleridir. Rızâ, hayatın olduğu gibi kabul edilmesidir. Sûfînin, bir damlanın okyanusa katılması gibi var oluşun ritmine katılması halidir. Benliğini geçmişin alışkanlıklarından ve geleceğin arzu ve kaygılarından kurtarmıştır. İçinde bulunduğu anı yaşar ve değerlendirir.[23]
Hacı Bektâş Velî Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyyeadlı eserinde, kalbi Allah aşkı ile dolu olan bir insanın, hangi ma’nevî halleri yaşayabileceğini şöyle açıklamıştır:“Derviş, ilâhî düşüncelere dalmalı, sevgi meyvelerini dermeli, rûhunu tevhîd içinde tutmalı, ilâhî sırlara ulaşmaya gayret etmeli, başına ihlâs tâcı koymalı, huzûra çıkma kemeri kuşanmalı, ibâdet bineğine binmeli, teklik makamına erebilmek için kulluk kırbacını eline alıp, gayret atını birlik meydanında koşturmalıdır. Gönlünü tevhîd suyu ile beslemeli, rûhunu Hakk’ın görüntü nurlarıyla ışıklandırmalı insanın özü benim sırrımdır, Ben de onun sırrıyım incisine kavuşmak için görüntü denizinde dalgıçlık yapmalıdır.”[24]
Allah’a ulaşan kişi, O’nun suçlayan, mahkum eden, mutsuzluk ve üzüntü veren, ya da sarsıcı bir güç olmadığını anlamış olur. Allâh’ın bütün eşyayı kuşatan merhamet ve inâyetine hayran olur. Bu kişinin muhtemel duyguları, merhamet, yardımseverlik, incelik, neşe ve belki de Allah’tan ayrı kalmanın verdiği bir miktar hüzün olabilir. Adı geçen duygular, tümüyle kendisini gerçekleştiren insanların dünyaya tepki verirken ve doruk deneyimleri yaşarken hissettikleridir.[25]
Aşk ve sevginin kişiyi hamlık ve çiğlikten kurtarıp, onu pişirerek olgunlaşmaya doğru tatlı ve zevkli bir uğraşı içerisinde sürükleyip götürmesi, ona manevî seyrini tamamlatması tekke ve dergâhlardaki eğitim-öğretimin olmazsa olmaz şartı sayılmıştır. Kaygusuz Abdal Kitab-ı Miglateadlı eserinde aşkın dervişin eğitim sürecindeki bu önemli yerini şu örnek olayı anlatarak dile getirir: “Bir kişi, Hz. Ali’nin yanına gelip elini öper ve ona; ‘yâ Ali, ben sana mürîd olayım, erkân u tavrı bana öğret, bilmediklerimi bana bildiresin’ der. Hz. Ali de ona; ‘Hoş ola! Evvela kendi irâdenle gelmen lazım’ diye cevap verir. Kaygusuz Abdal, bu olayı anlattıktan sonra şu yorumu yapmaktadır: “Bu dergâha her kim ‘aşk’ ile gelirse nasîbini alır. Aşkla gelmeyen mahrum kalır.[26] Tarîkata bağlılık, mürşîde sadakat ve Allah sevgisini hissedebilmek için “aşk” duygusunu yaşayabilen insanlar, dergâha alınmıştır. Bu konuda bir kayıt ve şart konulmamıştır. Ancak, aşk ateşinde pişmeyen gönüllerin olgunlaşması mümkün görülmemiş olacak ki Kaygusuz Abdal tarafından tasavvuf yoluna girmeye davet edilmemişlerdir..
Genel olarak tasavvufta, özel olarak da Bektâşîlikte “Allah aşkı”nın özel bir yeri ve önemi vardır. Aşk, cana hareket getirir, yakar. Bu aşka, muhabbet ateşi denmektedir.[27] Bektâşîlikte “elif” harfi, şekil itibariyle düz olmasından ve yukarıyı işaret etmesinden dolayı, ruhûn yukarıya; Allah’a ulaşmasını sembolize etmektedir. “Cim” ve “dal” çeşitli şekillerde açıklanırlar. Cimin cemâlu’llah, yani Allah’ın güzelliği, dalın da Allah aşkı okyanusuna dalmak anlamına geldiğine inanılmaktadır.[28]
Âşıklar, söz ve halleri ile insan-ı kâmilliğe kadar giden yolda “öncü” olmuşlardır. Kaygusuz Abdal, tâliblere âşıkların yollarından gitmelerini tavsiye etmektedir: “Elinden geldiği kadar, âşıkların yolundan git. Onların söylediklerine kulak ver. Çünkü âşıklar, Hakk’ı tanıyan ve doğruyu görenlerdir. Âşıkların dışında kalanlar kördürler. Bunlar, dünya için çalışırlar ve âşıklardan başkalarını kendilerine köle ederler. Halbuki âşıklar, hakşinastırlar. Müşkillerini halletmiş olup, hedeflerine ulaşmışlardır. Bunlar, dünyayı düşündükleri gibi âhireti de düşünürler. Peygamber’in izindedirler ve başkasına ümit bağlamazlar. Bunların dışında olanlar, abesle uğraşanlardır. Doğru yolu tutmuş bir insanın hayalleri, onu bu dünyadan alır, ulvî dünyaya götürür ve Hakk’a ulaştırır. Onların yanında Hakk’tan başka bir şey konuşulmaz.[29] Âşıklar, Allah sevgisi ile yaşamaya alışmışlardır. İstedikleri, bizzat göründüğü için iddialaşma ve kavgalardan uzaklaşmışlardır.[30] İnsanlar, dünyanın malını, mülkünü paylaşmak için tartışıp dururken, onlar Allah aşkı ile doymuşlar, ondan başka şeylere iltifat etmemişlerdir. Muradlarına kavuşunca, başka isteklerden kurtulmuşlardır. Kendileri dünyadadır. Alırlar, satarlar, kazanır ve harcarlar. Fakat kalp ve gönülleri sürekli Hak ile beraberdir.
1. Âşık ve Dünya Sevgisi
Eserlerinin pek çok yerinde aşk ve aşkın mekanı olan kalp hakkında bilgi veren Hacı Bektâş Velî’ye göre, kişiyi aşktan alıkoyan yegane engel dünya sevgisidir.[31] Kalbini dünya sevgisi ile dolduranlar devamlı onu elde etmek için mücadele ederler. Birilerini engellemek, birilerinin hesaplarını boşa çıkarmak için plan ve projeler yaparlar. Hacı Bektaş Veli’ye göre ise dünya; mezbeleden başka bir şey değildir ve dünyaperestler de hiçbir zaman ondan ayrılmazlar.[32] Fakat dünyayı tam manasıyla elde etmek de mümkün değildir. Hacı Bektaş Veli, dünya hakkında şunları söyler: “Dünyayı zahmetle elde ederler ve hasetle muhafaza ederler; hasretle de ellerinden çıkarırlar.”[33] Ona göre dünya, müslümanların birbirleri ile mücadele etmelerine değmeyecek kadar değersizdir. Değerli olan bir şey varsa o da, Allah ve Allah’ın yarattıklarına karşı sevgi duymaktır.
Günümüz psikologlarından Erich Fromm, para tutkusunun peşinde koşan bir kişinin bu yönelişin denetimine girmiş olduğunu söylemektedir. Para, o kişinin taptığı puttur. Kendi içinde her şeyden soyutlayarak para açlığı biçiminde dışarıya yansıttığı puttur. Böylece insan, bütünüyle insan elinden çıkma nesnelerden oluşan bir dünya yaratmıştır. Ne var ki kendi eliyle yarattığı bütün bu şeyler, onun üstüne çıkmıştır. Kendisini, yaratıcılık gücü olan bir merkez olarak değil de, elleriyle yaptığı bir robotun kölesi olarak algılar.[34]
Vîrânî Baba Hak âşığının dünya ve onun içindekileri bakışını bir beyitinde şöyle açıklamaktadır:
“Âşıklar dâr-i dünyanın ne mâline ne zehrine,
Mukayyed olmadı asla hemen aşktır murâdullah.”[35]
Âşıklar, “terk-ü dünyâ, terk-ü ukbâ ve terk-ü terk” etmişlerdir. Onların tek isteği Allah’a ulaşmak (vuslat)tır. Niyâzî Mısrî, bu durumu şöyle ifade etmektedir:
“Dünyâyı nider âşık, ukbâyı nider sâdık,
Mısrî ola gör ayık sen vuslata erince.”[36]
Âşıklar, Allah aşkının doyulmaz tadına varınca, bundan mahrum olan insanları tenkîd etmekten de geri durmamışlardır. Çünkü, onlar bilmektedirler ki, kînin, kibirin ve hasedin sebebi, sevgiyi dünyaya yöneltmektir. Yunus, âşık olmayan insanı, yemişsiz ağaca benzetmektedir. Ona göre aşk, insanın varoluşsal tezâhürüdür. Âşık olmayan insan, varoluş amacına uygun yaşamıyor demektir:
“Âşık olmayan Âdem benzer yemişsiz ağaca,
Ağaç yemiş vermeyince yakarlar kapkarece.”[37]
Burada insan yemişi olmadığı için yakılan ağaca benzetilerek, Cehennem’deki ateş hatırlatılmak istenmektedir. Bu dünyada Yaratıcısı olan Allah’a aşkla bağlanmayan, O’nu bilmek ve bulmak için çalışmayan insanın hiçbir işe yaramadığı düşüncesiyle âhirette Cehennem odunu olacağına[38] dikkat çekilmektedir.
