Prof. Dr. Osman Eğri
Giriş
Alevîlik-Bektâşîlik ülkemizdeki sosyo-kültürel gerçekliklerden birisidir. Ülkemizde yaşayan Alevî-Bektâşî kimliğine mensup vatandaşlarımızın bütün inanç ve kültür gruplarında olduğu gibi karşılanmayı bekleyen bazı ihtiyaçları ve çözülmeyi bekleyen bazı sorunları bulunmaktadır. Onların ihtiyaç ve sorunlarını görmezden gelmek veya onların makul bir şekilde karşılanmasını, çözülmesini ertelemek sosyolojik anlamda barışa, huzûra, birlikte yaşama kültürüne giden yolları açmamak anlamına gelmektedir. Bilimsel objektifliğe dayanan araştırma sonuçlarının geleceğimizi olumlu yönde etkileyecek projelere dönüşmesi, hepimizin zihnini meşgul etmesi gereken düşünce egzersizleridir. Hayal edilerek projelere dönüştürülen ve uygulanarak yaşanan hayata taşınan proje ve fikirler, sosyal bünye tarafından test edilerek ölçülecekler ve bizleri yeni ve ideal çözümlere ulaştıracaklardır. Sorunları bilmek kadar, onları çözme yeteneğine sahip fikirleri geliştirmek ve bir o kadar da çözüm konusunda istekli ve samimi olmak önemlidir. Burada toplanmış olan heyet, ülkemizde yıllardır konuşulan, tartışılan bir konuda fikir, çözüm ve proje üretmeyi irade haline getirmiştir. Zorunlu Din Dersleri ve Alevîlik, Dedelerin Eğitimi ve Cem Evlerinin Statüsü başlıklarına yer verilen bu tebliğde de ülkemizin aslî unsurlarından birisi olan Alevî vatandaşlarımızın sorunlarıyla ilgili çözüm üretme egzersizleri yapılmıştır. Şüphesiz ki ideal çözümler, siz değerli katılımcıların müzakereleriyle zihinlerde şekillenecektir.
I. ZORUNLU DİN DERSLERİ ve ALEVÎLİK
Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi derslerinde Alevîliğe yer verilmesi uzun bir süre akademik camiada tartışıldıktan sonra, Din Öğretimi Genel Müdürlüğü DKAB derslerinde Alevîliğe de yer verilmesini kararlaştırmış ve program geliştirme çalışmalarına hız vermiştir. Sonuç olarak ilk ve ortaöğretim kitaplarında Alevîliğe yer verilmiş, bu gelişme Avrupa Birliği’nin 2006 yılında hazırlamış olduğu ilerleme raporunda “olumlu bir adım” olarak değerlendirmiştir. DKAB derslerinde Alevîliğin söz konusu edilmesi, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından atılmış önemli bir adım olmakla birlikte, giderilmesi yararlı olacak bazı eksiklikler de bulunmaktadır:
Öğretim programında hazır hale getirilmiş olan ve her kitapta ilgili bölümlerde aynen yer alması gereken Okuma Parçaları’nda bazı eksiklikler görülmektedir:
1. “Hz. Fâtıma ve Aile Fertleriyle İlişkileri” başlıklı okuma parçası Hazret-i Fâtıma’yı bir Peygamber kızı, ideal bir anne ve ideal bir eş olarak yeterince tanıtamamaktadır. Ayrıca bu parçada Hazret-i Peygamber’in, Hazret-i Fâtıma ile ilgili hadîslerine de yer verilmemiştir. Adı geçen okuma parçası EK 1’deki gibi geliştirilebilir.
2. “Hacı Bektâş Velî’nin Makâlât Adlı Eserinde Tanrı Anlayışı” isimli başlık, “Hacı Bektâş Velî’nin Tanrı Anlayışı” şeklinde değiştirilmeli ve Hacı Bektâş Velî’nin Tanrı anlayışı ile ilgili diğer eserlerindeki fikirleri de işlenmelidir. Bu okuma parçasının ne şekilde kaleme alınacağı ile ilgili örnek bir metin EK 2’de verilmiştir.
3. “Hz. Ali ve Örnek Şahsiyeti” başlıklı okuma parçasında Hazret-i Ali’nin daha çok kahramanlığına ve yaptığı savaşlara yer verilmiştir. Hazret-i Ali, kahramanlığının yanı sıra ilmi, ahlâkı ve fazîleti ile de Hazret-i Peygamber’in övgüsünü kazanmış bir sahâbîdir. Bu okuma parçası da EK 3’de görülebileceği üzere geliştirilebilir.
4. “Alevî-Bektâşî Geleneğinde Dört Kapı Kırk Makam” başlıklı okuma parçasında sadece dört kapı kırk makam maddeler halinde sayılmış, dört kapı kırk makamın Alevî-Bektâşî geleneği içerisindeki yerine, Hacı Bektâş Velî tarafından bu formülasyonun geliştirilmesi ile neyin amaçlandığına temas edilmemiştir. Bu okuma parçası da EK 4 örneğinde görülebileceği üzere geliştirilebilir.
DKAB derslerini okutacak olan öğretmenlerin bu konuda bilgi sahibi olmaları, en az Alevîliğin programa dahil edilmesi kadar önemlidir. Lisans veya lisansüstü eğitimlerinde Alevîlikle ilgili yeterli bilgi ile donanmamış öğretmenlerin, öğrencileri tatmin edici bir eğitim-öğretim faaliyeti yapmalarını beklemek yanlış olur. Bu nedenle öncelikle İlahiyat Fakülteleri’nde uygulanmakta olan lisans programlarının gözden geçirilmesi yararlı olacaktır. Öncelikle İlahiyat Lisans Programlarına “Alevîlik-Bektâşîlik Araştırmaları” isimli bir ders ilave edilebilir. Ayrıca Tasavvuf Tarihi, Türk İslâm Edebiyatı, İslâm Tarihi, İslâm Mezhepleri Tarihi, Din Eğitimi (İslâm’da Eğitim Tarihi), Din Sosyolojisi derslerinde Alevîlik-Bektâşîlik konusuna daha ayrıntılı yer verilebilir. İlahiyat Fakültesi eğitimi boyunca Hacı Bektâş Velî’nin veya Kaygusuz Abdal’ın hiçbir eserini okumamış, Pir Sultan Abdal’ın, Seyyid Nesîmî’nin, Yemînî’nin, Virânî’nin hiçbir deyiş ve nefesini dinlememiş bir DKAB dersi öğretmeninin öğrencilere tatmin edici bilgiler verebilmesi zor görünmektedir.
Şu anda İlahiyat Fakülteleri’nde de Alevîlik-Bektâşîlik konusunda somut adımların atılıyor olması, gelecekteki olumlu gelişmeler açısından umutlandırıcıdır. Şöyle ki 2003 yılında Gazi Ü. Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Araştırma Merkezi’nin ikinci şubesi Çorum İlahiyat Fakültesi’nin içerisinde açılmıştır. Türkiye Diyanet Vakfı’nın “Alevî-Bektâşî Klasikleri Projesi”nin alt yapısı bu araştırma merkezinde oluşturulmuştur. Şu anda Sütçü İmam Ü. Kahramanmaraş İlahiyat Fakültesi de, Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Araştırma Merkezi’nin bir şubesini kendi bünyesinde açmak istemektedir. Süleyman Demirel Ü. Isparta İlahiyat Fakültesi’nde “Alevîlik-Bektâşîlik Araştırmaları Bilim Dalı”nın kurulması için Üniversite Senatosunda karar alınmış olup, YÖK’ün onayı beklenmektedir. Cumhuriyet Ü. Sivas İlahiyat Fakültesi kütüphanesinde Alevîlik-Bektâşîlikle ilgili kaynakların yer aldığı özel bir bölüm açılmıştır. Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi İslâm Mezhepleri Tarihi Bilim Dalı’nda “Alevîlik” isimli bir Yüksek Lisans Dersi programa girmiş bulunmaktadır.
Bütün bu gelişmeler, İlahiyatçı akademisyenlerin Alevîlik-Bektâşîlik konusunda bir şeyler üretmek için istekli ve samimi olduklarını göstermektedir. Önemli olan bu istekliliğin uzun olmayan bir zaman içerisinde İlahiyat Fakülteleri öğrencilerinin Alevîlik-Bektâşîlik konusunda doğru bir şekilde bilgilendirilmelerine imkan verecek bir akademik anlayış ve yapıya dönüştürülmesidir. İlahiyat Fakülteleri’nde Alevîlik-Bektâşîlik Araştırmaları Bilim Dalı’nın açılması, Alevî vatandaşlarımızın çocuklarını bu fakültelere göndermelerini de kolaylaştıracaktır.
Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nün DKAB derslerinde Alevîliğe yer vermeye paralel olarak, görev yapmakta olan DKAB öğretmenlerini Alevîlik-Bektâşîlik konusunda bilgilendirmesi yararlı olacaktır. Bu bilgilendirme süreci, hizmet öncesi hazırlık ve hizmet içi eğitim seminerleri vasıtasıyla gerçekleştirilebilir. Bu seminerlerde aşağıdaki hedeflerin gözetilmesi, ihtiyaç ve beklentilere cevap verilebilmesi açısından önemlidir:
1. DKAB öğretmenleri, öğrencilerine Alevîlik-Bektâşîliğin geçirdiği tarihî süreci anlatabilmeli, Alevîliğin yazılı ve sözlü kaynaklarını, âdâb ve erkânını tanıtabilmeli, bunu yaparken de Alevî-Bektaşî geleneğinin terminolojisini kullanabilmelidirler. Türkiye Diyanet Vakfı’nın yayımlamakta olduğu Alevî-Bektâşî Klasiklerinin her öğretmenin kütüphanesinde de yer alması isabetli olacaktır.
2. Öğretmenler Alevîliğin diğer geleneklerle olan benzer ve farklı yanlarını bilmeli, öğrenciler arasındaki birlikte yaşama iradesini harekete geçirebilecek kadar bilgi ve anlayış sahibi olmalıdırlar.
3. DKAB öğretmenleri, Alevîlik konusunda öğrenci veya velilerden gelebilecek sorulara tatmin edici cevaplar verebilmeli, yeri geldiğinde bu konuda gerekli açıklamalarda bulunabilmelidirler.
II. DEDELERİN EĞİTİMİ ve CEM EVLERİNİN STATÜSÜ
Alevî-Bektâşîgeleneğinde dedelerin özel bir yeri bulunmaktadır. Onların Hazret-i Peygamber soyundan geldikleri, yani Ehl-i Beyt’ten ve seyyid oldukları kabul edilmektedir. Dedelerin bağlı oldukları ocaklara verilmiş icâzetnâmelerde onların Hazret-i Peygamber soyundan geldiklerini ispatlayan şecereler yazılıdır. Onlar sadece tarîkat erkânını yürütmekle kalmayıp, düşkün ilan etme, düşkünlükten kaldırma gibi sosyal ve hukûkî olaylara da müdahalede bulunma yetkisine sahiptirler. Bir Alevî, dedesi olmadan kurban kesemeyeceği (tığlayamayacağı) gibi, dede olmadan Hakk’a yürüyen birisinin dârını da çekemez. Dede, tâlip, derviş veya sofu adı verilen Alevî-Bektâşînin pîri ve mürşididir. Dede tarîkat erkânını yürütürken, Hazret-i Muhammed’in postuna o oturmaktadır.
Tarihten bugüne geleneğin yetki ve sorumluluk yüklediği dedelerin bir eğitimci olarak hangi niteliklere sahip olmaları gerektiği önemlidir. Buyruk ve Erkân kitaplarında dedelerin sahip olmaları gereken nitelikler belirtilmiştir. Bunların dışında, temel bir ihtiyaç olarak dedelerin gelenekselleşmiş yapı içerisinde çeşitli uygulamalar vasıtasıyla bugüne kadar taşınmış olan sembol ve motiflerin tasavvufî/bâtınî yorumunu yapabilecek kadar bilgili olmaları geleneğin canlılığını koruyabilmesi açısından gereklidir. Örneğin vahdet-i vücûd, cem’ul-cem’, insan-ı kâmil, dört kapı kırk makâm gibi konuları tasavvuf felsefesi bilmeyen bir dedenin anlaması ve anlatması zor görünmektedir. Âdâb ve erkân içerisinde yer alan tasavvufî terimlerin açıklamasını yapabilmek için zâhir ve bâtın, mecâz ve hakîkî kavramlarının ne anlama geldiğini vs. bilmek gerekmektedir. Dedenin henüz günümüz Türkçesine çevrilmemiş el yazması Alevî-Bektâşî kaynaklarını okuyabilecek kadar Osmanlıca bilgisine sahip olması da onu sürekli besleyen bir bilgi akışını temin edecektir. Dedenin üzerinde taşıması gereken bu nitelikleri saydıktan sonra, insanın aklına “dedenin böyle bir formasyona nasıl sahip olacağı” gelmektedir. Kentleşmeyle birlikte, okur-yazarlık oranı artmış Alevî nüfusun, özellikle lise ve üniversite mezunu gençlerin üzerindeki etkisi giderek azalan dedeler, nasıl daha bilgili ve eğitimli hale getirilebilirler?
Dedeler Alevî-Bektâşî toplumu için bu kadar önemli olduğuna göre, onların eğitimsiz kalmamaları da bir o kadar önemlidir. Onların eğitimi için gerekiyorsa, anayasal düzenlemeler yapılmalı veya bir hukûkî yol bulunarak, onların toplumlarına daha faydalı olabilmelerinin yolu açılmalıdır. Liseden sonra iki veya dört yıllık bir eğitimden geçirilebilecek dedelerin öğretim programlarında şu dersler yer alabilir:
- Alevîlik Bektâşîlik Tarihi
- Alevî-Bektâşî Âdâb ve Erkânı
- Alevî-Bektâşî Kaynakları/El Yazmaları
- Tasavvuf Tarihi ve Felsefesi
- İslâm Tarihi
- İslâm’ın Temel Kaynakları (Kur’an ve Hadis Bilgisi)
- Alevîlik Bektâşîlik Edebiyatı
- Türk ve İslâm Edebiyatı
- Folklor ve Halk Edebiyatı
- Kültür Antropolojisi
- Osmanlıca
- İngilizce
- Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi
- Eğitim Sosyolojisi
- Eğitim Psikolojisi
- Sosyal Psikoloji
- Halkla İlişkiler ve İletişim
- Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik
- Özel Öğretim Metotları
- Hitabet ve Etkili Sunuş Teknikleri
- Eğitim Teknolojisi
- Bilgisayar
Yukarıdaki derslere ihtiyaca göre yenileri de ilave edilebilir. Böylesi bir eğitim kurumunda ders verecek olan öğretim elemanları dedeler ve akademisyenler tarafından belirlenebilir. Tarihçi, Edebiyatçı, İlahiyatçı ve Eğitimci akademisyenler ve yol büyüğü dedeler, söz edilen eğitim kurumunun öğreticileri olabilirler. Sonuç olarak dedelerin toplumun ihtiyaç ve beklentilerine cevap verebilen, insanlarla kolay iletişim kurabilen, kitle psikolojisini bilen, bilgisayar ve internet bilgisi olan, bir yabancı dil bilen, kültürel mirası okuyup değerlendirebilen ve pedagojik formasyonu olan iyi birer eğitimci, birer sosyal bilge olarak yetiştirilmeleri gerekmektedir. Her yıl yukarıdaki niteliklere sahip 150-200 civarında dedenin yetiştirilmesi zaman içerisinde Alevî-Bektâşî toplumunun ihtiyaçlarına cevap verebilecektir. Alevî nüfusun yaşadığı illerimizde ilk önce 50 civarında cem evine resmî statü verilmesi ve eğitimli dedelerin buralara tayin edilmesi bir başlangıç olacaktır. Zaman içerisinde dedeler yetiştikçe toplumun ihtiyacına göre resmî statü verilen cem evlerinin sayısı çoğaltılabilir. Bu cem evlerinin ve görev yapan dedelerin denetlenmesi görevini de yine oluşturulan komisyon gerçekleştirebilir.
SONUÇ
Alevî-Bektâşî geleneğinde “Hak-Muhammed-Ali” şeklinde bir söylem vardır. Alevîsi-Sünnîsiyle hepimiz bir olan Allâh’a inanıyoruz. Muhammed Mustafâ (s.a.v.)’in ümmeti, Aliyyü’l-Murtazâ’nın tâlibiyiz. On iki imâmların, Hacı Bektâş Velî’nin düşünceleri ve örnek hayatları hepimizin geleceğini aydınlatan projektörler olacaklardır. İnsanlarımız birbirlerinin geleneklerini tanıdıkça, birbirlerini daha çok seveceklerdir. Geleneklerin bütün özellikleriyle yaşanabilmeleri için iyi bilinmeleri ve en doğru bir şekilde öğretilmeleri gerekmektedir. Tarihten bugüne sevgi, saygı ve hoşgörü içerisinde yaşamayı bilen ve başka milletlere de öğreten milletimiz, kültürel zenginliğinin bir parçası olan Alevîlik-Bektâşîliği kendi özgünlüğü içerisinde koruyup geliştirmeyi de başaracak güce sahiptir. Bunu başardığımız taktirde, tarihte olduğu gibi bugün de diğer milletleri imrendirecek bir barış ortamı Anadolu’yu Cennet’e çevirecek, Hacı Bektâş Velî’nin kucağında bir arada duran aslan yavrusu ile ceylan yavrusu, her din, millet, ırk ve cinsiyeti kuşatacak evrensel değerlerin sembolü olmaya devam edecektir.
