ALEVÎ-BEKTÂŞÎ EL YAZMALARINDA DİNÎ/TASAVVUFÎ ÖĞELER

ALEVÎ-BEKTÂŞÎ EL YAZMALARINDA DİNÎ/TASAVVUFÎ ÖĞELER

Prof. Dr. Osman Eğri

Giriş

Anadolu’nun farklı bölgelerinde yaşayan dede/babaların ve Alevî vatandaşlarımızın özel kütüphanelerinde bulunan Alevî-Bektâşî el yazmaları, tarihten bugüne ve gelenekten geleceğe ışık tutmaktadırlar. Zengin kültürel mirasımızın özgün parçaları olan bu eserler okunduğunda, ilhamını İslâm dininden alan tasavvufi/irfânî anlayış kendisini göstermektedir. Çok sayıda âyet ve hadîse atıf yapılması, İslâm’ın temel referanslarına olan bağlılığın bir sonucudur. Dil ve üslûp açısından etkileyici ve okuyucuyla kurduğu iletişim bakımından pedagojik bir özelliğe sahip olan Alevî-Bektâşî el yazmaları, yazıldıkları zaman diliminin âdâb ve erkânını, değerlerini, sembol ve motiflerini yansıtmaktadırlar. Eserlerde ait oldukları devrin mekânsal çevre özelliklerine uygun metafor, analoji ve süjeleştirmeleri bulmak mümkündür. Dinî/tasavvufî kavramlar, tasavvufî terbiyenin kendisine mahsus nezâketi çerçevesinde insanların anlamalarını kolaylaştıran bir yorum biçimiyle sunulmaktadır. Anadolu’nun basit ama taklit edilmesi zor (sehl-i mümteni) edebiyat geleneği eserleri kaleme alan pîr ve mürşidler tarafından el yazmalarına fazlasıyla yansıtılmıştır. Zaman zaman formülleştirilmiş cümleler, manzûm ve mensûr yazım şeklinin bir arada ahenkli bir biçimde kullanımı, coşkucu, heyecanlı sunuş, rûh ve gönüllere hitap eden bir öğretim stratejisine dönüşmüştür. En soyut konuların oldukça somutlaştırılmış örneklerini Alevî-Bektâşî el yazmalarında bulmak mümkündür. Bu tebliğde yazmaların bir bölümündeki dinî tasavvufî öğelerin nasıl ele alındıkları ve eğitime-öğretime nasıl müsait kılındıkları işlenecektir.

Bir mahlası da Mağribî olan Kaygusuz Abdal, gücünü bir dergâh postnişinliğinden alan eğitici kişiliğiyle bütün eserlerinde etkili bir dil kullanmaktadır. Muhiddin İbn-i Arabî’yi çağrıştıran derin tasavvufî bilgisiyle tevhîd, vahdâniyet ve vahdet konularını büyük bir ustalıkla açıklamakta, tâliblerin zihin ve gönüllerinde yeni pencereler açmaktadır. Onun eserlerinde dinî/tasavufî öğelerin birbirleri arasındaki uyum ve anlam bütünlüğü dikkat çeker. Mağribî Tuhfetü’l-Uşşâk isimli yazma eserinde insanın yaratılış hikmeti konusunu işlerken, Ben insanlar ve cinleri bana ibâdet etsinler diye yarattım[1] meâlindeki âyete müfessirlerin getirdikleri tasavvufî/bâtınî yorumları ilave ederek, beni bilsinler ve beni birlesinler kelimelerini eklemektedir. Onun “ey Şâh!” hitabıyla başlayan cümleleri şöyle devam eder: “Bir kimse kırk yıl ibâdet eylese, gündüzü sâim (oruçlu), gecesi kâim (namâzlı) olsa, ibâdetten murâdın ne idüğün bilmese bir zerre fâidesi olmaz. Yani bilmek, birliğe yetmek gerektir. Birliğe yetmek oldur ki kendini zâtıyla ve sıfâtıyla ve ef’âliyle fenâ göre…”[2]

Genel olarak tasavvufta ve özel olarak da Alevî-Bektâşî geleneğinde fenâ/hiçlik makâmının önemli bir yeri bulunmaktadır. Fenâ gemisine binmeyen hakîkat denizinde yol alamaz. “Böyle olunca ol kimesne nereye nazar etse, Hakk’ı görür.”[3] İnsan bu makâma erişince, ne iş görse Hakk da onunla beraber olur. “Kim Allah için olursa, Allah da onun içindir.”[4] Mağribî zikredenle zikir olunanın, yani ibâdet edenle ibâdet edilenin bir olduğunu, bu makâmın Kutbü’l-Aktâb’a ait bulunduğunu ifade etmektedir. Bu makâmda kesretten vahdete, farktan ceme, gurbetten vuslata erişilmiş demektir. Bilindiği gibi bu makâm Hacı Bektaş Velî’nin sahip olduğu  makâm (Tâcü’l-Ârifîn, Gavsü’l-Vâsilîn, Kutbü’l-Aktâb)dır. Bu makâmda kişi kendinden geride kalan tüm varlıkları tek ve bir olan Pâdişâh’la birlikte görür. Her ne söylerse Allah’tan söyler. Her ne görürse, Allah’tan görür ve her ne bilirse Allah’tan bilir. Konuşması duyması Allah’tandır. Yüce Allah kimden kendi varlık perdesini kaldırırsa, o kimse kendini Allah’tan görür.[5] Bu sebeple mü’minin inlemesi tesbîh, susması tehlîl ve uykusu ibâdettir.[6]

Mağribî’nin bu tefekkür birleştirmelerini yaparken delili; Âdemoğluna rûhumdan üfledim hadîs-i kudsîsidir. Ben size şah damarınızdan daha yakınım[7] âyeti ile de tefekkürünü güçlendiren Mağribî, Hz. Peygamber’in hicreti sırasında yaşananları anlatarak konuya açıklık getirmektedir. Ben kulumu sevdiğimde onun gözü ve kulağı olurum, benimle yürür, benimle işitir ve benimle görür hadîs-i kudsîsini naklettikten sonra, yatağına Hz. Ali’yi yatıran Hz. Peygamber’in evinden dışarıya çıktığında evin etrafını çeviren müşriklerin gözüne saçtığı toprağın kendisi tarafından atılmadığını şu âyetle bildirdiğini söyler: Attığında sen atmadın, fakat Allah attı.[8] Cümlenin elinden çıkan Hakk’tır.[9] Hz. Peygamber’in yatağına yatma cesaretini gösteren Hz. Ali ise Eğer gözümden ğayb perdesi aralansa, yakînimde (îmânımda) bir artma olmaz sözünün sahibidir. Mağribî’nin ifadesiyle Allah güneşten daha ayândır, beyân isteyen ziyânkârdır.[10]