Yunus’a göre aşk, insanın elinden tutan, doğru yolu gösteren bir varlıktır. Yine bu anlamda aşkı, camideki imama benzetir. Gönül ise, onun cemaatidir.[39]
Allah aşkı, O’na âşık olanlar tarafından şiirlerde işlenmiştir. Niyâzî Mısrî, Allah aşkının güzelliğini ve vuslata ermeyi o kadar çekici bir dille ifade etmektedir ki, bu mısraları okuyan veya dinleyen bir tâlibin âşıklıktan başka bir yol tercih etmesi zor görünmektedir:
“Ey Allah’ım seni sevmek ne güzeldir ne güzeldir,
Yolunda bâş ü cân vermek ne güzeldir ne güzeldir,
Visâlin derdine düşmek, yanup aşk oduna pişmek,
Sonunda Sana erişmek ne güzeldir ne güzeldir.”[40]
Vîrânî Baba, aşkın mânevî yolculuğunda kişiye nasıl yol gösterdiğini ispatlamak istercesine Peygamber’lerden örnekler vermektedir. Ona göre aşk, zorlukları kolaylığa çeviren bir yardımcıdır:
“Bu aşk eyler kişiyi Hakk’a vâsıl,
Halîl’in ateşinin gülzârıdır aşk,
Kamu aşk ehlinin aşktır nemâsı,
Mûsâ’nın “len terâni” nârıdır aşk,
Muhammed aşkına var etti Kadîr,
Serâser dü sera izhâr eder aşk.”[41]
2. Âşık ve Kur’ân-ı Kerîm
Hakk âşığı şâirler, âşıkların ayırdedici özelliklerinden de bahsederek, aşkı sevdirmeye çalışmışlardır. Aşkın ve âşığın mahiyetini açıklayarak, yolu kolaylaştırmayı düşünmüş olmalıdırlar. Âşık, öncelikle Mâşûk’u olan Allah’ın Hz. Muhammed’e vahyettiği Kur’an’a çok düşkündür. Kur’an âşığı olduğu Hakk’ın kelâmıdır. Hacı Bektâş Velî, Makâlâtadlı eserinde; kalbi Allah aşkı ile dolu olanların, bir gün mutlaka Allâh’a kavuşacaklarını ifade etmektedir.[42] Fakat Allâh’a kavuşmak için âşığın, gönlünü ve kulağını Kur’ân-ı Kerîm’deki mesajlara açması gerekmektedir. Âşık Kur’ân’ı sadece dinlemekle kalmaz, çok sevdiği Rabb’inin âyetlerini çok okur; canı ve gönlü ile Kur’an’ı sever.[43] Vaktini onunla geçirir. Çünkü Kur’an, çok sevdiği Rabb’inden, çok sevdiği Habîb’i vasıtasıyle insanlığa iletilmiştir. Bu yüzden Bektâşî âşıklarının şiirlerinde, yüzlerce âyete telmîh bulunmaktadır. Kur’an’ı gece gündüz okuyan âşık, aşkın sınır tanımayan bir deniz olduğunu yine Kur’an’dan öğrenir ve şöyle söyler:
“Bu aşk bir bahr-i ummandır buna hadd ü kenâr olmaz,
Delîlim sırr-ı Kur’an’dır bunu bilende âr olmaz.”[44]
Hacı Bektâş Velî, Kur’ân’ın mâşuktan âşığa bir mektup olduğunu söyleyerek, çevresindekilere şu telkinde bulunmaktadır: “O halde ey derviş! Bilesin ki; Kur’an Allah kelâmıdır. Hz. Peygamber’e amel etmesi ve elçi olarak halka bildirmesi için indirilmiş bir kitaptır. Ey derviş! Bilesin ki; yüce Allah’ın rızâsını kazanmak ve Hz. Mustafâ’ya itaat etmek Kur’ân’ın emridir. Buna göre kendini Kur’ân’a layık hale getirmeyen, onunla aydınlanmayan, onun rahmetini ve izzetini kazanmayan kör olmuş demektir. Her kim, onu okur, duyar ve unutursa, onunla amel etmezse, yüce Allah’ın şu buyruğundan kurtulamaz: ‘Benim kitabımdan yüz çeviren kişinin dar bir geçimi olur ve kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz.’[45]O zaman bu kör adam, “Allah’ım beni neden kör olarak haşrettin? Oysa ki ben görüyordum[46]diyecek. Allah da buyuracak ki; ‘Bizim âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları unuttun şimdi de biz seni unuttuk.”[47]
Hakk’ın sözüne (Kur’an’a) ve hak (doğru) söze kulak vermek, kişinin kalbini kötü duygu ve düşüncelerden arındırarak, aşk denizinde yol almasına yardımcı olur. Şeyh Safî Buyruğu’nda aşkın, kalbi temizleyen bu fonksiyonuna işâret edilmektedir:
“Hak söze kanmayınca,
Hakk’a dayanmayınca,
Kalbinin pası gitmez,
Aşka boyanmayınca.”[48]
Hakk’ın sözü olan Kur’ân’ı sürekli okuyan âşık, Kur’an ahlâkı ile ahlâklanarak, yürüyen bir Kur’an haline gelir. Artık onun sözleri de Kur’an’dan başka bir şey değildir. Âyetle konuşur. Eşyâ ve hâdiselere Kur’an perspektifinden bakar. Yunus Emre, âşığın geldiği bu mânevî dereceyi şu beyitte dile getirmektedir:
“Sayru olmuş iniler Kur’an ününü dinler,
Kur’ân kendisi olmuş kendi Kur’ân içinde.”[49]
Hânedân-ı Ehl-i Beyt’ten olan Hak âşıklarının Allah sevgisi ile Kur’an sevgisini bir araya getirmeleri, sürekli ikisine birden vurgu yapmaları Hazret-i Peygamber’in “Size, uyduğunuz takdirde benden sonra asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum. Kur’ân-ı Kerîm ve Ehl-i Beyt’im. Bu iki şey, Cennet’te Kevser havuzunun başında, bana gelip (hakkınızda bilgi verinceye kadar) birbirlerinden ayrılmayacaklardır”[50] hadîsini akla getirmektedir. Hazret-i Peygamber’in tertemiz nesli, dedeleri olan Allah Rasûlü’nün bıraktığı emanet olan Kur’an’ın okunmasını, anlaşılmasını ve içerisindeki prensiplerin uygulanmasını temin etmeye çalışmışlardır. Çevrelerindeki insanlara Allah sevgisinin kaynağının Kur’an olduğunu öğretmeye gayret etmişlerdir.