EK 1
HZ. FÂTIMA ve AİLE FERTLERİYLE İLİŞKİLERİ
Hz. Fâtıma, Hz. Peygamber’in en küçük kızıdır. Hz. Peygamber’e vahy gelmesinden beş yıl sonra, mîlâdî 615 yılında dünyaya gelmiştir. Ona, Fâtıma (kesilmiş) isminin verilmesinin sebebi, Allâh’ın onu ve onu seven dostlarını ateşten (Cehennem’den) kesmiş olmasıdır. Hz. Muhammed, bir hadîsinde sevgili kızı Fâtıma hakkında şunları söylemiştir: “Hakîkaten Allah, kızım Fâtıma’yı ve onun evlâtlarını ve onları sevenleri ateşten uzaklaştırmıştır.”[1] Kendisine “beyaz, parlak ve aydın yüzlü kadın” anlamına gelen “Zehrâ” da denilmiştir. “Betül” denmesinin sebebi ise, kendi zamanının kadınlarından fazîlet, din ve soyluluk yönünden ayrılmış (ve seçkinlik kazanmış) olmasıdır.[2] Hz. Peygamber, mü’minlerin gönlüne Hz. Fâtıma sevgisinin yer etmesinde önemli bir yeri olan bir başka hadîsinde de, şöyle söylemiştir: “Kızım Fâtıma, geçmiş, gelecek, bütün kadınlardan üstündür. O, vücûdumun bir parçası, gözümün nûru ve kalbimin meyvesidir.”[3]
Hz. Fâtıma, konuşma ve sohbetinde Hz. Peygamber’e en çok benzeyen kişidir. Hadîs kitaplarında, babasının bulunduğu yere geldiğinde, Hz. Peygamber’in yerinden kalkıp Fâtıma’ya doğru giderek ona hoş geldin dediği, sonra da elini öpüp, kendi yerine oturttuğu anlatılmaktadır.”[4] Yine kaynaklarda nakledildiğine göre; Hz. Peygamber, her yolculuğa çıktığında en son Hz. Fâtıma ile görüşmüştür. Her yolculuktan döndüğünde de, önce mescidte iki rek’ât namaz kılmış, mescidten çıktıktan sonra, hanımlarının yanına varmadan önce, mutlaka Hz. Fâtıma’yı görmeye gitmiştir.” Abdullâh İbn-i Abbas, Hz. Peygamber’in her seferden döndüğünde, mutlaka Fâtıma’yı öptüğünü nakletmektedir.[5]
Hz. Fâtıma, Peygamber kızı olmanın ötesinde, babasının bu kadar yoğun sevgisini hak edecek kişiliğe, huy ve ahlâka sahip, örnek bir insandır. 10 yaşındayken annesi vefat eden Hz. Fâtıma’nın çocukluğu Mekke’de geçmiştir. O, çocuk yaşlarındayken bile, her zaman babası Hz. Muhammed’in yanında ve yardımında olmuştur. Hadîs kitapları şöyle bir olayı nakletmektedir: Bir gün Hz. Muhammed, Ka’be’nin yanında namaz kılmaktadır. Onu gören Ebû Cehil, yanında bulunanlara, bir deve işkembesini, Hz. Peygamber’in boynunun üzerine koymasını emreder. Onların içerisinden en şakî (kötü) olanı, kalkıp onu alır ve secde halinde bulunan Peygamberin boynunun üzerine koyar. Onlar, birbirlerine bakıp gülüşmeye başlarlar. Hz. Peygamber, öylece secde halinde durur ve başını kaldırmaz. Durumu görenler de, Ebû Cehil ve yanındakilerden çekindiklerinden dolayı, bu çirkin olaya müdahale edemezler. Bir kişi gidip, henüz küçücük bir kız olan Hz. Fatıma’ya haber verir. Hz. Fatıma, gelip onu bir kenara atar ve sonra o adamlara yönelerek onları ayıplamaya ve kınamaya başlar. Küçücük Fâtıma, kimsenin cesaret edemediği bir şey yapmış, babası ve Allâh’ın sevgilisine yapılan bu hakarete engel olmuştur.[6]
Hz. Fâtıma, Hz. Peygamber’den bir müddet sonra, kızkardeşi Ümmü Gülsüm, Hz. Ebû Bekir’in ailesi, ileride kayınvalidesi olacak olan Fâtıma bint-i Esed’in de aralarında bulunduğu bir grupla birlikte, Medîne’ye hicret etmiştir. Bir müddet sonra Hz. Ali, onu babasından istemiş, babası da kızından izin alarak, onları evlendirmiştir. Evlenirken çeyizi; bir kadife örtü, iki su kabı ve bunlarla birlikte birkaç sade eşyadan ibarettir. Onun ev eşyası, giyim ve yiyecek bakımından son derece sade bir hayat yaşadığı bilinmektedir. Hz. Fâtıma, maddî eşyalardan daha çok, iyiliğe, ahlâk güzelliğine, sevgi ve saygıya önem vermiştir. Evlendikten bir yıl sonra, ilk çocuğu Hz. Hasan’ı, ondan bir yıl sonra da ikinci çocuğu Hz. Hüseyin’i dünyaya getirmiştir. Sonraki yıllarda da Ümmü Gülsüm ve Zeynep adlı kızları ile Muhsin adlı oğlu olmuştur. Ancak Muhsin, küçük yaştayken vefât etmiştir.
Hz. Fâtıma’nın evlilik hayatında dikkat çeken hususlardan birisi de, kayınvalidesi Fâtıma bint-i Esed’in, onlarla birlikte aynı evde yaşamış olmasıdır. Hz. Ali’nin annesi Fâtıma bint-i Esed, Hz. Peygamber’i sekiz yaşından itibaren evinde büyüten, himâye eden Ebû Tâlib’in hanımıdır. O, bir bakıma Hz. Peygamber’e annelik yapmıştır. Hatta öyle ki, kendi çocuklarından önce, onu doyurduğu anlatılmaktadır. Hz. Fâtıma’nın kayınvalidesi ile birlikte yaşaması, babasına yapılan iyiliği unutmadığını, kocası ve kayınvalidesine karşı duyduğu sevgi, saygıyı ve ne kadar hoş geçimli bir insan olduğunu göstermektedir.