Vahdet makâmı âşık ve sâdıklara mahsustur. Bu makâma her kişi değil, ancak er kişi ulaşabilir. Sırr-ı hakîkattan haberi olmayanlar; gaflet makâmında bulunanlar yazma eserlerde sert sayılabilecek ifadelerle eleştirilir. Amasya Merzifon’da bulunan el yazması bir Erkânnâme’de yakîn îmân ve sâdık bir ikrârdan uzak kalanların durumu şöyle tasvîr edilmektedir:“Cehl-i zülümâtta ola elinden hayr ü hasenât dilinde zikr-i cemîl, gözünde ilm ü üstâd olmaya. Ömrü hayvân gibi geçirüp, saçı sakalı cehl ile ağarmış, Habîb’im Rasûlüm yâ Muhammed’e inzâl eylediğim Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân[ın] ne idüğün bilmeyip, emr-i ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker bilmeyüp tuğyân olmuş, kendi aklınca nefse kolay bir mezhep (yol) kurmuş, iblîs vesvesesiyle gider. Bir kerre ben Muhammed ümmetiyim, Hazret-i Mevlâ Hazret-i Muhammed’e inzâl eylediği kitapta ne emir olduysa ânınla amel ideyim dimez. Kavlühû Teâlâ: Tekâdü temeyyezü mine’l-ğayz küllemâ ülkıye fîhâ fevcün seelehüm hazenetühâ elem ye’tiküm nezîr.[11] Dahi kitapsız akıl ile mesele düzüp yola gidenler ve mahşerde fevc fevc zebânî melekleri Cehennem’e ilettikleri vakit, Cehennem ateşi dalgalanup, birbirine karşu tekâdü temeyyezden murâd budur ki Cehennem ateşi dalgalanur. Didiler elkâ elkâ idüp dolduracağı vakit Cehennem mâliki bunlara seelehüm suâl ider kim elem ye’tiküm nezîr. Hakk Celle ve A’lâ Hazretleri size kitap ve nezîr göndermedi mi didiği vakitte Kavlühû Teâlâ; Kâlû belâ kad câenâ nezîrün fe kezzebnâ ve kulnâ mâ nezzela’llâhü min şey’in in entüm illâ fî dalâlin kebîr.[12] Ol zaman ol kullar dir ki; gönderdi ammâ şeytan bize vesvese idüp nefis hevâsına uyup, oraya varmış gelmiş var mı diyüp a’mâz iderdik. Hazret-i Muhammed’e inzâl olan Kur’ân’a inanmadık ve bir amel işlemedik dirler. Dalâl-i kebîrde kaldık dirler.[13] Akılla îmânı bütünleştiremeyenler, bir mürşidden el almayanlar, hevâ ve hevesine uyarak kendi aklınca yol bulmaya çalışanlar dünya ve âhirette kötü bir sonla karşılaşacaklardır. Kavlühû Teâlâ; Ve kâlû lev künnâ nesme’u ev na’kilü mâ künnâ fî eshâbi’s-sa’îr.[14] Ol zaman ol kullar dir ki; ne olaydı bizler de akıl olaydı ev na’kilüden murâd akıldır. Akıl gibi iyi şey yoktur.[15]

Alevî-Bektâşî geleneğinde İslâm inancının bir gereği olarak elbette ki akla büyük önem verilmiştir. Ancak tâlip ve dervişlerin dinî/tasavvufî eğitimlerinde akılla birlikte vahyin de çok önemli bir yeri bulunmaktadır. Peygamber evlâdı (seyyid) olan mürşidler yaşadıkları zaman diliminde nübüvvet nûruna ulaştıran kandilleri tutuşturmuşlardır. Gönlünü ilâhî kelâma açanlara dört büyük Peygamber’e inen kitapların içerisindeki hakîkatları öğreterek, onları hakîkat-ı Muhammediyye’ye ulaştırmışlardır. Bu sebeple de mürşid ve rehberden bî-haber olan adüv (düşman)dır. Cehennem ânın içündür. Zira mürşid vâsıl eder (ulaştırır) Hazret’e. Dört kitaptır aslı: Zebûr, Tevrât, İncîl, Furkân. İmdi Zebûr Dâvud aleyhi’s-selâma indi. Ânın şerîatına ümmet oldu. Ânın ümmeti Dâvud’un şerîatını muhkem tutup, yerli yerine ikrâr idebilür ise ol kişiye Dâvud yol gösterir. Geç Tevrât eğer şartlarını yerine getirür ise dir Cehennem tamûsuna giç dir. Ammâ Tevrât’a geçüp Hazret-i Mûsâ aleyhi’s-selâm şerîatına hizmet idersen eğer hizmet şartlarını yerine getürmez isen ol dahi tamû kapusın açup mekânın bulursun. Ve eğer şerîatında Mûsâ’ya cümle nezîrlerin edâ idüp hesâb virdikten sonra İncîl’e geç dir. İncîl’de dahi öyle dir. Îsâ aleyhi’s-selâm nezir ve şartlarını edâ idüp Furkân’a geç dir. Muhammed aleyhi’s-selâma vâsıl olursun. Zira ibtidâ gıdâ süttür. Bir veled anadan doğar, süt emer. Gıdâsı oldur. İmdi bir Âdem ol Zebûr’a varmadan Tevrât’ı bulmak mümkün değildir. Zira Tevrât sudur. Ol veled ki anadan doğar suyla pâk olur. [Su] hayâttır. On sekiz bin âlem hilkatin işi ol suyla biter. Dahi Âdem’in gıdâsı ve hûş, tuyûr cümle ol suyla biter. Ânın içün hayâttır. Eğer ol su olmasa dağ, taş on sekiz bin âlem halkı helâk olurdu. İmdi Tevrât’tan İncîl’e vâsıl olmak [gerek]. İncîl baldır, şifâdır. Bir veled yol alup, büyüdükten sonra âgâh olmak üzeredir.