3. Âşık ve İbâdet
“Ölmeden önce ölme” sırrına eren âşığı bu dünyada Rabb’ine kavuşturacak ve mâşûku ile buluşturacak yegâne eylem O’na kulluk ve niyâzda bulunmak, ibâdet ve münâcât etmektir. Gerçek âşık, sevdiğine hizmette bulunup, isteklerine boyun eğmek, sevgilisinin yüzüne bakabilmek, sözünü işitip O’nunla konuşabilmek, her zaman O’nu beklemek, konuşmasını bitirdikten sonra, isteklerini yerine getirmesi için O’na yakarışta bulunmak ister. Âşık, bir vaktin namazını bitirdikten sonra, gelecek olan vakti istek ve özlemle beklemeye başlar. Onun için her bir namazın vakti, Allah’a vuslat demektir. O’na, O’nun gönderdiği Kur’an’ı okuyarak ibâdet eder.[51] Gül Baba Feyznâme’sinde bu olguyu dile getirmektedir:
“Âşık olmakdır Hak’ka kılmak nemaz,
Âşık-ı hak isen iyle pes niyâz.”[52]
Çok sevdiği Rabb’ine yakınlaşmak için, farz olan ibâdetler dışında nâfilelere devam eder. Büyük Allah dostları, iç dünyaları ile Hakk’a ulaşabilmiş iken, dış dünyaları ile de ibâdetlere devam etmişlerdir.[53] Rabb’lerini fikir, O’na şükür ve O’nu zikirden geri durmamışlardır. Âşık Paşa-yı Velî, bunu âşık için bir zorunluluk olarak görmektedir:
“Âşıka vacibdür şükr’eylemek,
Şükr’ile Allah adın zikreylemek.” [54]
Önemli olan âbidlik makâmından âşıklık makâmına yükselebilmektir. Hacı Bektâş Velî, zâhidin yetmiş yıllık ibâdetinin ârifin bir saatlik tefekkürüne, ârifin yetmiş yıllık tefekkürünün de muhibbin bir saatlik münâcâtına eşit olduğunu söylemektedir.[55]
Hacı Bektâş Velî, ibâdetlerin Cennet sevgisi veya Cehennem korkusu için değil, Allah sevgisi için yapılması gerektiği görüşündedir. Ona göre; mü’minin uğraşısı üç çeşittir: İbâdet, ubûdiyet ve ubûdet. İbâdet; Cennet sarayları, hûrî-gılmanlar ve Cennet nîmetlerinden faydalanmak için yapılır. Ubûdiyet; Allah’a yakınlaşmak ve uhrevî dereceleri elde etmek için yapılır. Ubûdet ise; Allah’ın zatı ve sevgisi için yapılır.[56] Böylece, yapılan ibâdetler niyetlere göre derecelendirilmiş olmaktadır. Önemli olan Cennet ve uhrevî derecelerin ötesindeki; Allah’ın zâtını hoşnut etme ve sevgisini kazanma hedefini gözetebilmektir.
Hacı Bektâş Velî, ibâdetleri yukarıdaki bakış açısıyla değerlendirmektedir. Namazın sonu ilâhî olgunluk, zekâtın sonu gönlü Hak’tan gayri şeylerden temizlemek ve samîmiyetle Hakk’ın sevgisine yer vermektir. Orucun sonu ise, Hak’la zenginleşmek ve maddî şeylerden uzak durmaktır.[57] Hünkâr’a göre oruç ibâdetinin halk (şerîat kapısındakiler) derecesinde, seçkinler (tarîkat kapısındakiler) derecesinde ve seçkinlerin seçkini (hakîkat kapısındakiler) derecesinde olmak üzere üç seviyede yerine getirilmesi mümkündür. Birinci derecedeki oruçta, karın ve cinsel organlar orucu bozan şeylerden korunmaktadır. İkinci derecedeki oruçta, göz nâ-mahreme bakmaktan, kulak uygunsuz sözleri duymaktan ve dil haksız yere konuşmaktan korunmaktadır. Üçüncü derecedeki oruçta ise, gönül Hak’tan gayri her şeyden korunmaktadır.[58] Birinci derecedeki oruç nefsi arındırmakta, ikinci derecedeki oruç kalbi temizlemekte, üçüncü derecedeki oruç ise, rûhu yüceltmektedir. Nihâî hedef, Hakk’a ulaşmaktır.
Allah’ın yaratmış olduğu eşyâdaki hikmet ve incelikleri büyük bir ibret ve hayranlıkla seyreder. Halkda Hâlik’ı görür. Derin tefekküre dalan âşığın hayranlığı katlanarak artınca, Pâdişâhı zikretmeden, adını anmadan duramaz. Kendi ismi de âşık olan Âşık Paşa-yı Velî, bu durumu şöyle anlatmaktadır:
“Âşıkın gönlü dolubdur ibrete,
Dili anun yoldaş oldu hikmete,
Halik’ın halkın hemişe fikr’ider,
Fikr içinde Padişah’ı zikr’ider,
Halka bakmakdan dilek Hâlık durur,
Maksudu Oldur Ana âşıkdurur.”[59]
Allah’ın güzel isimlerini devamlı anan âşık, nefsini eğiterek, kalbini kötü duygu ve düşüncelerden arıtır. Yunus, aşkın tâlibi nasıl eğittiğini, “Aşk davâsın kılan kişi, hiç anmaya hırs ü hevâ”[60]sözüyle ifade etmektedir. Hırs ve hevâdan kurtulan kişi, İlâhî aşkı doyasıya tadar ve her manevî makâmı geçerken “daha yok mu” der.[61] Niyâzi Mısrî ise, Allah’ın adının zikredilmesinin âşığın her ânını dolduran zevkli bir uğraş olduğunu ifade etmektedir:
“Hakk’ı seven âşıkların eğlencesi tevhîd olur,
Aşk oduna yanıkların eğlencesi tevhîd olur.”[62]
O, gece gündüz Rabb’ini anmakla meşguldür. Bu yüzden de, gözünde uyku yoktur. Yemek yeme gibi bedensel ihtiyaçlarını, kendisini yaşatacak kadarıyle gidermektedir. Dost’tan başka hiçbir şeyi anmaz. Onu ne dünya, ne de onun içindekiler aldatabilir. En önemlisi ise, Hakk âşığı kimseyi aldatmaz. Çünkü, insanları aldatmasını gerektirecek tutku, hırs ve arzulardan kurtulmuş, hürriyetine kavuşmuştur.
“Dinle şimdi âşıka ışk neyleye,
Şoldurur kim göze uyku gelmeye,
Dutmaya uyku anun gözlerini,
Gözleye ol dün ü gündüz yar’ini,
Yimek ile uyku anda kim ola,
Gönül dostu sevmeğe muhkem ola,
Anmaya hiç dosttan ayruk kimseyi,
Terk ede dost dostluğıyçün dünyeyi,
Dosttan ayruk kimseye bağlanmaya,
Cümle alem mülküne aldanmaya.”[63]
Hünkâr, Şerh-i Besmeleadlı eserinde ise daha çok Allah’ın esirgeyicilik ve bağışlayıcılık anlamlarına gelen ve Besmele’nin içinde geçenRahmân ve Rahîm isimleri üzerinde durmaktadır. Allah’ın Rahmâniyet ve Rahîmiyet’ini bizzat Allâh u Teâlâ’nın bir hadîs-i kudsîdeki (metni Hz. Peygamber’e, anlamı Allâh’a ait hadîs) ifadesine dayandırmaktadır: “Ya Muhammed! Benim en yüce adım Allah’tır. Onun içindir ki, Allah’tan ayrı adlarım varsa, hepsi sıfattır. Nitekim Hâlik (yaratan) deyince, yaratıcılığım belirir. Rahmân (esirgeyen) deyince, Rahmet’imin çokluğu belirir. Rahîm (bağışlayan) desinler, uçmağı (Cennet’i) makam olarak vereyim. Allah desinler, perdeyi kaldırayım, yüzümü göstereyim. Ey korkucular! (Allah’tan korkanlar) Rahmân deyin ki, sizi korktuğunuzdan yana güvenli kılayım. Ey umucular! (Allah’tan umutlarını kesmeyenler) Rahîm deyin ki, umduğunuza eresiniz. Ey âşıklar! Allah deyin ki, düşmanların eziyetinden kurtulup Dost’a (Allâh’a) kavuşasınız.[64]
Hacı Bektaş Velî, kalbi Allah aşkı ile dolu olanların, Allah’a kavuşacaklarını ifade etmektedir.[65] “Dost” yolunun sonunda varılacak yer “aşk şehri”dir. Aşk şehrine varmak meşakkatlidir. Mücâhede gerekir. Yunus Emre, bu yolun sonunda varılacak aşk şehrinin “yedi kapısı”ndan bahsetmektedir. Birinci kapıda bir kişi vardır. O, yolcuya “selîm ol sen, miskinlik bulasın der.” İkinci kapıda, gelenleri korkutup kaçıran “iki arslan” vardır. Üçüncü kapıda gelenlere hücum ederek onları yoldan döndürmek isteyen “üç yılan” vardır. Dördüncü kapıda ise, dört “pîrler” vardır. Beşinci kapıda, yolcuyu yolundan alıkoymak için ona türlü şeyler satmak isteyen “beş ruhban”, altıncı kapıda ise, yolcuyu yolundan çevirmek isteyen “güzel bir kız” vardır. Yedinci kapıda ise, “yediler” oturur. Yolcuyu “kurtuldun, gir dost yüzün göresin” diye karşılarlar.[66] Bütün engelleri sabır ve sebatla aşmayı başaran kişi, aşk şehrine girebilecektir. Aşk şehrine varmak isteyen âşık, aklı ölçü, aşkı delil, nefsi zelîl eder. Ahlâkı Hz. Peygamber’e, hûyu Hz. Ali’ye benzer. Deniz gibi derin, yer gibi sakin, ateş gibi pişirici olur. Su gibi daima yola varır.[67]
II. Hz. Peygamber’e Duyulan Sevgi
Bektâşîlikteki yaygın din eğitimi faaliyetlerini etkili hale getiren unsurların en önemlisi, Hz. Peygamber’e duyulan sevgidir. Tekke ve dergâhlarda verilen din eğitiminin, eğitime muhatap olan dervişlere “rol modeli” olarak sunduğu en önemli kişi; hiç şüphesiz İslâm Peygamberi, Hz. Muhammed’dir. Temel Bektâşî kaynaklarının hemen hepsi besmele, hamdele ve salveleile başlamaktadır.[68] Peygambere olan bağlılık, Hoca Ahmed Yesevî’den Yunus Emre’ye kadar pek çok mutasavvıfın işlediği önemli konular arasındadır.