Hz. Fâtıma evlendikten sonra da, sık sık babasının ziyaretine giderek, onun hizmetinde bulunmuştur. Hem Hz. Fâtıma’ya, hem de yanında büyümüş olan Hz. Ali’ye derin bir sevgi besleyen Peygamber Efendimiz’in, zaman zaman onların evine giderek, onların arasına oturduğu, onlarla sohbet ettiği anlatılmaktadır. Bazen aralarında meydana gelen ufak tefek anlaşmazlıklarda aralarını bulduğu, çeşitli konularda onlara telkin ve tavsiyelerde bulunduğu da bilgilerimiz arasındadır. Hz. Fâtıma’nın sade yaşantısında, babası Hz. Peygamber’in telkîn ve tavsiyelerinin de etkisi olmuştur. Hz. Ali, şöyle bir olay anlatmaktadır: “Resûlullah’ın en çok sevdiği şahıs olan Fâtıma’nın, benim evimde bulunduğu sırada, el değirmenini çevirmekten elleri nasır bağlamıştı. Tulum ile su taşımaktan, boynunda iz kalmış, evi sürekli süpürmekten, elbiseleri tozlanmış ve ocağın ateşini yakmaktan elbisesi siyahlaşmıştı. O, yorucu işler neticesinde rahatsız olmuştu. Bu sıralarda, Resûlullah’ın yanına bir köle getirdiklerini duyduk. Fâtıma’ya: “Babanın yanına gidip sana bir hizmetçi vermesini istemez misin?” dedim. Fâtıma, bu iş için babasının bulunduğu yere gitti, ama Resûlullah konuşuyordu; utanıp, isteğini ifade edemeden geri döndü. Ertesi gün, biz yatakta bulunduğumuz halde, Resûlullah evimize geldi ve Fâtıma’nın başı ucunda oturdu. Fâtıma, babasından utanarak başını yorganın altına soktu. Sonra Hazreti Peygamber buyurdu ki: “Âl-i Muhammed’in (Ehl-i Beyt’in), dünkü isteği ne idi?” Fâtıma susup bir şey söylemedi. Ben dedim ki: “And olsun Allah’a, ben sana söyleyeceğim, ey Allah’ın Resûlü! Bu kızınızın el değirmeni çevirmekten eli nasır bağlamıştır; tulum ile su taşımaktan boynunda iz kalmıştır; evi süpürdüğünden elbiseleri tozlanmıştır; ocak yakmaktan elbiseleri siyah olmuştur; biz senin yanına bir köle veya hizmetçi getirdiklerini öğrendik. Bu yüzden, ben ona: “Babandan sana bir hizmetçi vermesini iste” dedim. Resûlullah’ın, ona şöyle cevap verdiği nakledilmektedir: “İstediğinizden daha hayırlı olan bir şeyi size öğretmemi istemez misiniz? Yatarken 33 defa Allâh u Ekber deyin, 33 defa Sübhâna’llâh ve 33 defa da Elhamdüli’llâh söyleyin! Bu, sizler için cariyeden daha iyidir.”[7]
Hz. Peygamber, bir gün Fâtıma’nın deve tüyünden bir abaya bürünmüş olarak, buğday öğüttüğünü görmüştür. Bu durumu görünce, ağlamaya başlar ve şöyle buyurur: “Ey Fâtıma! Dünyanın acılarına sabret ki, yarın âhiretin bol nimetlerine kavuşasın.” Bunun üzerine şu âyet nâzil olur : “Ve elbette yakında Rabbin, öyle şeyler verecek ki sana, sonunda râzı olacaksın.”[8]
Hz. Fâtıma, annelik görevini büyük bir fedâkârlıkla yerine getirmiş, bu konuda da örnek olmuştur. “Bilâl-i Habeşî, bir gün sabah namazına geç gelir. Resûlullah ona: Neden geç kaldığını sorunca, şöyle cevap verir: Fâtıma’nın yanından geçiyordum, onun el değirmeni ile buğday öğütmekle meşgul olduğunu ve çocuğunun ağladığını gördüm. Ona dedim ki: Eğer istersen, ben el değirmenini çevireyim, sen çocuğu susturmaya bak veya istersen, ben çocuğu susturayım, sen değirmeni çevir. Hz. Fâtıma: Ben, çocuğuma senden daha şefkatliyim… dedi. Bu yüzden, geç kaldım. Resûlullah şöyle buyurur: Sen ona merhamet etmişsin, Allah da sana merhamet etsin.”[9]
Hz. Fâtıma’nın İslâm kültüründe ün kazandığı hususlardan birisi de, sağlık ve sosyal yardım alanındaki hizmetleridir. Uhud savaşında gâzîlere su ve yiyecek taşımış, yaralıları tedavi etmiştir. Hz. Peygamber’in, Uhud savaşında yüzü yaralanmış, azı dişi kırılmış ve başındaki miğferi ezilmiştir. Hz. Fâtıma, Peygamber’in yüzündeki kanı yıkar ve eşi Hz. Ali de kalkanıyla su dökerek, ona yardımcı olur. Fâtıma, suyun kanı daha da artırdığını görünce, bir hasır parçasını yakarak, külünü alıp yaranın üzerine sürer ve böylece akan kan kesilir.”[10] Hz. Ali, Hz. Fâtıma’nın sosyal hizmetleri ile ilgili olarak, bir başka olayı da şöyle anlatmaktadır: “Biz Resûlullah ile Hendek çukurlarındaydık ki, Fâtıma, Resûlullah’a bir parça ekmek getirdi ve ekmeği ona uzattı. Resûlullah “Nedir bu?” diye sorduğunda Fâtıma: “Çocuklarım için pişirdiğim ekmeğin bir parçasını sana getirdim.” dedi. Resûlullah, onu yiyerek şöyle buyurdu: “Kızım, bu ekmek, üç günden sonra babanın yediği ilk yiyecektir.”[11]
Peygamberimizin soyu, Hz. Fâtıma’nın çocuklarıyla devam etmiştir. Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere; “şerîf”, Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere ise “seyyid” denmiştir. Hz. Peygamber’in, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i çok sevdiğini ve bu sevgisini de açıkça ifade ettiğini kaynaklar nakletmektedir. Sık sık, Hz. Hasan’ı sağ yanına, Hz. Hüseyin’i de sol yanına alarak, onlarla birlikte namaz kılmış, namaz sırasında onların sırtına, omuzuna çıkmasına ses çıkarmamıştır. Selam verdikten sonra, onları kucağına alarak, öpüp koklamış; “Allâh’ım! Ben bu ikiyi (Hasan ve Hüseyin’i) severim ve onları seven kimseyi de severim” buyurmuştur.[12] Bir gün, Hz. Peygamber minberde hutbe okurken, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, düşe kalka mescide gelmişlerdir. Hz. Peygamber, konuşmasını yarıda keserek, aşağı inmiş, onları yanına oturtarak, konuşmasını kaldığı yerden sürdürmüştür. Ama ne acı ki, Peygamber çiçeği olan bu iki yiğit, fitne ve tefrikalara kurban edilerek şehit edilmişlerdir. Bununla birlikte, onların soyundan gelen seyyid ve şerîfler, Fâtıma ananın emânetleri olarak görülmüş, her zaman sevgi ve saygıya mazhar olmuşlardır.
EK 2
HACI BEKTÂŞ VELÎ’NİN TANRI ANLAYIŞI
Eğitim hayatına, Hoca Ahmed Yesevî’nin Horasan Okulu’nda başlayan Hünkâr Hacı Bektâş Velî, çevresindeki insanlara Allâh’a ulaşmanın yollarını öğretmiş bir Hak dostudur. Hacı Bektâş Velî, Makâlât’ında îmânı; “Allah’a inanmak, emirlerini yerine getirmek, sakının dediğinden sakınmak” şeklinde tarif etmektedir.[13] Ona göre, Allah’ın emrini yerine getirmemek ve sakının dediğinden sakınmamak, inanmamak anlamına gelmektedir. Bu sözlerden anlaşılmaktadır ki o, îmanı salt bir zihinsel süreç veya entellektüel bir tasdîk olarak görmemekte, îmana “varoluşsal” bir boyut da eklemektedir. “Allah’ın emirlerine teslîmiyyet”, îmanın varoluşsal yönüdür.
Hacı Bektâş Velî, Makâlât’ın bir başka yerinde îman, amel ve küfrü, ticarî kavramlara benzetmiştir:“Îmanı” ticaret yapmak için gerekli olan “sermaye”ye, “amel”i yani Allah’ın emirlerini tutmayı “kâr”a, “küfrü” de “iflâs”a benzetmektedir.[14] Bu benzetmeden şu sonuçların çıkartılması mümkündür: Nasıl sermayesiz ticâret yapmak mümkün değilse, İslâm’ın inanç esaslarını kabul etmeden, Müslüman olmak da mümkün değildir. Ticâret yapmaktan maksat, kâr elde etmektir. O halde îmanı elde etmek yeterli olmayıp, Allah’ın emirlerini yerine getirmek de lazımdır. Ticaretteki en tehlikeli durum ise, iflâstır. Din alanında iflâs, inkâr ve küfürdür. Hacı Bektâş Velî, soyut bir kavram olan îmanı, amel ve ahlâkla ilişkilendirerek somut bir hâle getirmektedir. Onun hedefi, soyut tanımlamalar yapmak değil, muhâtabı olan insanlarda sâlih amel ve güzel ahlâkın ortaya çıkmasına yardımcı olmaktır.
Hacı Bektâş Velî, ibâdetlerin Cennet sevgisi veya Cehennem korkusu için değil, Allah sevgisi için yapılması gerektiği görüşündedir. Ona göre; mü’minin uğraşısı üç çeşittir: İbâdet, ubûdiyet ve ubûdet. İbâdet; Cennet sarayları, hûrî-gılmanlar ve Cennet nîmetlerinden faydalanmak için yapılır. Ubûdiyet; Allah’a yakınlaşmak ve uhrevî dereceleri elde etmek için yapılır. Ubûdet ise; Allah’ın zatı ve sevgisi için yapılır.[15] Böylece, yapılan ibâdetler niyetlere göre derecelendirilmiş olmaktadır. Önemli olan Cennet ve uhrevî derecelerin ötesindeki; Allah’ın zatını hoşnut etme ve sevgisini kazanma hedefini gözetebilmektir.