Tasavvufî sembolizmde süt ve bal gibi şarabın da ifade ettiği anlamlar bulunmaktadır. Bazen süt yukarıda olduğu gibi yolun, inancın başlangıcını sembolize ederken, bazen de sadelik ve tevâzûyu çağrıştırır. Hiçbir Peygamber’e nasip olmayan miraç mucizesi Hz. Muhammed’in tevâzûsunun bir sonucudur. Allah onu ilâhî vahye muhatap alırken de, perde arkasından konuşurken de alçakgönüllü oluşunu dikkate almaktadır.  Fütüvvetnâme-i Tarîkat adlı eserde miraç olayı şöyle anlatılır: “Cebrâîl aleyhisselâm gelip, Hazret-i Server-i Enbiyâ Muhammedü’l-Mustafâ’yı davet kıldı ve tâcı başına giydirdi ve hil’ati dahi giydirdi ve kemeri beline bağladı ve Burak’a bindirdi ve bu âyeti okudu: Sübhâne’llezî sehhare lenâ hâzâ vemâ künnâ lehû mukrinîn.[16] Andan Hazret-i Cebrâîl önüne düşüp, Burak uçtu. Sürüp, Beytü’l-Mukaddes’e gelip, Cebrâîl eyitdi: Yâ Muhammed! Senden akdem (önce) gelen enbiyâların mescididir. Andan Muhammed aleyhisselâm indi iki rek’ât namâz kıldı, duâlar itdi. Andan sahrâya geldi. Andan gördü; üç kadeh vardır. Biri süttür ve biri baldır ve biri şaraptır. Cebrâîl eyitti: İç yâ Muhammed! dedi. Hazret-i Server-i Enbiyâ Muhammedü’l-Mustafâ süt kadehini eline aldı. Yarısını içti. Andan Cebrâîl eyitti: Yâ Muhammed! Müjde olsun sana kim sütü içtin. Eğer balı içeydin, cümle ümmetin ehl-i dünyâ olurdu. Eğer şarabı içeydin, cümle ümmetin âsî olurdu. Andan sora Muhammed’ül-Mustafâ el uzattı, kalan yarısını içti.”[17] Hz. Muhammed ilâhî yönlendirme ile ümmetini sırât-ı müstakîme götüren bir Peygamber’dir. O Allâh’ın emri ile kılavuzlanmış, hep Hakk’a doğru yürümüş ve yürümek isteyenlere yol göstermiştir.       

Hz. Peygamber’den rivâyet edilen Eğer mürebbîm (beni eğiten, yol gösteren, terbiye eden) olmasaydı Rabb’imi bilemezdim hadîsine göre yol ve ona yolu gösteren bellidir. Cebrâîl yol göstericidir, rehberdir. Alevî-Bektâşî geleneğinde yolun esasları dört kapı kırk makâm içerisinde özetlenmiştir. Dört kapı Muhammed ve Ali’nin mü’minlere bıraktığı manevî miras olarak kabul edilir.İlk kapı olan “şerîat terbiye içündür, bu vücûd bir şerîattır. Şerîat zâhirindir. Tarîkat bâtınındır. Zira şerîat Peygamber aleyhi’s-selâmın sözüdür. Pâk-ı pâkîze bir nûrdur. Zira ol nûr ânın nutkudur ve bir nûrdur, sözü haktır. Şerîat bu vücûddur, taşradır, gözüken şeydir. İllâ taşradan gelmeyince içerü girilmez. Şerîat kapısın açmayınca tarîkat kapısı açılmaz. Zira Peygamber aleyhi’s-selâmın sözüdür, haktır. Tarîkat esbâbdır.[18] Şerîat yüzünde mu’cizâtı ve mi’râcı zâhir oldu ve mu’cizâtı berekâtıyla ümmeti şarka ve garba doldu, kıyâmete değin bâkîdir. Gayri Peygamber dahi gelecek yoktur. Gayri şerîat yoktur. Şerîat ile temyîz olmuştur. Tarîkat dahi şerîat ile karâr tutmuştur. Eğer bu vücûd olmasa şerîat olmaz idi ve şerîat olmasa, tarîkat olmazdı ve tarîkat olmasa, hakîkat olmazdı ve hakîkat olmasa, ma’rifet olmazdı ve ma’rifet olmasa, irfân olmazdı ve irfân olmasa, bürhân olmazdı ve bürhân olmasa, erkân olmazdı ve erkân olmasa, Âdem olmazdı.[19] Bir tâlib meydâna geldikte ibtidâ kelâmda esselâmü aleyküm yâ ehl-i şerîat dirler. Zira şerîat bu vücûddur, aşk ile olur. Aşk olmadığı halde ol kimesne mürşid nedir, rehber nedir, Muhammed kimdir, Ali kimdir, Hacı Bektaş Velî kimdir ne bilsün? Aşkdır cümlenin başı, ol olmadıkta pîri yok, eşektir çare olmaz. Zira aşk ile olur, aşk ile bilinür. Zira aşk iledir seyr ila’llâh ve seyr fi’llâh.”[20]

Dört kapıdan geçen tâlib, insan-ı kâmil olarak kendini gerçekleştirmenin şartlarını yerine getirmiş olmaktadır. Hayâlî Baba, demirden leblebi çiğnemekten daha zor olan bu tarîk-i nâzenîn erkânındaki seyir duraklarını şöyle tarif etmektedir: “Âdemî olmak gerek, Âdemî olmaya mürşid-i kâmil gerek… Zira Peygamber aleyhi’s-selâm gibi ârif-i Rabbehüm (Rabb’ini bilen) gelmedi ve geleceği dahi yoktur. Yüz yirmi dört bin Peygamberler üzerine Muhammedü’l-Mustafâ’dır. Hakk Habîbi, Hakk Rasûlüdür. Kâmil mürşiddir. Üzerine gelir mürşid yoktur. Ve rehber dahi kâmil gerek kim on iki post arasından geçirüp, Hazret-i Şâh-ı Velâyet Ali’ye tapşura. Zira Hazret-i Nûr-ı Velâyet gibi ârif er ve kerâmet ma’deni gelmedi ve geleceği dahi yoktur. Haktır ve hak velîdir ve tarîkat nûrudur ve rehberler sultânıdır.”[21]