Şeyh Safî Buyruğu’nda, Hz. Muhammed hakkında şu ifadeler yer almaktadır.
“Yüz yirmi dört bin Nebi’ye Muhammed oldu ser,
Üç yüz on üç mürseller içinde oldurur server,
Yüz yirmi dört velînin evrendesidir ol Şah,
Nice mürseller eşiğinde afitâb çeker.”[69]
O, bütün nebîlerin ve velîlerin başıdır. Bir Bektâşî için, üstün niteliklere sâhip bir Peygamber’e ümmet olmak, övünç kaynağıdır. Hz. Peygamber’e duyulan bu coşku hâli, pek çok Bektâşî şâiri tarafından mısralara taşınmıştır. Tâlib ve dervişlerin ezbere bildikleri bu şiirler, Hz. Peygamber hakkındaki duygusal yakınlık, saygı ve sevgiyi sürekli canlı tutmuştur.
Vîrânî, Hz. Peygamber’e duyduğu sevgi ve bağlılığı şöyle ifade etmektedir:
“İki âlemde sultandır Muhammed,
Habîb-i nûr-u Rahman’dır Muhammed,
Muhammed’dir şefî’i mü’minânın,
Usûl-ü dîn ü îmandır Muhammed,
Muhammed’den ümîdin kesme dâim,
Cemi’i derde dermandır Muhammed,
Muhammed âlini kim sevmez ise,
Onlara külli düşmandır Muhammed.”[70]
Niyâzî Mısrî, Hz. Peygamber hakkındaki düşüncesini daha da ileri boyutlara taşıyarak; insanlığı bir ağaca, diğer varlıkları yapraklara, Peygamberleri meyvelere, Hz. Muhammed’i ise ağacın tohumuna benzetmektedir:
“Cihan bağında insan bir şecerdir gayriler yaprak,
Nebîler meyvadır sen zübdesin yâ Rasûlallah.[71]
Hz. Muhammed, iki âlemin şâhıdır. Bütün güzelliklerin kaynağı olan Hz. Peygamber, Allah tarafından kullara vasıtasız olarak öğretilen ilim ve Allah’a ait sırlar anlamına gelen “ilm-i ledün”ün kaynağıdır.[72] Âlemin övüncü ve dînin şehsuvârıdır:
“Fahri âlem şehsüvâr-ı mülk-i dîn,
Mustafa hatm-i cemi-i mürselîn.”[73]
Hz. Peygamber, kaynaklarda sadece duygusal yönden konu edilmemiştir. Bilişsel boyutta da mesajlar verilerek, onun örnek kişiliğine dikkat çekilmiş; Bektâşî babaları, kendilerine ait eserlerde Hz. Peygamber’in şahsiyet özelliklerini ve ahlâkını da işlemişlerdir. Mesela; Veli Baba Menâkıbnâmesi’nde Hz. Peygamber, hilye-i şerîf (Allah Rasulü’nün dış görüntüsü)inden başlanarak[74] örnek ahlâkı ile birlikte dervişlere tanıtılmaktadır. Burada dikkat çeken, Hz. Peygamber’in daha çok insan ilişkileri ve ahlâk açısından tanıtılıyor olmasıdır. Bunun nedeni, şu şekilde izah edilebilir: Bektâşî tekkelerinde psiko-sosyal hayatında uyumlu, verimli ve yüksek ahlâka sahip bir insan tipi yetiştirilmek istenmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in daha çok topluma yönelik olarak sergilediği örnek davranışları sözkonusu edilmektedir. Yine Veli Baba Menâkıbnâmesi’ne dönecek olursak, bu eserde Hz. Peygamber’in insanlarla nasıl iletişim kurduğu, iletişim kurarken öfkelenmeden, tevâzû, sabır, nezâket ve güleryüzle nasıl konuştuğu gibi konular işlenmektedir.[75]
Gerek dergâh içinde, gerekse dergâh dışında dervişe en çok lazım olacak konular bunlardır. Derviş, İslâm’ı tasavvuf nosyonu içinde çevresine takdim eden, bir nevi din eğitimi-öğretimi yapan bir insanıdır: Onun herşeyden önce iletişim becerilerini geliştirmeye ihtiyacı vardır ve bu konuda en büyük örnek; Hz. Peygamber’dir.
Menâkıbnâme’deHz. Peygamber’in insanların istek ve ihtiyaçlarına nasıl cevap verdiği, onları hayırlı işlere nasıl yönlendirdiği, tefrîka ve ihtilâfa sebep olabilecek söz ve davranışlardan nasıl kaçındığı gibi mevzûlar da işlenmektedir ki, Veli Baba’nın bu önemli konularda mürşîd konumundaki “baba”lara mesaj verdiği düşünülebilir.[76] Ashâbın O’nun meclisindeyken oturma ve konuşma âdâbını anlatan[77] Veli Baba’nın şöyle bir yaklaşım takip ettiği görülmektedir: Onun öğretim sürecinin başında belirlediği temel amaç, tekke ve dergâhlardaki “âdâb ve erkân”ın teşekkülüdür. Bu nedenle, Hz. Peygamber’i anlatırken seçtiği konu ve örnekler, daha çok derviş ve babaların tekke hayatlarını düzenleyecek niteliktedir.
Veli Baba, Hz. Peygamber sevgisini Peygamber ahlâkı ile bütünleştirmiştir. Hz. Peygamber’in rüyada görülmesi konusunu anlatırken tarîkatla ilgili ilkelere de dikkat çekmektedir: “Rasûlu’llah Efendimiz’i görmek, insanın içini her türlü fenâ hûylardan temizlemesi, kalbini şehevî isteklerden arındırması ile mümkün olur. Nitekim Rasûlu’llah Efendimiz buyurmuştur ki; ‘insan cesedinde bir et parçası vardır ki; o et parçası sağlam (doğru) olduğu zaman, cesedin hepsi sağlam (doğru) olur. O et parçası bozulduğu zaman, cesedin hepsi bozulur. Ey ashabım! O et parçası, insanın kalbidir.”[78] Bu nedenle Hasan ve Hüseyin soyundan gelen seyyidler, bu hadîs-i şerîfin hükmünü amellerinde ilke haline getirmişlerdir. Bütün güçlerini, Hak Subhanehû ve Teâlâ Hazretlerinin Rızâ’sını kazanmaya hasretmişler; Allah’tan başkasına meyletmemişlerdir. Tarîkleri, zikir, fikir, az yemek, az uyumak, az konuşmak, şöhretten çekinmek ve ‘eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin’[79]âyetine uygun olarak, Rasûlu’llah’a ittiba olmuştur. Rasûlu’llâh’a ittiba O’nun yaptığı ibâdetleri yapmak, O’nun terkettiklerini terketmekle olur. Allah’a ulaşmak, Rasûlu’llâh’a uyma şartına bağlanmıştır.[80]
Veli Baba’ya göre Rasûlu’llah’a ittiba, zâhirî ve bâtınî olmak üzere iki kısımdır. Zâhirî ittiba, farzları yerine getirmek, haramlardan ve mekruhlardan kaçınmaktır. Muhammed ahlâkı ile ahlâklanıp, kulluğun gereklerini yerine getirmek ve dünyevî isteklerden vazgeçmektir. Allah’tan gayrına sevgi duymayı terk ederek uhrevî amelleri yapmak, fakirliği tercih etmek, âlimlere saygı ve insanlara sevgi göstermektir. Bâtınî ittiba ise, Allah’ın nimetlerini tefekkür etmek, Allah u Teâlâ’ya aşk ve muhabbet duyup O’na kavuşmayı istemektir. Korku ile ümit arasında olup, her halde Allah’a hüsn ü zan etmek, Rızâ’sını talep ve şükretmektir. Allah’a karşı gelmeme konusunda sebat ve istikâmet üzere olmaktır. Murâkabe ile, mürşîdin güzel hallerini hatırlamaktır. Veli Baba, bu hal üzere devamlılık sağlayan ve Ehl-i Beyt’i seven bir kimsenin istidat derecesi ve kabiliyetine göre “Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, işte onlar Allah’ın nimetine eriştirdiği Peygamberlerle, şehidler ve iyilerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar”[81] âyetine muhâtap olacağını haber vermektedir.[82] Veli Baba, Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt’e duyulan muhabbetin, onların yolundan gitme eylemini beraberinde getirmesi gerektiği görüşündedir. Aksi takdirde, âhirette onlarla birlikte olmak mümkün olmayacaktır: “Şu halde Cenab-ı Allah’a istiğfar ve tazarrû edip günahlarından pişman olmalısın. Rasulu’llah Efendimiz’e ve Ehl-i Beyt’ine muhabbet etmeli ve salât ü selamlarına kemâl-i hırsla devam etmelisin. Emirlerini icrâ edip; nehyettiklerinden kaçınarak onların yolunda çalışmalısın ki; Rasûlu’llah Efendimiz ve Ehl-i Beyt ile haşrolasın.” [83]
Bektâşî kaynaklarında Peygamber sevgisi ile birlikte Hz. Muhammed’in ahlâkı üzerinde de yoğun bir şekilde durulduğu görülmektedir. Bu anlatımlar sırasında, dervişlerin ahlâkî eğitimleri sürecinde, onlara yol gösterecek ahlâkî ilkelere ağırlık verilmiştir.