Hacı Bektâş Velî’ye göre Allah, insanlar için iki bostan (bahçe) yaratmıştır. Biri din bostanı, biri îman bostanı. Bu iki bostan da, Allah’a aittir ve onlar hakkında şunları söylemektedir: “Ey kullarım! Sizlerdeki iki bostan da, bana aittir. İnâyet’imle bekledim. Çevresini Rahmet’imle çevirdim. Miskinlikle gönlünüzü yumuşattım. Gönlünüze tevhîd ağacını diktim. Tevhîd ağacında da hakîkat yemişini bitirdim. Ma’rifet suyuyla suladım. Ayrık otunu ve dikenini ayırdım. Düşmanlık isteyenlerden uzak bıraktım. Günahlarınızla da, orta yerde korkuluk yaptım.”[16]
Hacı Bektâş Velî, Makâlât’ında Allâh’ın mü’minlerin gönlüne diktiği tevhîd ağacını sulayacak olan ma’rifet (bilgi) suyununun ne olduğunu da açıklamıştır. Ma’rifet, Allâh’ın varlığından, birliğinden ve O’nun sıfatlarından haberdar olmak demektir. Hünkâr, ma’rifet makâmının tevhîd anlayışını beyan ederken, Allah’ın sıfatlarını âyetler ışığında saymaktadır. Allah’ın Mülkünü, Heybetini, Azametini, İzzetini, Celâlini, Nimetini, İntikâmını, Lutfunu, Muhabbetini, Nusretini, Kısmetini, Kifâyetini, Rahmetini, ilgili Kur’an âyetlerini naklederek anlatmaktadır.[17]
Hacı Bektâş Velî, yukarıda saydığı Allah’ın sıfatlarının eşyâda nasıl gözlemlenebileceğini de Allah’a izâfe ettiği şu sözle öğretmektedir: “Ey ibretli kullarım! Eğer Ben’i dilerseniz yere bakın. Nakışlı yaygıyı nasıl döşediğime bakın. Sonra, süslediğim göklere bakın. Sırrımı anlamak istiyorsanız, meleklere bakın. Büyüklüğümü görmek istiyorsanız, dağlara bakın. Ambarımı görmek istiyorsanız, denizlere bakın. Heybetimi görmek istiyorsanız, kıyâmete bakın. Nîmetimi görmek istiyorsanız, Cennet’ime bakın. Emirlerimi öğrenmek istiyorsanız, Kur’ân’a bakın. Yaratıcılığımı görmek istiyorsanız, kullarıma bakın. Şânımı görmek istiyorsanız, göklerin işâretine bakın. Hazînelerimi merâk ediyorsanız, evliyâma bakın.”[18]
Hünkâr, Şerh-i Besmele adlı eserinde ise daha çok Allah’ın esirgeyicilik ve bağışlayıcılık anlamlarına gelen ve Besmele’nin içinde geçenRahmân ve Rahîm isimleri üzerinde durmaktadır. Allah’ın Rahmâniyet ve Rahîmiyet’ini bizzat Allâh u Teâlâ’nın bir hadîs-i kudsîdeki (metni Hz. Peygamber’e, anlamı Allâh’a ait hadîs) ifadesine dayandırmaktadır: “Ya Muhammed! Benim en yüce adım Allah’tır. Onun içindir ki, Allah’tan ayrı adlarım varsa, hepsi sıfattır. Nitekim Hâlik (yaratan) deyince, yaratıcılığım belirir. Rahmân (esirgeyen) deyince, Rahmet’imin çokluğu belirir. Rahîm (bağışlayan) desinler, uçmağı (Cennet’i) makam olarak vereyim. Allah desinler, perdeyi kaldırayım, yüzümü göstereyim. Ey korkucular! (Allah’tan korkanlar) Rahmân deyin ki, sizi korktuğunuzdan yana güvenli kılayım. Ey umucular! (Allah’tan umutlarını kesmeyenler) Rahîm deyin ki, umduğunuza eresiniz. Ey âşıklar! Allah deyin ki, düşmanların eziyetinden kurtulup Dost’a (Allâh’a) kavuşasınız.[19]
O, Makâlât adlı eserinde; kalbi Allah aşkı ile dolu olanların, bir gün mutlaka Allâh’a kavuşacaklarını ifade etmektedir.[20] Fakat Allâh’a kavuşmak için âşığın, gönlünü ve kulağını Kur’ân-ı Kerîm’deki mesajlara açması gerekmektedir. Hacı Bektâş Velî, Kur’ân’ın mâşuktan âşığa bir mektup olduğunu söyleyerek, çevresindekilere şu telkinde bulunmaktadır: “O halde ey derviş! Bilesin ki; Kur’an Allah kelâmıdır. Hz. Peygamber’e amel etmesi ve elçi olarak halka bildirmesi için indirilmiş bir kitaptır. Ey derviş! Bilesin ki; yüce Allah’ın rızâsını kazanmak ve Hz. Mustafâ’ya itaat etmek Kur’ân’ın emridir. Buna göre kendini Kur’ân’a layık hale getirmeyen, onunla aydınlanmayan, onun rahmetini ve izzetini kazanmayan kör olmuş demektir. Her kim, onu okur, duyar ve unutursa, onunla amel etmezse, yüce Allah’ın şu buyruğundan kurtulamaz: Benim kitabımdan yüz çeviren kişinin dar bir geçimi olur ve kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz.[21] O zaman bu kör adam, Allah’ım beni neden kör olarak haşrettin? Oysa ki ben görüyordum[22] diyecek. Allah da buyuracak ki; Bizim âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları unuttun şimdi de biz seni unuttuk.”[23] Âşık, öncelikle Mâşûk’u olan Allah’ın Hz. Muhammed’e vahyettiği Kur’an’a çok düşkündür. Çünkü Kur’an, âşığı olduğu Hakk’ın kelâmıdır. O, Kur’ân’ı sadece dinlemekle kalmaz, çok sevdiği Rabb’inin âyetlerini çok okur; canı ve gönlü ile Kur’an’ı sever.
Hacı Bektâş Velî’ye göre, kişiyi Allah aşkından alıkoyan yegane engel, dünya sevgisidir.[24] Kalbini dünya sevgisi ile dolduranlar, devamlı onu elde etmek için mücadele ederler. Birilerini engellemek, birilerinin hesaplarını boşa çıkarmak için plan ve projeler yaparlar. Hacı Bektâş Velî’ye göre ise dünya; mezbeleden başka bir şey değildir ve dünyaperestler de, hiçbir zaman ondan ayrılmazlar.[25] Fakat dünyayı tam manasıyle elde etmek de mümkün değildir. Hacı Bektâş Velî, dünya hakkında şunları söylemektedir: “Dünyayı zahmetle elde ederler ve hasetle muhafaza ederler; hasretle de ellerinden çıkarırlar.”[26] Ona göre dünya, müslümanların birbirleri ile mücadele etmelerine değmeyecek kadar değersizdir. Değerli olan bir şey varsa o da, Allah ve Allah’ın yarattıklarına karşı sevgi duymaktır.