Ölmeden önce ölme sırrına erip, cümle hayatını vakfettiği Hakk’ı görme murâdına erişmeye çalışan tâlib-i Hakk’ın yolunu aydınlatan nûr, Muhammed Mustafâ’nın nûruyla birleşmiş olan Şâh-ı Velâyet Hz. Ali’ye aittir. Bu nedenle Hz. Ali doğumda da ölümde de, îmân ve ikrâr üzere rûhu teslim etmede önemli bir figür olarak karşımıza çıkmaktadır: “Hakk Teâlâ yarattı Âdem’i ve zürriyetini ve cümle mahlûkâtı. Ervâhları Azrâîl aleyhi’s-selâma ısmarladı. Üzerine yine Ali’yi müvekkel kıldı. Eğer İmâm Ali müvekkel olmayaydı, Azrâîl aleyhi’s-selâm on sekiz bin âlemin ve halkın cânın almakda ve hesâbında yanılur idi. Ânın içün Aliyyü’l-Murtazâ’dan destûrsuz mecâli yoktur ki bir cânı tenden ala. Azrâîl ve Mîkâîl ve İsrâfîl ve Cebrâîl aleyhi’s-selâmın mecâlleri yoktur ki yerlerinden deprene. Er oldur ki kendü ervâhın kendü ala. Eğer ervâhın kendü almayup Azrâîl’e havâle olunur ise çok çok azâba ve belâya giriftâr olur ve çok zaman zahmet, meşakkat çekilür. Zira Azrâîl bahanedir ve Azrâîl dedikleri muhabbet ve erkândır. Muhabbet ile ervâhın yine muhabbete teslîm itmektir ma’rifet. İmdi Ali’nin muhabbetine irmeyen münkir, münâfıktır. Muhabbet ile sevgidür Hakk Tâlâ’nın yolu. Zira Muhammed aleyhi’s-selâmı kat’î severim illâ vasîsini sevmezem dise ol münâfık yalancıdur. Sevmek ve muhabbet demek Muhammed Ali’dir ve eğer bir kimesnede Ali’nin muhabbeti ve sevgisi olmasa ol mel’ûna Hakk düşmandır. İlmin başı muhabbet ve sevgidir. Muhabbet ile sevgi bir olmuş, yani ten ile cân gibi. Ten cânsız ve cân tensiz olmaz. Din îmânsız ve îmân dinsiz olmaz illâ cümlenin başı muhabbet ile sevgidir. Muhabbet ile sevgi olduktan sonra, arada hiç kîl ü kâl kalmaz, cümle bir olur. Arada senlik benlik kalmaz. Zât olur, andan sonra Hakk’ı bulur.”[22]

Hayâlî Baba Hakk sevgisi ile halk sevgisini bütünleştirmiştir. Kişi neyi severse, onu çok zikreder. Âşık-ı sâdık, ma’şûkun aynısı olmuştur. Onlar âyette ifadesini bulan O onları sever, onlar da O’nu sever[23] gerçeğine mazhar olmuşlardır. Seveni sevdiren Hakk’tır, arada gayri yoktur.[24] Hak Teâlâ âlemi muhabbet ile yaratmıştır gine muhabbet ile bozar; eğer muhabbete layık ise. Eğer muhabbete layık değilse azâb ile bozar. Hayâlî Baba bu gerçeğe erişmenin yolunu, yöntemini de tavsiye etmektedir: “İmdi kendi özünü ve zâtını ve sıfâtını ve cânını bir mürşid-i kâmile teslim eyle. Gönlün ve gözün Hakk’tan gayri endişeleri görmez.[25] Bir tâlib erenler meydânına girip, ikrâr-îmân verdiği zaman ol erleri baba bilmek gerek ve dahi orta yaşında olan erleri karındaş bilmek gerek ve genç erleri oğul bilmek gerek ve dahi öyle itmez ve öyle bilmez ise ve zerre kadar kin tutarsa ol tâlib hâlis yezîddir. Gece gündüz olunan la’netler ânındır ve imâmları şehîd eden anlardır.[26] İlmin başı sabır olduğu gibi tarîkatın dahi ibtidâsı (başı) terbiyedir. Terbiyesiz çare yoktur. Zira terbiye bir gündür. Gün doğmadan zulümât içinde gezer, yürürsün… Bir tâlib ne kadar terbiye alır ise ol kadar edeb-erkân alır ve ne kadar edeb-erkân alır ise ol kadar menzil alır ve ne kadar menzil alır ise ol kadar Hakk’a yakîn olur.”[27]

Hased, kibir, garez, buhül, tama’, öfke, gıybet, bühtân ve maskaralık; bunlar îmân ehlinde olmaz. Bunlar îmânın zıddıdır. İki zıt bir arada durmaz. Ez-zıddân lâ yectemi’ân od ile pamuk bir arada durmaz. Zira Hazret-i Âdem’e cân gelüp şöyle duricek gördü. Bir çirkin kara şeysin, sen nesin didi. İtti: Ben öfkeyim didi. Sen nerde durursun dedi. Beyinde duracağım dedi. Beyinde akıl var, sen ânın ile dirlik idemezsin. Didi ki: Be gelince akıl gider, akıl gelince ben giderim didi. Bir dahi baktı çirkin sûret gördü. Âdem (a.s.) dedi ki; sen nesin? Tama’yım didi. Nerde durursun? Didi ki vech, yüzde dururum. Anda edeb, hayâ var, ikiniz bir arada dirlik idemezsiniz. Tama’ dedi ki; ben gelince edeb, hayâ gider. Edeb hayâ gidince ben gelirem didi. İmdi malûm oldur ki îmânın perdesi hayâdır. Kâle’n-Nebiyyü aleyhi’s-selâm el-hayâü mine’l-îmân.[28]

Hakk’a tâlip olanların eğitim programları dört unsura göre belirlenmiştir. Dört unsura yüklenen anlamlar, bazen teolojik bazen de pedagojik çağrışımlarla insanın hakîkat yolculuğunu düzenlemektedir. Alevî-Bektâşî yol büyükleri eserlerinde dört kapıyı açıklarken mutlaka dört unsura da değinmişlerdir. Mağribî dört unsurla ilgili âyet ve hadîslerden delil getirmektedir. Rüzgâra sövmeyin! O Rahmân’ın nefsindendir. Ateş hakkında İnnî ânestü nâran[29] ve su hakkında buyurur: Ve mine’l-mâi külle şey’in hayy.[30] Toprak hakkında İnne’l-arda lillâhi yûrisühâ men yeşâ’[31] Ol Âdem topraktan yaratılmıştır; od, su, yel yoktur. Yalnız topraktan yaratılmış ol Âdem hayvandır. Yüz bin âyet-i Kur’ân okusan ve her harfine yüz bin ma’nâ zikretsen kara renkten ak renge inanmaz. Zira odun ve suyun ve yelin cevheri yok ki; Muhammed Ali nûru ola. Gerçi sûrette Âdem’dir; sıfatta eşektir. Zira dört cevher tekmîl olmak gerek kim şerîatı, tarîkatı ve ma’rifeti tekmîl olsun.[32] Şerîat ağızdır. Tarîkat kulaktır. Burun hakîkattır. Göz ma’rifettir. Ağız Muhammed Mustafâ’dır. Göz Aliyyü’l-Murtazâ’dır. Kulak akıldır ve gönül içinde Hacı Bektaş Velî ve on iki imâmdır.[33]