“Gölgesi yere düşmezdi o şâh-ı cihânın,
Nur idi başdan ayağa o rûh-u musavver,
Kim kötülük ederse, ol ona iyilik ederdi,
Saklamazdı kalbinde kudret-i müsekker.”[84]
Kendisine kötülük edenlere bile iyilik eden Hz. Peygamber, Hz. Ali ile devam edecek olan fütüvvet mesleğininkaynağıdır. Bektâşî Tarîkatı’nın en önemli erkânı olan dört kapı da, Hz. Peygamber’e dayandırılmaktadır:
“Ol Muhammed Mustafâ’dır cânımız,
Rûz-ı mahşerde bizim Sultân’ımız,
Hem şerîat, hem tarîkat kânımız,
Ma’rifet sırrı hakîkat cânımız.”[85]
III. Ehl-i Beyt Sevgisi
Ehl-i Beyt, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in ailesidir. “Ey Peygamber’in Ehl-i Beyt’i! Şüphesiz Allah, sizden kusûru giderip, tertemiz yapmak ister”[86] âyeti nâzil olduğunda, ashâbın Peygamber Efendimiz’e Ehl-i Beyt’in kim olduğunu sormaları üzerine, Allah Rasûlü Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i yanına çağırarak, abasının altına almış ve onların Ehl-i Beyt’i olduğunu ifade etmiştir. Bu olay nedeniyle Ehl-i Beyt, “Âl-i Abâ” olarak da isimlendirilmektedir. Kültürümüzde ise Âl-i Abâ, “beş esmâ” şeklinde telaffuz edilmiştir.
Hz. Ali, sağlığında Hz. Muhammed’in övgüsüne mazhar olmuş bir sahâbî, Hz. Peygamber’in amcasının oğlu ve damadıdır. “Ben kimin dostu isem, Ali de onun dostudur[87], Yâ Ali! Sen dünyada da âhirette de benim kardeşimsin”[88], “Her Peygamber’in nesli kendisinden, benimkisi ise Ali’den olacaktır”[89] hadîsleri, Hz. Ali’ninHz. Peygamber tarafından ne kadar sevildiğini göstermektedir. Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi sadece övmekle kalmamış, kendisinden devam edeceğini söylediği nesli olan Ehl-i Beyt’ini, Kur’an’la birlikte mîrâs bırakmıştır.[90]
Hz. Peygamber’in bu mesajı, tekke ve dergâhlarda iyi algılanarak, Hz. Ali’ye karşı derin ve güçlü bir muhabbet beslenilmiştir. Hz. Ali, İslâm Tasavvuf Düşüncesi’ni derinden etkilemiştir. Onun ilmi, zühd ve takvâsı, yani ibâdet hayatına verdiği önem, sûfiler tarafından örnek alınmasını beraberinde getirmiştir. Gerek Bektâşî dervişleri, gerekse diğer tarîkat erbabınca, Hz. Ali’ye “Şâh-ı Velâyet”, “Sultân’ül-Evliyâ” lâkabları uygun görülmüştür. Âşık Vîrânî’ye göre, Hz. Ali’ye duyulan sevgi, Allah’ın inâyetine sebeptir. Çünkü, velâyet kabzasını elinde tutan Hz. Ali, Allah’a giden yolların öğreticisi olmuştur:
“Her kim ki sever cân ile Şâh-ı Velâyeti,
Hakk’ın anadır çünkim bilesin inâyeti.”[91]
“Haydar-ı Kerrâr”, “Şâh-ı Merdân” sıfatlarıyla da anılan Hz. Ali, ilmi yanında cesâret ve şecaati ile de örnek alınmıştır. Onun İslâm’ın yayılması için canı ve malı ile gayret göstermesi, tâlib ve dervişlere örnek olmuştur. Özellikle savaşlarda gösterdiği kahramanlıklar, destanlaştırılarak Bektâşî, Kâdirî, Rufâî ve Mevlevî tekkelerinde anlatılmış, gönüllerde yer etmiştir. Yemînî, Fazîletnâme’sindeonun İslâm’ın yayılması için yaptığı fedâkârlık ve kahramanlıkları şöyle anlatır:
“Nice putperest ehl- zünnâr (Hıristiyan)
Dîn-i Ahmed’e eylediler ikrâr
Nice ger zât kişi ateşperesti
Yıkıp tahtın yüzünü yere bastı
Zülfikâr korkusundan ehl-i zünnâr
Muhammed dînine etmiştir ikrâr.”[92]
Hz. Ali İslâm’ı, Arap yarımadasının dışına kadar götüren bir îman cengâveridir. Bu yönüyle, Allah uğrunda savaşan Yeniçeri’ye, bütün Gazî’lere ve Alp’lere örnek olmuştur. Yemînî, Hz. Ali’nin sınır tanımayan mücâdele coğrafyasını şu satırlarda dile getirmektedir:
“Ne Türkistan kaldı ne Bedehşan,
Îmâna davet etti Şâh-ı Merdân.
Şehâdet getiren buldu necâtı,
İnanmayan gösterdi memâtı.
Muhammed dîni ile tuttu kuvvet,
Küfür ehlinde hiç kalmadı kudret.”[93]
Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî de, hikmetlerinde Ehl-i Beyt sevgisini işlemiş bir Hak âşığıdır. O, İslâm’ın yeryüzüne yayılması sürecine önemli katkılarda bulunan Hz. Ali’nin kahramanlıklarını şöyle destanlaştırmıştır:
“Sıfat kalsam Ali şîr-i Hüdâ’dur,
Ki şemşîr birle kâfiri kıradur.