Hünkâr, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye adlı eserinde, kalbi Allah aşkı ile dolu olan bir insanın, hangi ma’nevî halleri yaşayabileceğini de açıklamıştır:“Derviş, ilâhî düşüncelere dalmalı, sevgi meyvelerini dermeli, rûhunu tevhîd içinde tutmalı, ilâhî sırlara ulaşmaya gayret etmeli, başına ihlâs tâcı koymalı, huzûra çıkma kemeri kuşanmalı, ibâdet bineğine binmeli, teklik makamına erebilmek için kulluk kırbacını eline alıp, gayret atını birlik meydanında koşturmalıdır. Gönlünü tevhîd suyu ile beslemeli, rûhunu Hakk’ın görüntü nurlarıyla ışıklandırmalı insanın özü benim sırrımdır, Ben de onun sırrıyım incisine kavuşmak için görüntü denizinde dalgıçlık yapmalıdır.”[27]
Hacı Bektâş Velî, “inkâr”ın can içindeki bir hastalık olduğunu ifade etmektedir. Bu hastalığı, ancak ulu bir hekim olan ma’rifet (bilgi) iyileştirebilir. Ma’rifet, Cehennem kapısındaki yedi dağı doğrayıp parçalar ve sekiz Cennet kapısında yol eyler.[28]
İnkâr hastalığından kurtulmanın diğer bir yolu da tövbe etmek, yani Allah’tan af dilemektir. Hacı Bektâş Velî, kulun tövbe etmesiyle, Allâh’ın Rahmân (bağışlayan) isminin tecellîsinin nasıl ortaya çıkacağını, Şerh-i Besmele adlı eserinde şu hikâyeyi anlatarak dile getirmektedir: Hârun Reşîd zamanında, hiç hıyar yetiştiğini görmemiş bir çöl Arabı, yerde birkaç tane hıyar tohumu bulur. Onu eker, sular. Birkaç tane acı hıyar yetiştirir. Daha sonra, karşılığını almak üzere hıyarları, Hârun Reşîd’in huzuruna götürür. Hârun Reşîd, cehaletini yüzüne vurmayarak, onu mükâfatlandırır. Sonra da yanında bulunanlara, niçin böyle davrandığını şu şekilde açıklar: “O, zavallı Arap, kurak yerlerde ömrünü geçirmişti, hıyar nedir hiç bilmemişti. Onu bulunca sandı ki, kendisi gibi biz de bilmeyiz. O, nesneyi bize layık gördü. Bu yüzden getirdi. Biz de, kendi bilgimizi bırakıp, onun bilgisiyle bir olduk. İnşaallah, cömertler defterinden biz de yoksun kalmayız.” Hacı Bektâş Velî, bu hikâyeden şu sonucu çıkartmaktadır: “Çünküsü, niçini bilinmeyen ve olmayan O Yüce Pâdişâh (Allâh)’ın, Rahmân’ın katında da günâhkârların durumu, Arabın hikâyesine benzer. Ömürlerini her nasıl geçirmişlerse, geçirmişler. Bir gün, tövbe hıyarının tohumu ellerine geçer, onu göz yaşıyla sularlarsa, hiç utanmadan o tövbeleri Yüce Hazret’e götürsünler.[29]
Hacı Bektâş Velî, yine bir kudsî hadîse atıf yaparak, mü’minin Besmele çekerek tövbekâr olması ve Allâh’a yakarışta bulunması karşısında, Allâh’ın tavrını şöyle dile getirmektedir: “Ben Kerem sahibinden, en büyük bağışlayıcıdan, ben Rahmân ve Rahîm’den af dilesinler. Bismillâhirrahmânirrahîm desinler. Allah dedikleri vakit, ne kadar yaşam sürmüşlerse, bu yaşamlarını hep Tanrı kulluğu ile geçirmişler gibi kabul ederim. Rahmân dediklerinde, onlara, nice kulluk etmiş olanlara verdiklerimden veririm. Rahîm demelerinden ötürü de, onlara gündüz oruç tutmuşların ve gâzîlik yapmış olanların sevabından veririm.”[30]
Hacı Bektâş Velî, kalbi Allah aşkı ile dolu olan bir Hak dostudur. O, bütün ömrü boyunca, insanlara Allâh’ı sevdirmeye gayret etmiştir. Yaratılmışların en şereflisi olan insanları da, Allâh’ın sevgisine layık hale getirmeye çalışmıştır.
EK 3
HZ. ALİ VE ÖRNEK ŞAHSİYETİ
Hz. Ali, Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib’in en küçük oğludur. Annesi Fâtıma bint-i Esed’tir. Fâtıma bint-i Esed, Hz. Peygamber’e, yetim ve öksüz kaldığı sekiz yaşından itibaren annelik yapmıştır. Bu nedenle, Peygamberimiz ona “ikinci annem” demiştir. Hz. Ali’nin babası Ebû Tâlib, Hz. Peygamber’i kendi evladı gibi büyütmüş, evleninceye kadar evinde barındırmıştır. Hz. Ali, Peygamberimizin Hz. Hatîce ile evlenmesinden beş yıl sonra, mîlâdî 600 yılında dünyaya gelmiştir.
Hz. Ali, çocukluğunda bile hiç puta tapmadığı, yüzünü onlara hiç çevirmediği için, kendisine kerrema’llâhu veche (Allah yüzünü şereflendirsin) sıfatı layık görülmüştür. Sahâbe arasında, bu sıfatla anılan tek kişidir. Hz. Ali’nin şeref, fazîlet ve cesaretini anlatan pek çok künye, ünvan ve lakabı bulunmaktadır. Aslan anlamına gelen Haydar, Allâh’ın galip aslanı anlamına gelen Esedu’llâhi’l-Gâlib, Allâh’ın rızâsını kazanmış anlamına gelen el-Murtazâ, velîlerin (Allah dostlarının) sultânı anlamına gelen Sultânü’l-Evliyâ, toprağın babası anlamına gelen Ebu’t-Türâb, bunlardan bir kaçıdır.
Hz. Peygamber, geçim darlığı çeken amcası Ebû Tâlib’in yükünü hafifletmek amacıyla, Hz. Ali’yi beş yaşında iken yanına almıştır. Hz. Ali, bu yaştan itibaren, Hz. Peygamber Medîne’ye hicret edene kadar, onun evinde büyümüştür. On yaşlarında iken, Hz. Hatîce’den sonra Hz. Muhammed’in Peygamberliğine îmân eden üçüncü kişidir. Aynı zamanda, ilk namaz kılanlardandır. Çocuk yaşta olmasına rağmen, İslâm’ın yayılması ve güçlenmesi için, her zaman Hz. Peygamber’e destek olmuştur. Büyüdüğünde ise, bu konuda gösterdiği cesaret ve şecaati, ona Allâh’ın aslanı lakabının verilmesine neden olmuştur.
Hz. Ali, Hz. Peygamber’in amcasının oğlu ve damadı olmasının yanısıra, örnek şahsiyeti, bilgisi, adaleti, kararlılığı ve üstün cesareti ile Hz. Muhammed’in yoğun bir sevgisini kazanmıştır. Hz. Peygamber, Hz. Ali’ye duyulan sevgiyi, kendisine ve Allâh’a duyulan sevgi ile bir tutmuştur. Bu bakış açısını, söze de dökerek şöyle ifade etmiştir: “Ali’yi seven beni sevmiş olur, beni seven de Allâh’ı sevmiş olur, Ali’ye buğzeden bana buğzetmiş olur, bana buğzeden de Allâh’a buğzetmiş olur.”[31] Bir başka hadîsinde ise şöyle buyurmaktadır: “Ey Ali, ben ilmin şehriyim, sen ise onun kapısısın. Şehire ancak kapıdan varılır. Bir kimse, beni sevdiğini söyleyip sana buğz ederse, beni sevmiyordur ve yalancıdır. Zira sen, bendensin ve ben de, sendenim. Senin ve senden gelecek evlatlarından olan imamların misali, Nûh’un gemisi gibidir. Her kim gemiye bindiyse, kurtuldu ve her kim muhâlefet ettiyse, helâk oldu.”[32]
Mekke’li müşriklerin, ezâ ve cefâlarını gittikçe artırmaları, hatta kendisini öldürme planları yapmaları üzerine Hz. Peygamber, Medîne’ye hicret etmeye karar vermiştir. Kendisini öldürmeye gelen müşrikleri oyalamak ve evinde olduğu izlenimi vermek amacıyla yatağına yatırdığı kişi, Hz. Ali’dir. Üzerinde bulunan emanetleri de sahiplerine ulaştırması için, Hz. Ali’ye bırakmıştır. O da, büyük bir cesaret örneği göstererek, gece boyunca Hz. Peygamber’in yatağında yatmış, müşrikleri, onun evde olduğuna inandırmayı başarmıştır. Emanetleri sahiplerine ulaştırdıktan sonra, yine Hz. Peygamber’in talimatına uygun olarak Mekke’den ayrılmış, Kuba’da ona yetişmiştir. Hz. Peygamber, Hicret’in beşinci ayında, muhâcirler ile ensâr arasındaki yakınlık ve dayanışmayı kurumsallaştırmak amacıyla, kardeşleştirme (muâhât) yapmıştır. Kendisine kardeş olarak seçtiği kişi ise, çok sevdiği Hz. Ali olmuştur. Halen Alevî-Bektâşî geleneğinde sürdürülmekte olan müsâhiblik (yol kardeşliği) uygulamasının tarihî temeli de, bu olaydır.
Hz. Ali, hicretin ikinci yılında, Hz. Peygamber’in çok sevdiği kızı, Hz. Fâtıma ile evlenmiştir. Bu evlilikten Hasan, Hüseyin ve ölü doğan Muhsin adlarında oğulları ile Zeynep ve Ümmü Gülsüm adlarında kızları dünyaya gelmiştir.
Hz. Ali, Tebûk dışındaki bütün savaşlara katılmıştır. Bu savaşlarda, sancaktarlık yapmış ve büyük kahramanlıklar göstermiştir. Bedir Savaşı’na çıkarken, Hz. Peygamber’in önündeki iki sancaktan birini o taşımıştır. Uhud Savaşı’nda, düşman tarafından tuzak olarak kazılan çukurlardan birisine düşen Hz. Peygamber’i elinden tutarak, Talha bin Ubeydullah’la birlikte, buradan çıkartmıştır. Bu savaşta, bedenini siper ederek, Hz. Peygamber’i koruyan az sayıda sahâbîden birisidir. Hz. Peygamber, gösterdiği bu kahramanlıklardan dolayı; “Ali gibi genç, Zülfikâr gibi kılıç yoktur” buyurmuştur. Hz. Ali, Hendek ve Müstalik oğulları ile yapılan savaşlarda gösterdiği kahramanlıklarla da ün kazanmıştır. Hendek Savaşı’nda, hendeği aşmak isteyenlere karşı yaptığı mücadele ve şöhretli pehlivan Amr bin Abdûd’u yenmesi dillere destandır. Kureyza Savaşı’nda sancağı taşıyan Hz. Ali, aynı zamanda öncü birliklerin başında yer almıştır.