Zira dört türlü cevherden kurdu bünyâdı; od, bâd, hâk, âb. Bu dört cevher içinde yine dört cevher kodu. Ol cevherler içinde pinhân oldu. İsti’dât, akıl, fikir, gönül. Pes imdi isti’dâdı hizmetçi komuş fikre ve dahi fikri hizmetçi komuş akla ve aklı hizmetçi komuş gönle ve gönlü hizmetçi komuş Hakk’a.[34] Gönül bir topa benzer imiş. Ol topun dört kapısı var imiş, ammâ gizliymiş. Bir kapısı nefse ve bir kapısı akla ve bir kapısı Hakk Teâlâ tecellâsına açılırmış ve bir kapısı dahi şeytana açılırmış. İmdi her vücûdun bir iblisi var ilimle gelir, Âdem’in içine girer. Zira şeytan Âdem’in ağzından burnundan yel gibi cümle azalarına girer ta ki nefis kapısına gelir. Zira şeytana kendi kapısından girmeye yol yoktur. Ammâ nefis kapısında durur. Nefis ile buluşur, nefse vesvese verir, murâdınca olur. Nefse cevher gibi hoş gelir, kendi kapısını açıvirür. Andan sonra gönle şeytan başlar türlü türlü fesâdlar getürmeğe. Ammâ gazab bir büyük şeydir bu kez akıl gelir girer gönül içinde nefisle şeytan girmiş, gönül sır eyledi, pîr eğninde perişan olmuş, harap olmuş. Çünkü akıl kendi kapısından girüp nefisle şeytan görürler kim akıl gelip kapısından girdiğin görüp hemân cân başlarına sıçrar nice ideceklerin bilmezler. Hor hacîl olup döğüne döğüne giderler. Zira Hakk Teâlâ’nın tecellâ kapısından aklın kapısına nûr-ı tecellâ dolar ve rûz-ı şeb nûr-ı tecellâ saçılır. Ânın içün nefisle şeytan akıl girdikte fırsat bulamaz. Bu kez akıl gönül tahtında yalnız kalır. Andan sonra nefisle şeytan fesâd verdiği işleri yâb yâb ıslâh ider. Akıl anları ıslâh edince, bu kez gönlün dördüncü kapısı açılır, üzerine nûr-ı tecellâ saçılır. Ol Âdem dahi türlü türlü günâhından tövbe istiğfâr idüp, ıslâha gelür. Eğer bir kişi nefisle gönle girer ise, şeytanı bulur. Eğer akıl ile gönle girer ise Rahmân’ı gönlünde bulur.[35]

Hayâlî Baba “Âdem’de dört cevher vardır” demenin anlamını da şöyle açıklamaktadır: “Biri akıl ve biri îmân ve biri amel ve biri hayâdır. Bu dört cevher ile Âdem temel tuttu. Ammâ bu dört cevheri düşmandan halâs etmektir ma’rifet ki Cennet’e dâhil olasın. Eğer bu dört cevheri düşman alır ise, Cehennem mübârek olsun. İmdi aklın düşmanı gazaptır; gazap oldukta aklın cevheri yok olur. Îmânın düşmanı hasettir ve haset oldukta îmânın cevheri eriyip yok olur. Amelin düşmanı gıybettir ve gıybet oldukta amelin cevheri eriyip yok olur. Hayânın düşmanı kindir ve kin oldukta hayânın cevheri eriyip yok olur.”[36] “Cennet’te dört ırmak vardır. Biri Havz-ı Âb ve Kevser, biri Süt ve biri dahi Sücî (Şarap) ve biri dahi Bal’dır. Bu dört ırmak derinden akar. Hûrî’den Âb-ı Kevser akar. Rıdvân’dan Süt, Gılmân’dan şarap, Vildân’dan Bal akar. Yani şerîat Âb ve Kevser, tarîkat Süt, hakîkat Şarap, ma’rifet Bal’dır. İmdi Cennet’te dört ırmak anlardır. Yoksa Cennet’te sana hazır ırmak, hazır Hûrî, hazır Gılmân, hazır Rıdvân verilmez. Eğer burada (dünyada) hazır edebilirsen, yürü meydân senindir.”[37]

Hayâlî Baba insanın vücûdunu (varlığını) hâs (eğitilmiş, olgunlaşmış) hale getirebilmesi için âyet ve hadîslerle bildirilen yirmi nesneyi yok etmesi gerektiğinden bahseder. Tâlib bu yirmi nesneyi terk ettiğinde yüce mertebelere ulaşır. Mürşidinin nutuklarına (sözlerine) îmân getirip, inanırsa ve bütün haberlerine ikrâr verip, tasdîk ederse, ihlâs ile îmân mertebesine ererse, ol kişinin adı mü’min olur. Eğer mürşidinden himmet alır da, İslâm ve ubûdiyet mertebesine ererse, ol kişinin adı da Müslümân olur. Eğer bütün dünyadan bil-külliye (tamamen) fâriğ olsa (vazgeçse), Allâh’ı bilip ma’rifet makâmına ererse, onun adı velî olur.[38] Bu yirmi nesne şunlardır:

  1. Sücî (şarap) içmemektir.
  2. Zinâ yapmamaktır.
  3. Livâta yapmamaktır.
  4. Gammazlık etmemektir.
  5. Münâfıklık (ikiyüzlülük) yapmamaktır.
  6. Tekebbürlük (büyüklenmek) yapmamaktır.
  7. Yavuz gönüllü (acımasız) olmamaktır.
  8. Hasetlik yapmamaktır.
  9. Buğz (öfke) ve kin sahibi olmamaktır.
  10. Vaadinde (sözünde) durmazlık yapmamaktır.
  11. Yalan söylememektir.
  12. İhanet etmemektir.
  13. Emânete ihânet etmemektir.
  14. Yavuz nazarlı (kötü bakışlı) olmamaktır.
  15. Ayıpları araştırmamaktır.
  16. Cimri olmamaktır.
  17. Gıybet (dedikodu) yapmamaktır.
  18. Bu madde atlanmış.
  19. Uğurluktur.
  20. Harâm yememektir.[39]