Ali İslâm üçün kanlar yutadur,
Ki İslâm tuğını muhkem tutadur.”[94]
Hadîs olarak rivâyet edilen ve Hz. Ali’nin kahramanlığını anlatan; “Lâ fetâ illâ Ali lâ seyfe illâ Zülfikâr”metni[95], tekkelerde zevkle okunan Zülfikârnâme’lere “redif”[96], Yeniçeri Ocağı’nın sancağına “sembol”[97] olmuştur. “Fetâ (genç, yiğit, kahraman)” kelimesinden türetilmiş olan “fütüvvet”, Hz. Ali’nin ilim, cesâret, kahramanlık ve ahlâkını sembolize eden bir kavramdır. Vîrânî Baba, Lâ fetâ illâ Ali redifli bir dörtlüğünde, haşir sırasındaki kurtuluşu, Hz. Ali’ye tâlib olmaya bağlamaktadır:
“Gel dilersen tâlibseb bulmaya ömr-ü necât,
Görüne rûşen gözüne âlem içre müşkilât,
Hayy olasın haşr olunca içesin Âb-ı Hayât,
Vird edip söyle dilinde lâ fetâ illâ Ali.”[98]
Fütüvvetin sıfatları Allah’ın isimleri, yaprakları Peygamberlerin isimleri, yemişi mü’minin sıfatı, kökü vahdet, dalları hilim, meyvası ilimdir.[99]
Fütüvvetnâme ve Erkânnâme’lerdefütüvvetin on iki şartı olduğu ifade edilmiştir: 1. Eline, beline 2. Diline sahip olmak (edeb) 3. Aşına, işine 4. Eşine sahip olmak (erkân) 5. Küşâde-i Pîşânî 6. Küşâde-i dil 7. Küşâde-i hınca olmak 8. Hamûş olmak 9. Ayıp pûş olmak 10. Zehir nûş olmak 11. Sofrası, alnı ve gönlü açık olmak 12. Gazabını yutmak, gördüğünü örtmek, görmediğini söylememek.[100]
Bektâşî dervişi, fütüvvetin Peygamberlerde şu sıfatlarla tezâhür ettiğini kabul eder ve Peygamberleri fütüvvetle alakalı davranışları açısından da örnek alır. Hz. Âdem’de saf yüreklilik, Hz. Nuh’da kurtarıcılık, Hz. İbrahim’de cömertlik, Hz. Mûsâ’da vefâkârlık, Hz. Dâvud’da gerçeklik, Hz. Ya’kub’da gözü yaşlılık, Hz. Eyyûb’da sabırlılık, Hz. Îsâ’da insanlık, Hz. Muhammed’de merhamet. Hz. Ali’de ise, ilim ve cesâret olarak tezâhür etmiştir.[101]
Hz. Ali’nin fütüvveti ile ile ilgili yaşanmış örneklerin sunulduğu en önemli eserler, kuşkusuz Cenknâme’lerdir.[102] Cenknâmeler, tekke ve dergâhlarda yoğun bir şekilde okunmuş, Hz. Ali’nin İslâm’ın yayılması için yaptığı mücâdeleleri anlatan menkîbeler, dervişlerin zihin ve gönüllerine kazınmıştır. Dervişlerdeki cesâret, kahramanlık, fedâkârlık ve vefâkârlık gibi duyguların gelişmesinde bu menkîbelerin tesiri büyük olmuştur. Bektâşî tekkelerinde, Hz. Ali ile ilgili olan ve çok okunan kitaplar şunlardır: Fazîletnâme(Hz. Ali’nin kerâmetleri anlatılmaktadır)[103], Hutbetü’l Beyân(Hz. Ali’nin sözleri yazılıdır), Emirnâme(Hz. Ali’nin Mâlik bin Eşter’e yazdığı mektup)[104]
Bektâşî dervişinin zihninde Hz. Ali, dîn ve îmanla özdeşleşmiştir. Onun ahlâkını örnek alanlar, örnek olmuşlardır.
Hz. Fâtıma, Hz. Peygamber’in en küçük kızıdır. Hz. Peygamber’e vahy gelmesinden beş yıl sonra, mîlâdî 615 yılında dünyaya gelmiştir. Ona, Fâtıma (kesilmiş) isminin verilmesinin sebebi, Allâh’ın onu ve onu seven dostlarını ateşten (Cehennem’den) kesmiş olmasıdır. Hz. Muhammed, bir hadîsinde sevgili kızı Fâtıma hakkında şunları söylemiştir: “Hakîkaten Allah, kızım Fâtıma’yı ve onun evlâtlarını ve onları sevenleri ateşten uzaklaştırmıştır.”[105] Kendisine “beyaz, parlak ve aydın yüzlü kadın” anlamına gelen “Zehrâ” da denilmiştir. “Betül” denmesinin sebebi ise, kendi zamanının kadınlarından fazîlet, din ve soyluluk yönünden ayrılmış (ve seçkinlik kazanmış) olmasıdır.[106] Hz. Peygamber, mü’minlerin gönlüne Hz. Fâtıma sevgisinin yer etmesinde önemli bir yeri olan bir başka hadîsinde de, şöyle söylemiştir: “Kızım Fâtıma, geçmiş, gelecek, bütün kadınlardan üstündür. O, vücûdumun bir parçası, gözümün nûru ve kalbimin meyvesidir.”[107]
Peygamberimizin soyu, Hz. Fâtıma’nın çocuklarıyla devam etmiştir. Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere; “şerîf”, Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere ise “seyyid” denmiştir. Hz. Peygamber’in, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i çok sevdiğini ve bu sevgisini de açıkça ifade ettiğini kaynaklar nakletmektedir. Sık sık, Hz. Hasan’ı sağ yanına, Hz. Hüseyin’i de sol yanına alarak, onlarla birlikte namaz kılmış, namaz sırasında onların sırtına, omuzuna çıkmasına ses çıkarmamıştır. Selam verdikten sonra, onları kucağına alarak, öpüp koklamış; “Allâh’ım! Ben bu ikiyi (Hasan ve Hüseyin’i) severim ve onları seven kimseyi de severim”[108] buyurmuştur. Bir gün, Hz. Peygamber minberde hutbe okurken, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, düşe kalka mescide gelmişlerdir. Hz. Peygamber, konuşmasını yarıda keserek, aşağı inmiş, onları yanına oturtarak, konuşmasını kaldığı yerden sürdürmüştür. Ama ne acı ki, Peygamber çiçeği olan bu iki yiğit, fitne ve tefrikalara kurban edilerek şehit edilmişlerdir. Bununla birlikte, onların soyundan gelen seyyid ve şerîfler, Fâtıma ananın emânetleri olarak görülmüş, her zaman sevgi ve saygıya mazhar olmuşlardır.
Yunus Emre, gönlündeki Ehl-i Beyt sevgisini mısralara şu kelimelerle taşımıştır:
“Şehîdlerin ser çeşmesi evliyânın bağrı başı,
Fatma ana gözü yaşı Hasan ile Hüseyin’dir.
Hazret Ali babaları, Muhammed’dir dedeleri,
Arşın iki gölgeleri Hasan ile Hüseyin’dir.”[109]
Ehl-i Beyt âşığı Niyâzî Mısrî, Hz. Muhammed’in Ehl-i Beyt’ine olan sevgisini ve onlara revâ görülen eziyetlere üzüntüsünü şu satırlarda dile getirmektedir:
“Ol Hasan hazretlerine zehr içirdi eşkıyâ,
Hem Hüseyin oldu susuzluktan şehîd-i Kerbelâ,
İkisidir aslı nesli cümle âl-i Mustafâ,
Ben anın âl’ine evlâdına kurbân olayım.”[110]
Vîrânî Baba bir başka şiirinde ise yine Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt’e olan sevgi ve bağlılığını şöyle dile getirmektedir:
“Şehâdet vermişem ben Mustafâ’ya,
Gulâmım cân u dilden Murtazâ’ya,
Ali evlâdının hak bendesiyem,
Muhibbem şah Hasan Hulk-i Rızâ’ya.”[111]
Vîrânî Baba, Ehl-i Beyt’in niçin sevilmeleri gerektiğini, onların niteliklerini de anlatarak gerekçelendirmektedir. Onları seven, ölse bile diridir:
“Şah Hasan Hulk’r-Rızâ’dan zâhir oldu her sıfat,
Hem Hüseyn-i Kerbelâ’dan keşf olur envâr-ı zât,
Nesl-i Şâh’ı sevdi her kim buldu mematta hayat,
Sevmişem cân u gönülden ben hem İmam-ı Kâzım’ı.”[112]
Sonuç
Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan Allah tasavvurunda bütün yaratılmışlarla birlikte insanları çok seven ve onlar tarafından da sevilmeyi murâd eden, Rahmân ve Rahîm bir Rab inanan gönüllere işlenmektedir. Bu ilâhî mesajı çok iyi kavrayan ve kendilerine muhabbetu’llâhı meslek olarak seçen Hak âşıkları gönüllerini besleyen bu sevgiyi cömert bir şekilde çevrelerindeki insanlarla da paylaşmışlardır. Hakk’ın sözünü (Kur’an’ı) ve güzel isimlerini (Esmâü’l-Hüsnâ’yı) anarak ve anlatarak, Allâh’ı insanlara sevdirmeye çalışmışlardır. Kaynağını Allah sevgisinden alan bir anlayışla formüle ettikleri Muhammed ahlâkını güler bir yüz ve tatlı bir üslupla öğretim konusu yaparak insanları Allah sevgisini hak eden bir hâle ve makâma kavuşturmaya gayret etmişlerdir. Hiçbir beklentiye girmeden, sadece Hakk’ın rızâsını gözeterek bu mesleği icrâ edenlerin önemli bir kısmı Hânedân-ı Ehl-i Beyt’ten olan gönül sultanlarıdır. Onların Hazret-i Peygamber’in incelik, zerâfet, şefkat ve merhametini yansıtan hoş söz ve davranışları inanan ve inanmayan insanları derinden etkilemiş, pek çok insan İslâm’ın bu hoş meltemine kendisini bırakarak aşk ve şevk denizinde zevkli yolculuklara girişmiştir. Hesap ve kitaba gelmeyen, zaman ve mekâna sığmayan nice güzellikler Allah, Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisinin yaşandığı dönemlerde milletimizi ve insanlığı kuşatmıştır. Hoca Ahmed Yesevî, Hacı Bektâş Velî, Hacı Bayram Velî, Mevlâna Celâleddin Rûmî, Yunus Emre, Âşık Vîrânî ve Niyâzî Mısrî gibi Hak âşıkları bu gerçeği insanlara anlatmaya kendilerini adamışlar, bu mesleğe ömürlerini vermişlerdir. Yazdıkları eserlerdeki aşk ve sevgiyi dile getiren cümleler, beyitler anlaşılmayı ve anlatılmayı beklemektedir.