Hz. Peygamber’in kâtipliğini de yapan Hz. Ali, Hudeybiye antlaşmasının metnini yazmış, aynı zamanda antlaşmanın şahitleri arasında da yer almıştır. Hz. Peygamber tarafından, Hayber’in fethinden önce, Fedek’e gönderilen yüz kişilik askerî birliğe komutanlık yapmıştır. Hz. Peygamber, Hayber Seferi’ne çıkarken, beyaz renkli sancağı ona vermiştir. Hayber, bu hücûm sonucunda fethedildiği için, Hz. Ali’ye Hayber Kalesi’nin fâtihi denmiştir.
Mekke’nin fethinden sonra, Kâ’be’nin ve daha sonra Taif’in putlardan arındırılması görevi de, Hz. Ali’ye verilmiştir. Huneyn Savaşı’nın ilk anlarında, müslümanların dağıldıkları bir sırada, Hz. Peygamber’in yanından ayrılmayarak, mukâvemet gösterenlerden birisi de, yine Hz. Ali’dir. Hz. Peygamber’in vasiyeti üzerine, cenazesini Hz. Ali, Hz. Abbas, onun oğulları Fazlı, Kusem ve Üsâme bin Zeyd, birlikte yıkamışlardır. O, hayatındayken olduğu kadar, ölümünde de Hz. Peygamber’in en yakınında bulunmuştur.
Allâh’ın arslanı Hz. Ali, zulüm ve haksızlıklara karşı sonuna kadar mücadele eden çetin bir savaşçı olduğu kadar, miskin (fakir)lere, yetimlere, kölelere karşı sofrasını, yüreğini açık tutan bir şefkat ve merhamet insanıdır. Bir defasında, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hastalanmış, Hz. Peygamber’in tavsiyesi üzerine, iyileşmeleri için, eşi Hz. Fâtıma ile birlikte üç gün oruç tutmayı adamışlardır. Allâh’ın lutfu ile onlar sağlıklarına kavuşunca da, adadıkları orucu tutmaya başlamışlardır. Birinci gün, yemek için hazırladıları iftarlıklarını, kapılarına gelen bir yoksula, ikinci gün öksüz bir çocuğa, üçüncü gün de bir esire ikrâm ederek, yemeyip yedirmeyi tercih etmişlerdir. Bu olay üzerine şu âyet nâzil olur: “Onlar, içleri çektiği halde, yiyeceği yoksula, öksüze, esire yedirirler. Biz sizi ancak, Allah rızâsı için doyuruyoruz, bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz, çok asık suratların bulunacağı bir günde Rabb’imizden korkarız derler. Allah da, onları bu yüzden, o günün (kıyâmetin) fenalığından korur. Onların yüzlerine neş’e ve parlaklık verir.”[33]
“Dilesem, ben de yağlar ballar bulurum; buğday ekmeğinin halisini yerim; ipek elbise giyinirim; fakat nefsimin dileğinin bana üstün olması, beni lezzetli yemekler yemeye çekmesi mümkün mü hiç? Ben nasıl doya doya yemek yiyebilirim ki Hicaz’da, yahut Yemâme’de belki yoksullar vardır; günler geçmemiştir ki belki tokluk nedir, görmemişlerdir”[34] diyen Hz. Ali, yemeyip yedirmenin, giymeyip giydirmenin ve her türlü suçu affetmenin adı olan “fütüvvet” mesleğinin pîridir.
Hilâfeti sırasında kalbi, emri altındakilere sevgi ve merhametle dolu olan Hz. Ali, yöneticilerin başucu kitabı olan “Emirnâme”sinde Mısır’a vali olarak tayin ettiği Malik bin Eşter’e şu tavsiyelerde bulunmaktadır: “Kalbinde raiyye (yönetimin altında bulunanlar) için geniş merhamet ve muhabbet duyguları besle; onları lütuf ile karşıla. Kat’iyyen fırsat bilip de o zavallıları yutmayı ganîmet bilen yırtıcı bir canavar kesilme. Zira onlar iki sınıftan ibarettir: 1. Ya dinde kardeşin, 2. Ya yaratılışta bir eşin. Kendileri hata yapabilirler. Onlardan bazı arızalar zuhur edebilir. Gerek hata ile, gerek kasden işledikleri suçlardan dolayı, ellerinden tutarak onları doğru yola getirmek mümkündür. Nasıl sen, Allah’ın senin günahını effetmesini istersen, sen de onları affet!”[35] “Hiddetine, gadabına, eline, diline hakim ol!”[36] Görüldüğü üzere Hz. Ali, müslim, gayr-i müslim herkesi, şefkat kanatlarının altına almayı, insanlığın ve müslümanlığın bir gereği saymaktadır. Her ırkın, her milletin ve her insanın kendisini huzur ve güvende hissetmesi için gerekli olan duygu; sevgi, davranış ise; adalet ve hoşgörüdür. Hz. Ali’nin duygu dünyasına sevgi ve şefkat, davranışlarına ise adalet ve merhamet hakimdir.
Hz. Ali, oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i de İslâm Ahlâkı’na uygun bir şekilde yetiştirmiştir. Hz. Ali ile Hz. Hasan arasında geçen şu konuşma, oanların nasıl bir ortamda yetiştiği hakkında bilgi vermektedir.
Hz. Ali: “Ey oğulcağızım! Doğruluk nedir?”
Hz. Hasan: “İyiliği yaparak, kötülüğü ortadan kaldırmaktır.”
Hz. Ali: “Şeref nedir?”
Hz. Hasan: “Dostlara güzel davranmak, hatayı kabullenmektir.”
Hz. Ali: “Kardeşlik nedir?”
Hz. Hasan: “Darlıkta ve bollukta her şeyini paylaşabilmendir.”
Hz. Ali: “Hilm nedir?”
Hz. Hasan: “Kini yutmak, benliğe sahip olmaktır.”
Hz. Ali: “Yücelik nedir?”
Hz. Hasan: “Borçluya yardım etmen, suçları affetmendir.”
Hz. Ali: “Erdem nedir?”
Hz. Hasan: “Güzel davranmak ve kötülükleri terketmektir.”
Hz. Ali: “Gaflet nedir?”
Hz. Hasan: “Yüce ve ahlâklı insanlara değil, fitne ve fesat peşinde koşanlara boyun eğmektir.”[37]
Hz. Ali, güzel ahlâkı ile birlikte bilgisi ile de, Hz. Peygamber’in iltifatına mazhar olmuş bir sahâbîdir. Onun fıkıh alanındaki üstünlüğü, diğer sahâbîler arasında tartışılmayan bir gerçektir. Kur’ân-ı Kerîm’i, Hz. Peygamber hayatta iken ezberlemiştir. Âyetlerin ne zaman, nerede nâzil olduğunu bildiği kaynaklarda yazılıdır. Güzel Kur’ân okuyan Hz. Ali’den pek çok tâbiî, Kur’an okumayı öğrenmiştir. Hz. Ali’nin şu sözleri, onun Kur’ân’a ve onu okuyup, öğrenmeye verdiği önemi anlatmaktadır: “Kur’an, öğüdünde aldatmayan, yol göstermede insanı azdırmayan, söyleyişte yalan söylemeyen bir öğütçüdür. Kur’an’la oturup kalkan, doğrulukla oturup kalkar. Bilin ki; hiç kimseye Kur’an’dan sonra bir ihtiyaç, bir yoksulluk gelip çatmaz. Dertlerinize onunla şifâ dileyin. Güçlükleriniz için onunla yardım isteyin. Allah’tan dileklerinizi onunla dileyin.”[38] “Kur’an’ı öğrenin. O, sözlerin en güzelidir. Hükümlerini belleyin. Çünkü bu belleyiş, gönüllerin ilkbahârıdır. O’nu güzel bir tarzda okuyun. Bu okuyuş, haberlerin en güzelini okumaktır.”[39] “Gel, Kur’ân-ı Kerîm’i okumaya gayret sarf et! Hükümleriyle amel eden ve okunuşuna özel bir itina göstererek ona saygı duyan kâmil insanlar içinde yaşa! Kur’ân-ı Kerîm’i güzel bir ahenk ve sesle okuyup, anlamı üzerinde düşünmek, büyük bir mutluluk vesîlesidir. Kur’ân’ı derin bir heyecan ve kendinden geçercesine okuyarak Allah’a yakın olmak isteyenler, bu arzularına kavuşurlar.[40]
Hz. Ali, Hz. Peygamber’den 586 adet hadîs rivâyet etmiştir. Hâricîlerle yaptığı tartışmalarda, pek çok kelâmî problemin çözümüne katkıda bulunmuştur.