İnsanı mükerrem bir varlık haline getiren ondaki manevî özelliklerdir. Özellikle gönül/kalp, kişiyi nefis ve şeytandan uzak tutan, kötü ahlâka eğilimini azaltan, onu Rahmân’a yaklaştıran latîfelerdir. Hayâlî Baba on sekiz bin âlemden kıymetli olan erenlerin gönlünü şu ifadelerle dile getirir: “Hak Teâlâ on sekiz bin âlemi Âdem’den yarattı ve Âdem’i on sekiz bin âlemden yarattı. Kâdir’dir ve on sekiz bin âlemden ulu bir gönüldür. Nihâyeti yoktur, bulunmaz ve bulurum diyen yalan söyler. İki cihânın binâsıdır. Gönle yol bulan bulur. Devlet ve saltanat-ı aliyyeye ve Muhammed Ali dîdârına vâsıl olur.[40] Ammâ gönüle yol ve Hakk’a yol edeb-erkânladır. Tâlibe dahi terbiye gerek ve terbiyeye dahi hizmet gerek. Zira hizmet üzerinedir himmet ve himmet olmadan asıl dünyada bir şey olmaz ve himmet olmasa dil söylemez. Ne kadar hizmet ederse, ol kadar himmet alır ve ol kadar yol alır.”[41]

Tasavvufî terbiyenin yoğunlaştığı, kişinin insan-ı kâmilliğe giden yola adım attığı kapı tarîkat kapısıdır. Tâlip bu kapıda kötü duygu ve davranışlarını kontrol etmeyi öğrenir. Kontrol ettiği her bir kötü duyguya karşılık, Allah ona hayırlı bir amelin anahtarını verecektir. Alevîlik-Bektâşîlik’le birlikte Ahîlik’te de kullanılan “düğümlemek”, “düğüm açmak” deyimleri iyi ve kötü davranışlar için kullanılmaktadır. Hayâlî Baba tarîkatın yedi düğümünden bahseder: “Tarîkatın yedi düğümü vardır; düğümlemek gerek… Ol yedi nesnenin evveli buhüllük (cimrilik)tür. Buhüllük düğümünü bendine urmak gerekdir. Andan sonra gazabın bendine muhkem düğüm urmak gerektir. Andan sonra hırs, şehvet bendine muhkem düğüm urmak gerek. Andan sonra uyku bendine muhkem düğüm urmak gerek. Andan sonra hevâ heves düğümü bendine bendine urasın. Andan sonra buğz, kin bendine iki düğüm urkim imâmları şehîd etmemişlerden olasın. Andan sonra nefsin bendine iki düğüm ur kim şeytanı helâk etmişlerden olasın. Andan sonra yalan bendine iki düğüm ur kim sahîh Âdemlerden olmuşlardan olasın. Andan uyku bendine muhkem düğüm ur kim uyku bağlandıktan sonra daima edeb erkân bulmuşlardan olasın ve gazab bendini bağladıkta Hakk Rahmeti’ne bulunasın ve buhüllük bendini bağladıktan sonra Dîdâr ve Cemâl’e vâsıl olmuşlardan olasın.[42] Yediğin, içtiğin helâl olsun dersen ve Muhammed-Ali’ye ermek dilersen ve Hakk likâsına ermek dilersen bu zikir olunan gıybetten ve gazaptan ve buğz ü kinden ve yalandan ve münâfıklıktan ve gammazlıktan geçmek gerek kim pîrini bilesin. Yoksa pîrim filandır demekle olmaz. Zira gazap içinde pîr ve mürşid olmaz.”[43] Pes Âdem’in âlemden zuhûr etmesi anasından zuhûr ettiğidir ve mürşidden doğması bu âlemden Hakk’ın âleminden mevcûd ikisini bildirir. Yine ona ric’at ideceğini haber virür. Bu rumûz dahi ne olduğu bundan ma’lûm idersin. Yani nerden geldin ve nereye gidecek idin ve ne eylediğin ve ne olacağın bildiğin halde ondan doğmuş olur.[44] “Nitekim bir kişi, anadan iki kerre doğmasa, ol kişi Âdem olmaz. Zîrâ, biri anadan gelmektir ve biri pîrlerden gelmektir. İmdi, anadan gelmek, âlem-i beşeriyyettir ve taklîttir. Pîrlerden gelmek, âlem-i tahkîktir.”[45]

Fütüvvetnâme’lerde ise olumlu davranışlara sahip olmak bele kuşanılan şedle özdeşleştirilmiştir. Kişi beline şed (kuşak) bağladığında on konuda ahit (söz) vermiş kabul edilir: 1. Zâhiriyle, bâtınıyla Hakk’ı bilmelidir. 2. İnsâfla halka suâl etmelidir. 3. Daima nefsine kahreylemelidir. 4. Sâlihlerin hizmetinde olmalıdır. 5. Eli altında olanlara merhametli olmalıdır. 6. Halka hayır ile nasîhat etmelidir. 7. haline göre fukarâya sahî (cömert) olmalıdır. 8. Ulemâya (âlimlere) tevâzu eylemelidir. 9. düşmanını güzel hulkla (ahlâkla) mudâra (idare) etmelidir. 10. câhil katında söylememelidir. Asla bir şey bilmez gibi olmalıdır.[46]

Kuşak kuşanılıp, ikrâr verilince veya düğüm düğümlenince tarîkatın şartlarına bağlı kalınacağına söz verilmiş olur. Tarîkatın altı şartı bulunmaktadır: 1. Tövbe, 2. Teslim, 3. Yakîn, 4. Takvâ ve kanâat 5. Rızâ, 6. Uzlet.[47] Hayâlî Baba ise tarîkatın şartlarını bir ağaç metaforu ile açıklar: “Tarîkat bir ağaçtır. Ol ağacın özü Allâhu Teâlâ yoluna ihsân kılmaktır. Budakları sıdk u safâdır ve hidâyettir ve yaprakları edeb ve hayâdır ve kökü doğruluktur ve tehlîldir ve yemişi ma’rifettir ve erenler muhabbetidir ve ol tarîkat ağacının suyu rahmettir ve rahmetle suvarır ve kudretten. Ol su ol Âdem’in gönlünde biter pirlenir ve nûrlanır ve budakları yücelenir; nûr-ı cemâl olur.”[48] Tarîkata girip mürid olanların başlarını tıraş ederler. Onlar da tövbe istiğfâr ederler. Daha sonra ahit verip, ahit âyetlerini okurlar. Sonra tâcı ve hırkayı giydirip, tarîkat kardeşinin elini tutarlar. Sonra kuşağı beline bağlayıp, kendisine tığ ve alem verirler. Seccade üzerine oturtup, tarîkat helvasını gerektiği gibi pişirerek, meydana getirirler. Muhabbet lokmasını birbirlerine sunarlar.[49]