Bibliyografya
ARSLANOĞLU, İbrahim, Yazarı Belli Olmayan Bir Fütüvvetnâme, Ankara, 1997, Kültür Bakanlığı Y.
Aşık Vîranî Dîvânı, haz. M. Halid Bayrı, İstanbul, 1957, Maarif Kitaphanesi.
BIRGE, John Kıngsley, Bektâşîlik Tarihi, İstanbul, 1991, Ant Y.
ÇETİN, İsmet, Türk Edebiyâtında Hz. Ali Cenknâmeleri, Ankara, 1997, Kültür Bakanlığı Y.
EĞRİ, Osman, “Alevî Kaynakların Neşri”, Türkiye I. Dinî Yayınlar Kongresi, Ankara, 2004, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.
…………, “Yeniçeri Ocağının Manevî Eğitimi ve Bektâşîlik”, Hacı Bektaş Velî Dergisi, S. 24., ss. 113-132.
EMİR, Enis, Fazîlet-i Ehl-i Beyt-i Rasûlillah, İstanbul, ts., Der Y.
Feyznâme-i Misâlî Gülbaba (I. Bölüm),haz. Hacı Yılmaz, Hacı Bektaş Velî Dergisi, S. 15., ss. 95-105.
Feyznâme-i Misâlî Gül Baba (II. Bölüm), haz. Hacı Yılmaz, Hacı Bektaş Velî Dergisi, S. 16., ss. 165-174.
FROMM, Erich, Sağlıklı Toplum, çev: Yurdanur Salman, İstanbul, 1990, Payel Y.
Hacı Bektaş Veli, Kitâbü’l-Fevâid, haz. İ. Ö., Ankara, Ayyıldız Y.
…………, Makâlât, sad. Hüseyin Özbay, Ankara, 1996, Kültür Bakanlığı Y.
…………, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, haz. Davut Duman, Ankara, 2004, GÜHAM Y.
…………, Şerh-i Besmele, haz. Rüştü Şardağ, Ankara, 1993, Kültür Bakanlığı Y.
Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, haz. Hayati Bice, Ankara, 1993, T. D. V. Y.
Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, haz. Kemal Eraslan, Ankara, 1993, Kültür Bakanlığı Y.
İmam Ali Buyruğu (Nehcü’l-Belâğa), haz. Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul, 1972, Yeni Şark Maârif Kütüphânesi.
İmam Cafer-i Sâdık Buyruğu, haz. Adil Ali Atalay, İstanbul, 1998, Can Y.
Kaygusuz Abdal, Dilgüşâ, haz. Abdurrahman Güzel, Ankara, 1987, Kültür Bakanlığı Y.
…………, Kitab-ı Miglate, haz. Abdurrahman Güzel, Ankara, 1983, Kültür Bakanlığı Y.
Kitâb-ı Cabbâr Kulu, Eyüp Öztürk Özel Kütüphanesi, H. 1165.
Kitâb-ı Dâr, Durmuş Topal Özel Kütüphanesi.
KOCA, Şevki, Melâmi-Bektâşî Metaforunda İrşâd Paradigması Mürg-i Dil, İst, 1999, Nazenin Y.
MASLOV, Abraham H., Dinler, Değerler, Doruk Deneyimler, çev: H. Koray Sönmez. İstanbul, 1996, Kuraldışı Y.
…………, Abraham H., İnsan Olmanın Psikolojisi, çev: Gönül Suveren, İstanbul, 2001, Kuraldışı Y.
Menâkıb-ı Hacı Bektaş Velî, haz. Abdülbâkî Gölpınarlı, İstanbul, 1958, İnkılâp Kitabevi.
Niyâzî Dîvânı, Maarif Kitaphanesi, ts.
NOYAN, Bedri, Bütün Yönleriyle Bektâşîlik ve Alevîlik, Ankara, 2000, Ardıç Y.
ÖZMEN, İsmail, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi, Ankara, 1995, Saypa Y.
SAYAR, Kemal, “Geçmişin Bilgeliği Bugünün Psikoterapileriyle Uyuşabilir mi?”, Sufi Psikolojisi, der., Kemal Sayar, İstanbul, 2002, İnsan Y.
Seyyid Ahmet Rıf’at Efendi, Mir’âtü’l- Mekâsıd fi Def’il- Mefâsıd, İstanbul, 1293 H.
Şeyh Safî Buyruğu, çev: Mustafa Erbay, Ankara, 1994, Ayyıldız Y.
ULUÇAY, Ömer, Alevîlikte Duâ, Adana, 1996, Gözde Y.
Yemînî, Fazîletnâme, İsmail Özmen, Alevî-Bektaşî Şiirleri Antolojisi, c. II., ss. 52-100.
Yemînî, Fazîletnâme, Veliyettin Ulusoy Özel Kütüphanesi.
Yunus Emre Dîvânı, İstanbul, 1954, Maarif Kitaphanesi.
* Gazi Ü. Çorum İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
[1] Anlamı: “Hamd âlemlerin Rabb’i olan Allâh’a mahsustur. Peygamber’imiz Muhammed’in, onun Ehl-i Beyt’inin ve ashâbının hepsinin üzerine salât ve selâm olsun.”
[2] Ömer Uluçay, Alevîlikte Duâ,Adana, 1996, Gözde Yayınevi, s. 48-49.
[3] Bkz. Kitâb-ı Dâr, Durmuş Topal Özel Kütüphanesi, vr. 18a-20a.
[4] Bkz. İsmail Özmen, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi,Ankara, 1995, Saypa Y., s. 404; Bedri Noyan, Bütün Yönleriyle Bektâşîlik ve Alevîlik, Ankara, 2000, Ardıç Y., s. 112.
[5] Bkz. Osman Eğri, “Alevî Kaynakların Neşri”, Türkiye I. Dinî Yayınlar Kongresi,Ankara, 2004, Diyanet İşleri Başkanlığı Y., s. 116; âyetin anlamı: “Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Müminleri (bunlarla) müjdele.” Saf, 61/13.
[6] Bkz. Noyan, a.g.e.,s. 144.
[7] Bkz. DİA, Gülbânk maddesi.
[8] Bakara, 2/165.
[9] Ahzâb, 33/33.
[10] Şûrâ, 42/23.
[11] et-Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c. 23, s. 380, Hadis No: 901; el-Müttakî el-Hindî “Kenz’ül-Ummâl” c. 12, Hadis No: 1264.
[12] Enis Emir, Fazîlet-i Ehl-i Beyt-i Rasûlillah, İstanbul, ts., Der Y., s. 338-339.
[13] Ahmed bin Hanbel, Müsned.
[14] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu,Eyüp Öztürk Özel Kütüphanesi, H. 1165, vr. 110b.
[15] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu,vr. 111a.
[16] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu,vr. 21a-21b.
[17] Erich Fromm, Sağlıklı Toplum, çev: Yurdanur Salman, İstanbul, 1990, Payel Y., s. 135-136.
[18] Ahmed Yesevî, Divan-ı Hikmet,Haz. Kemal Eraslan, Ankara, 1993, Kültür Bakanlığı Y., s. 235.
[19] Abraham H. Maslov, İnsan Olmanın Psikolojisi, çev: Gönül Suveren, İstanbul, 2001, Kuraldışı Y., s. 104.
[20] Maslov, a.g.e.,s. 112.
[21] Hacı Bektaş Veli, Kitâbü’l-Fevâid,haz. İ. Ö., Ankara, Ayyıldız Y., s. 56, 57.
[22] Hacı Bektaş Veli, a.g.e.,s. 54, 55.
[23] Kemal Sayar, “Geçmişin Bilgeliği Bugünün Psikoterapileriyle Uyuşabilir mi?”, Sufi Psikolojisi, der., Kemal Sayar. İstanbul, 2002, İnsan Y., s. 26.
[24] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye,haz. Davut Duman, Ankara, 2004, Gazi Ü. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Arş.Mrk.Y., s. 3-4.
[25] Abraham H. Maslov, Dinler, Değerler, Doruk Deneyimler, çev: H. Koray Sönmez. İstanbul, 1996, Kuraldışı Y., s. 80.
[26] Kaygusuz Abdal, Kitab-ı Miglate, haz. Abdurrahman Güzel, Ankara, 1983, Kültür Bakanlığı Y., s. 87-88.
[27] Hacı Bektaş Velî, Makâlât,sad. Hüseyin Özbay, Ankara, 1996, Kültür Bakanlığı Y., s. 27.