Tarîkat kapısı için sünnet, şart, farzlar da sayılmıştır. Bütün bu dinî kavramlar tarîkatın şartlarının ne kadar önemli olduğunu vurgulamak için seçilmiş olmalıdır. Ayrıca on iki imâma yol bulmak için de on iki farza uygun hareket etmek gerekir. Hayâlî Baba bu gerçeği şu sözlerle ifade eder: “On iki farz, sünnet, şart nedir bilmek gerek kim mürşidden okuduğun hutbe kabul ola, on iki imâma yol bulasın. Sünnetlerin evveli başda nûrdur. İkinci boyunda nûrdur. Üçüncü gözde nûrdur. Dördüncü burunda nûrdur. Beşinci dilde nûrdur. Altıncı dişte nûrdur. Yedinci kulakta nûrdur. Sekizinci gönülde nûrdur. Dokuzuncu elinde nûrdur. Onuncu belinde nûrdur. On birinci dizinde nûrdur. On ikinci ayakta nûrdur. İmdi evvel başta şart vardır. İkinci boyunda farz vardır ve sünnet vardır. Üçüncü gözde hayâ ve edeb vardır ve tarîkat vardır. Dördüncü burunda mîr-i muhabbet vardır. Beşinci kelime-i şehâdet vardır ve lâ fetâ illâ Ali lâ Seyfe illâ Zülfikâr vardır. Altıncı dişte râhat ve kanâat vardır. Yedinci kulakta Hakk kelâmı, nasîhat ve kâmet vardır.[50] Sekizinci elde hayır ve bereket vardır. Dokuzuncu gönülde mühr-i nübüvvet ve mühr-i velâyet vardır. Onuncu belinde kemer-i hizmet vardır. On birinci dizde terbiye vardır. On ikinci ayakta na’leyn-i himmet, kudret vardır.”[51] Hayâlî Baba Hz. Peygamber’in dilinden Allâh’a, Enbiyâ ve Evliyâ’ya ait olmak üzere üç çeşit sünnetten bahsetmektedir ki tâliblerin bu üç sünneti de yerine getirmeleri gerekmektedir. Allâh’ın sünneti ayıpları örtmektir. Peygamberlerin sünneti cömertlik, velîlerin sünneti ise tahammül ve sabırdır. Her türlü kazâya ve belâya sabretmektir. Bu üç sünnetin yapılması ile himmet bulunur ve Cehennem yok olur.[52] Mağribî’ye göre; dünyâ ve âhiretten ferâgat eylemek Cennet’tir. Onlara bağlanmak Cehennem’dir.[53] Dünya ve âhiretten geçmek bütün ömrünü felâketlerle geçirmek de değildir. İbrâhim Peygamber’in yirmi bin koyunu vardı, Süleymân Peygamber Pâdişâh idi, Yûsuf Peygamber vezîr idi, ama Peygamberlik görevlerini hakkıyla yerine getirdiler.[54]

Sonuç

Sözlü kültürle birlikte, yazılı bir kültüre de sahip olan Alevî-Bektâşî geleneği derin bir tasavvufî neşveyi içerisinde barındırmaktadır. Tarihten bugüne kadar söz ve yazıyla taşınan âdâb ve erkân formüllerinde, sembol ve metaforlarda tâliplerdeki tevhîd inancını sürekli güçlendiren bir öz bulunmaktadır. Her ne söylerse Allah’tan söyleyen, her ne görürse Allah’tan gören ve her ne bilirse Allah’tan bilen cânlar, gönüllerindeki kini ve kibiri dışarı atmayı, arınmayı ve arıtmayı kolaylıkla başarabilmişlerdir. Pîr ve mürşidlerin sözüne, sohbetine, vasiyetine ve nasîhatına kulak veren tâlipler, vahdet makâmına kadar ulaşmış, dillerinden zikr-i cemîli eksik etmemişlerdir. Erkân kitapları, Fütüvvetnâme’ler, Risâleler tadına doyulmayan, rûh ve gönle huzûr veren muhtevâlarıyla tekke ve dergâhlardaki irşad faaliyetlerinin temel kaynaklarını oluşturmuşlardır. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün Peygamberlerin insan-ı kâmil olma yönünde örnek gösterildiği bu eserlerde; çok sayıda dinî/tasavvufî kavram ve değer üretilmiş, derin anlamlar insan zekâsını zevkli ve şevkli bir kavrayışa sürüklemiştir. Dört kapı kırk makâm gibi derin tasavvufî kavram ve semboller, kolay ve anlaşılır bir üslupla açıklanarak, tâliplerin yapması ve yapmaması gereken davranışlar maddeler halinde sayılmış; anlaşılması zor olan konular kolay anlatılabilir hale getirilmiştir. Bugün daha iyi anlaşılmaktadır ki basitle, karmaşık olanı büyük bir ustalık ve ince bir zevkle bir araya getiren bu eserler, geçmişte insanlarımıza çok başarılı eğitim-öğretim süreçleri yaşatarak, sıdk u safâ, edeb ve hayâ gibi değerleri günlük hayata kazandırmışlardır. Dinî/tasavvufî değerlerin derin entelektüel masaüstü konuları gibi algılandığı çağımızda, Alevî-Bektâşî el yazmalarının mantık ve metotlarının daha iyi anlaşılmasına, daha da önemlisi örnek alınmasına ihtiyaç bulunmaktadır.


*      Hitit Üniversitesi Hacı Bektaş Velî Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü

[1]       Zâriyât, 51/56.

[2]       Mağribî, Tuhfetü’l-Uşşâk, vr. 1b-2a.

[3]       Mağribî, a.g.e., vr. 1b-2a.

[4]       Mağribî, a.g.e., vr. 11b.

[5]       Hacı Bektaş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 46-47.

[6]       Mağribî, Tuhfetü’l-Uşşâk, vr. 10b.

[7]       Kâf, 50/16.

[8]       Enfâl, 8/17.

[9]       Mağribî, Tuhfetü’l-Uşşâk, vr. 6a-7a.

[10]     Mağribî, a.g.e., vr. 13b.

[11]     Mülk, 67/08.

[12]     Mülk, 67/09.