[28] John Kıngsley Bırge, Bektâşîlik Tarihi,İstanbul, 1991, Ant Y., s. 110.
[29] Kaygusuz Abdal, Dilgüşâ,haz. Abdurrahman Güzel, Ankara, 1987, Kültür Bakanlığı Y., s. 64.
[30] Seyyid Ahmet Rıf’at Efendi, Mir’âtü’l- Mekâsıd fi Def’il- Mefâsıd,İstanbul, 1293 H., s. 59.
[31] Hacı Bektaş Veli, Kitabü’l- Fevaid, s. 15.
[32] Hacı Bektaş Veli, a.g.e.,s. 15.
[33] Hacı Bektaş Veli, a.g.e., s. 56.
[34] Erich Fromm, Sağlıklı Toplum, s. 137-138.
[35] Aşık Vîranî Dîvânı, haz. M. Halid Bayrı, İstanbul, 1957, Maarif Kitaphanesi, s. 59.
[36] Niyâzî Dîvânı,Maarif Kitaphanesi, ts.,s. 62.
[37] Yunus Emre Dîvânı,İstanbul, 1954, Maârif Kitaphanesi, s. 109.
[38] “Yapamamazsınız -ki yapamayacaksınız- o takdirde, inkâr edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taş olan ateşten sakının.” Bakara, 2/24.
[39] Bkz. Yunus Emre Dîvânı,s. 288.
[40] Bkz. Niyâzî Dîvânı,s. 162.
[41] Bkz. Âşık Vîranî Divanı, haz: M. Halid Bayrı, İstanbul, 1957, Maarif Kitaphanesi, s. 122.
[42] Bkz. Hacı Bektâş Velî, Makâlât,s. 29.
[43] Âşığın Kur’ân’a bağlılığı konusunda bkz. Aşık Paşa yı Velî, Garibnâme,haz. Bedri Noyan, Ankara, 1998, Ardıç Y., s. 153.
[44] İsmail Özmen, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi,Ankara, 1995, Saypa Yayın Dağıtım, c.II., s. 499.
[45] Tâ hâ, 20/124.
[46] Tâ hâ, 20/125.
[47] Tâ hâ, 20/126; Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 20-22.
[48] Şeyh Safî Buyruğu, çev: Mustafa Erbay, Ankara, 1994, Ayyıldız Ys. 74.
[49] Yunus Emre Dîvânı,s. 127.
[50] Tirmizî, Menâkıb, 77, 3790.
[51] Seyyid Ahmet R. Efendi, a.g.e.,s. 169.
[52] Feyznâme-i Misâlî Gül Baba (II. Bölüm), haz. Hacı Yılmaz, Hacı Bektaş Velî Dergisi, S. 16., ss. 165-174., s. 169.
[53] Seyyid Ahmet R. Efendi, a.g.e.,s. 61.
[54] Âşık Paşa yı Velî, Garibnâme,s. 223.
[55] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye,s. 48, 49.
[56] Hacı Bektâş Velî, a.g.e.,haz. Davut Duman, Ankara, 2004, Gazi Ü. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Arş. Mrk. Y., s. 18.
[57] Hacı Bektâş Velî, a.g.e.,s. 42.
[58] Hacı Bektâş Velî, a.g.e.,s. 41.
[59] Âşık Paşa yı Velî, a.g.e., s. 304.
[60] Bkz. Yunus Emre Dîvânı,s. 93.
[61] Seyyid Ahmet R. Efendi, Mir’âtü’l- Mekâsıd fi Def’il- Mefâsıd,s. 61.
[62] Niyâzî Dîvânı,s. 158.
[63] Âşık Paşa yı Velî, a.g.e.,s. 252-253.
[64] Hacı Bektaş Velî, Şerh-i Besmele,haz. Rüştü Şardağ, Ankara, 1993, Kültür Bakanlığı Y., s. 8.
[65] Hacı Bektaş Velî, Makâlât,s. 29.
[66] Yunus Emre Dîvânı,s. 230-231.
[67] Kaygusuz Abdal, Dilgüşâ, s. 73.
[68] Bkz. Menâkıb-ı Hacı Bektaş Velî,haz. Abdülbâkî Gölpınarlı, İstanbul, 1958, İnkılâp Kitabevi, s. 1; İmam Cafer-i Sâdık Buyruğu,haz. Adil Ali Atalay, İstanbul, 1998, Can Y., s. 11.
[69] Şeyh Safî Buyruğu, s. 62.
[70] Âşık Vîranî Dîvânı, s. 33-34.
[71] Niyâzî Dîvânı,İstanbul, Maarif Kitaphanesi,s. 72.
[72] Şevki Koca, Melâmi-Bektâşî Metaforunda İrşâd Paradigması Mürg-i Dil,İst, 1999, Nazenin Y., s. 12.
[73] Feyznâme-i Misâlî Gülbaba (I.Bölüm),haz. Hacı Yılmaz, Hacı Bektaş Velî Dergisi, S. 15., ss. 95-105, s. 103.
[74] Bkz. Velî Baba Menâkıbnâmesi, haz. Bedri Noyan, İstanbul, 1995, Can Y., s. 181-184.
[75] Bkz. a.g.e., s. 184-186.
[76] Bkz. a.g.e., s. 189-192.
[77] Bkz. a.g.e., s. 191.
[78] Müslim, Müsâkât, 107: Dârimî, Büyû’, 1: İbn-i Mâce, Fiten, 14.
[79] Âl-i İmrân, 3/31.
[80] Velî Baba Menâkıbnâmesi, s. 172-173.
[81] Nisâ, 4/69.
[82] Velî Baba Menâkıbnâmesi, s. 177-178.
[83] Bkz. a.g.e., s. 178.
[84] Şeyh Safî Buyruğu, s. 62.
[85] Âşık Vîranî Divanı, s. 96.
[86] Ahzâb, 33/33.
[87] Tirmizî, Menâkıb, 3714.
[88] Tirmizî, Menâkıb, 3722.
[89] Taberânî, el-Mecmeu’l-Kebîr, no: 2630; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 10:333.
[90] Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 77, 3790.
[91] Âşık Vîranî Divanı, s. 110.
[92] Yemînî, Fazîletnâme,İsmail Özmen, Alevî-Bektaşî Şiirleri Antolojisi,c. II., ss. 52-100, s. 92.
[93] Yemînî, a.g.e.,s. 95.
[94] Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet,haz. Hayati Bice, Ankara, 1993, T. D. V. Yayını, s. 56.
[95] Hadîs olarak rivâyet edilen bu metin hakkında yapılan tartışmalarla ilgili olarak bkz. el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ,c. II., s. 363.
[96] Zülfikârnâme örneği için bkz. Bedri Noyan, Bütün Yönleriyle Bektâşîlik ve Alevîlik,Ankara, 2000, Ardıç Y.. cilt III., s. 257.
[97] Bkz. Osman Eğri, “Yeniçeri Ocağının Manevî Eğitimi ve Bektâşîlik”, Hacı Bektaş Velî Dergisi, S. 24., ss. 113-132., s. 117-119.
[98] Âşık Vîranî Divanı, s. 84.
[99] Koca, Melami-Bektâşî Metaforunda İrşâd Paradigması Mürg-i Dil, s. 229.
[100] Bkz. İbrahim Arslanoğlu, Yazarı Belli Olmayan Bir Fütüvvetnâme,Ankara, 1997, Kültür Bakanlığı Y,, s. 40; Koca, a.g.e.,s. 231.
[101] Koca, a.g.e.,s. 231.
[102] Cenknâmeler hakkında bkz. İsmet Çetin, Türk Edebiyâtında Hz. Ali Cenknâmeleri, Ankara, 1997, Kültür Bakanlığı Y.
[103] Bkz. Yemînî, Fazîletnâme, Veliyettin Ulusoy Özel Kütüphanesi.
[104] Kutbetü’l-Beyân ve Emirnâme, İmam Ali Buyruğu olarak bilinen eserin içinde bölümler halinde bulunmaktadır. Bkz. İmam Ali Buyruğu (Nehcü’l-Belâğa), haz. Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul, 1972, Yeni Şark Maârif Kütüphânesi.
[105] Bkz. el-Müttakî el-Hindî, Kenz’ül-Ummâl, c.6, s. 219.
[106] Bkz. en-Nihâye, “Betele” maddesi.
[107] Bihârü’l-Envâr,c. 28, s. 37.
[108] Bkz. el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, c. 13, s. 648.
[109] Yunus Emre Dîvânı,İstanbul, 1954, Maarif Kitaphanesi, s. 274.
[110] Niyâzî Dîvânı,s. 114.
[111] Âşık Vîranî Divanı, s. 31-32.
[112] Âşık Vîranî Divanı, s. 72.
İlgili