[13]     Erkânnâme, Kemal Durmuş Özel Kütüphanesi, vr. 12a-13a.

[14]     Mülk, 67/10.

[15]     Erkânnâme, 13a.

[16]     Âyetin anlamı: “Ki, böylece onların sırtına binip üzerlerine yerleşince, Rabb’inizin ni’metini anarak: Bunu bizim hizmetimize vereni tesbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik, diyesiniz.” Zuhruf, 43/13.

[17]     Fütüvvetnâme-i Tarîkat, Hasan Özdamar Özel Kütüphanesi, vr. 11b-12a.

[18]     Hayâlî Baba eserin bir başka yerinde daha farklı bir tanım yapmaktadır: “Şerîat Muhammed aleyhi’s-selâmın sözüdür ve tarîkat gittiği yoldur ve hakîkat gördüğüdür ve ma’rifet olduğudur.” Bkz. Hayâlî Baba, Risâle-i Hayâlî Baba, vr. 36b.

[19]     Hayâlî Baba, a.g.e., vr. 5b-6a.

[20]     Hayâlî Baba, a.g.e., vr. 36b.

[21]     Hayâlî Baba, Risâle-i Hayâlî Baba, vr. 6b.

[22]     Hayâlî Baba, a.g.e., vr. 31b-32a.

[23]     Mâide, 5/54.

[24]     Mağribî, Tuhfetü’l-Uşşâk, vr. 12a.

[25]     Hayâlî Baba, Risâle-i Hayâlî Baba, vr. 29a.

[26]     Hayâlî Baba, a.g.e., vr. 35a-35b.

[27]     Hayâlî Baba, a.g.e., vr. 63a.

[28]     Erkânnâme, Kemal Durmuş Özel Kütüphanesi, vr. 6b-7a.

[29]     Âyetin anlamı: “Hani o, bir ateş görmüş ve ailesine: Bekleyin! Eminim ki bir ateş gördüm. Belki ondan size bir meş’ale getiririm veya ateşin yanında bir rehber bulurum, demişti.” Tâhâ, 20/10.

[30]     Âyetin anlamı: “İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı?” Enbiyâ, 21/30.

[31]     Âyetin anlamı: “Musa kavmine dedi ki: Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar. Sonuç Allah’tan korkup günahtan sakınanlarındır.” Araf, 7/128. Mağribî, Tuhfetü’l-Uşşâk, vr. 17b-18a.

[32]     Hayâlî Baba, Risâle-i Hayâlî Baba, vr. 55b-56a.

[33]     A.g.e., 74b-75a.

[34]     A.g.e., vr. 25a.

[35]     A.g.e., vr. 39b-40b.

[36]     Hayâlî Baba, Risâle-i Hayâlî Baba, vr. 96b-97a.

[37]     A.g.e., vr. 107a.

[38]     A.g.e., vr. 95a.

[39]     A.g.e., vr. 93b-94a.

[40]     Virânî Baba’da da benzer ifadelerle karşılaşmak mümkündür. İlm-i Câvidân adlı eserinde şöyle söyler: “Dahi âlemden murâd, Âdem’dir. Âdem’den [murâd] Muhammed Alî’dir ve onların âl ü evlâdlarıdır. Evlâd-ı Muhammed, Alî’nin zât-ı şânını bilmektir… Âdem’in gönlü, bir saf âyînedir. Ol âyîne, kalb-i Cemâlu’llah’tır.”Bkz. İlm-i Câvidân, Turan Saltık Dede Özel Kütüphanesi, 5a-7a.

[41]     Hayâlî Baba, Risâle-i Hayâlî Baba, vr. 19a; Virânî Baba ise mürşidlerin vereceği terbiye (tasavvufî eğitim) ile ilgili olarak şunları söyler: “İmdi, sen dahi, kendi hilkatini bilmek dilersen, özünü mürşide ver. Sana hikmet ve hidâyet nedir, bildire. Zîrâ ki, bir kişi kendi bilmek, mümkün değildir. Tâ ki, pîrlerden ihsân olmayınca. Bir kişi, kendi hilkatini, ilimle yol bulmağa kâbil değildir. Zîrâ kim, Rasûlu’llah sallallâhu aleyhi ve sellem buyurur: Pîr-i men Hüdâyî men eyledi. Kişiyi yeniden âlem-i anâsır birle yoğururlar ve yeniden binâ ururlar. Nitekim, bâb-ı şerîatla, bâb-ı tarîkatla, bâb-ı hakîkatla, bâb-ı ma’rifetle, batn-ı Âdem’den geldiğin gibi, yeniden seni zuhûra getürürler.” Bkz. İlm-i Câvidân, vr. 8a. Bu ifadelerden de anlaşılmaktadır ki bütün tasavvufî ekollerde olduğu gibi Alevî-Bektâşî geleneğinde de sağlam bir inanç ve ahlâka sahip olabilmek için bir mürşid-i kâmile ikrâr vermek gerekmektedir.

[42]     Hayâlî Baba, Risâle-i Hayâlî Baba, vr. 43a.

[43]     A.g.e., vr. 65b.

[44]     Seyyid Ali Sultân, Hidâyetü’l-Uyûn, vr. 15a.

[45]     Bkz. Virânî Baba, İlm-i Câvidân, vr. 8a.

[46]     Bkz. Fütüvvetnâme-i Tarîkat, vr. 2a-2b.

[47]     Bkz. a.g.e., vr. 3a.

[48]     Hayâlî Baba, Risâle-i Hayâlî Baba, vr. 54a.

[49]     Bkz. Fütüvvetnâme-i Tarîkat, vr. 9a-9b.

[50]     Cemlerde tarihten bugüne kulaklara Hakk kelâmı, nasîhat ve kâmet girmektedir. Sivas Divriği’de bulunan bir el yazması Erkânnâme’de yapılan çerağ erkânı tarifine göre; önce besmele çeken mürşid üç İhlâs, bir Fâtiha, salavât ve nâd-i Ali okuduktan sonra, niyâz ederek postun üzerine çıkar, kıbleye yönelerek kâmet getirir. Bkz. Erkânnâme (Cönk), Hasan Özdamar Özel Kütüphanesi, vr. 11b.

[51]     Hayâlî Baba, Risâle-i Hayâlî Baba, vr. 44a-4b.

[52]     A.g.e., 67b-68a.

[53]     Mağribî, Tuhfetü’l-Uşşâk, vr. 14b.

[54]     Mağribî, a.g.e., vr. 14b-15a.