Hz. Ali, Kûfe’de, sabah namazını kılarken, bir hâricî olan Abdurrahman bin Mülcem tarafından, zehirli bir hançerle yaralanmış ve aldığı yaranın etkisi ile, 63 yaşında 40/661 tarihinde şehit olmuştur. Cenaze namazını, oğlu Hz. Hasan kıldırmıştır. Kaynaklarda; onun ortaya yakın boylu, koyu esmer tenli, iri siyah gözlü, uzuna çalan yuvarlak yüzlü, sık ve geniş sakallı, güler yüzlü bir insan olduğu anlatılmaktadır.
Hz. Ali’nin Anadolu Coğrafyası ve Türk Kültürü’ndeki etkisi çok derin olmuştur. Ahîlik Fütüvvetnâme’lerinden, Bektâşî İcâzetnâmeleri’ne, menkîbelerinin anlatıldığı Cenknâmeler’den, Yeniçeri Ocağı’nın lâ fetâ illâ Ali lâ seyfe illâ Zülfikâr (Ali gibi genç Zülfikâr gibi kılıç yoktur) yazılı flamasına kadar, pek çok alanda onun etkisini gözlemlemek mümkündür. Hz. Ali’deki fütüvvet ve şecaati, harp meydanlarına giderken okunan Gülbânk-i Muhammedî ile Yeniçeri’nin yüreğine işleyen Bektâşîlik, Osmanlı Devleti’ni asırlarca fetihten fetihe koşturmuştur. Türk milletinin ortak kahramanı olan Hz. Ali, bugünden yarına, güzel ahlâkın, cesaretin, bilginin, şefkat ve merhametin sembolü olarak, hepimizi etkilemeye devam edecek görünmektedir.
Hz. Ali, güzel konuşması ve üstün hitâbeti ile de tanınmaktadır. Pek çok hutbe, mektup, güzel ve hikmetli sözleri, kaynaklar vasıtası ile bugüne kadar ulaşmıştır. Bu sözlerinden bazıları şunlardır:
“Îmân, gönülle Allâh’ı tanımak, dil ile ikrâr etmek, âzâ ile kullukta bulunmaktır.”
“Mü’min, sevgisi Allah için, nefreti Allah için, alması ve vermesi Allah için olan kişidir.”
“Namaz, her temiz kişinin Allâh’a yaklaşmasıdır. Hac, her zayıfın savaşıdır. Her şeyin bir zekâtı vardır. Bedenin zekâtı da, oruçtur.”
“Bir grup halk, sevap için Allâh’a kulluk eder. Bu kulluk, tâcirlerin kulluğudur. Bir grup da, korkudan dolayı Allâh’a kulluk eder. Bu kulluk, kölelerin kulluğudur. Bir grup ise, Allâh’a şükrederek kullukta bulunur. İşte, hür kişilerin kulluğu budur.”
“Akıllının dili, gönlünün ötesindedir. Ahmağın gönlü ise, dilinin ötesindedir.”
“İlim maldan hayırlıdır. İlim seni korur, sen ise malını korursun. Mal, vermekle azalır, ilim ise öğretmekle çoğalır.”
“Âlim, ölü bile olsa diridir. Câhil ise, diri olsa bile ölüdür.”
“Az ilmi olup da amel eden, çok ilmi olup da amel etmeyenden hayırlıdır.”
“Mü’min, insanların eziyetine tahammül eden, fakat hiç kimseye eziyet etmeyen kişidir.”
“İnsanların en âcizi, insanlardan kardeş edinemeyendir. Ondan daha âcizi ise, kardeş edindikten sonra onu yitirendir.”
“Kendi ayıbını gören, başkalarının ayıbıyla oyalanmaz.”
“Aç kalmak, alçalmaktan hayırlıdır.”
EK 4
ALEVÎ-BEKTÂŞÎ GELENEĞİNDE DÖRT KAPI KIRK MAKAM
Hacı Bektâş Velî, Makâlât adlı eserinde, insanın Allâh’a dört kapı kırk makamdan geçerek ulaşabileceğini ifade etmektedir. Dört kapı kırk makam, aynı zamanda İslâm Dîni’nin temel değerlerini de yansıtmaktadır. Hoca Ahmed Yesevî’den Hacı Bektâş Velî’ye kadar çevrelerindeki insanlara İslâm’ı öğretmeyi görev edinmiş büyük şahsiyetler, şerîat, tarîkat, ma’rifet ve hakîkat şeklinde sıralanan dört kapı sayesinde, dinin kolayca öğrenilmesini ve hâfızalarda kalıcı olmasını amaçlamışlardır.
Bektâşîlikte dört kapı kırk makam, Hz. Peygamber’in şu hadîsi ile açıklanmaktadır: “Şerîat benim sözlerimdir. Tarîkat benim işlerimdir. Ma’rifet, benim her işimin başıdır. Hakîkat, benim ruhsal durumumdur.[41] Veli Baba’nın hadîs olarak rivâyet ettiği bir başka benzetme ise, şu şekildedir: Şerîat, bir ağaçtır. Tarîkat onun budaklarıdır. Ma’rifet yapraklarıdır. Hakîkat meyvesidir. Kur’an-ı Azim’üş-Şan, hepsini içine almaktadır.[42] Ağaç yetiştirmekten maksat, meyve elde etmek olduğu gibi, şerîattan maksat da hakîkata ulaşmaktır.
Vîrânî Baba ise, dört kapı kırk makamı, Hazreti Ali’den nakil yaparak şöyle açıklamaktadır: “Ey tâlib-i fakr-ı fenâ! Şâh-ı Merdan buyurur ki: Şerîat bir sudur. Ol şerîat suyunda yunmayan, Müslüman olmaz. Tarîkat bir ateştir. Ol ateşte yanmayan, puhte olmaz (pişmez). Amma ma’rifet de bir yeldir, yel esmeyince sular akmaz ve çiy pişmez.”[43]
Dört kapı kırk makama bağlılık, Hz. Peygamer’e bağlılıktan sonra gelmektedir. Vîrânî Baba, Dîvân’ındabu bağlılığı şöyle işlemektedir:
Ol Muhammed Mustafa’dır cânımız,
Rûz-ı mahşerde bizim Sultân’ımız,
Hem şerîat, hem tarîkat kânımız,
Ma’rifet, sırr-ı hakîkat cânımız.[44]
Hacı Bektâş Velî, insanın yiyip-içmesini dahî, dört kapıya göre açıklamıştır. Böylece o, dört kapı anlayışını günlük hayata taşıyarak, insanların inanç, ibâdet ve ahlâk gelişimlerine olumlu katkıda bulunmak istemiştir: “Şerîat kapısında yiyen ve içen kişi, rızık vereni (Allâh’ı) çok anar ve Ma’bûd’una itaati yerine getirir. Tarîkat kapısında yiyen ve içen kişi, yemede ve içmede israfta bulunmaz. Hakîkat kapısında yiyen ve içen kişi ise, Hakk’ı kendi zatında gözlemler.”[45]
Kaygusuz Abdal, dört kapı kırk makamı mevsimlere benzeterek îzah etmektedir. Ona göre, kış şerîat, yaz tarîkat, güz ma’rifet ve bahar da hakîkat gibidir.[46] Burada en kıymetli mevsim olan bahar, hakîkata benzetilmiştir. Şerîatın ise, kış mevsimi gibi tahammül edilmesi gereken bazı zorlukları bulunmaktadır. Ancak kışa tahammül edemeyen, baharı göremez. Kaygusuz Abdal, dört kapıyı insan hayatına da benzetir: Ana rahmi, şerîat gibidir. Dünyaya gelmek, tarîkat gibidir. Dünyada durmak, hakîkat gibidir. Dünyadan gitmek, ma’rifet gibidir. Her Âdem, anadan doğduğunda kuvvet bulur. Yani Âdem’e kuvvet anadandır.[47]
Ahmed Sırrı Dedebaba ise, dört kapı kırk makamı, mü’minin İslâm Dini’ni algılamasında bir bilinç seviyesi olarak değerlendirmektedir. Ona göre; “bir mü’min öncelikle, mensubu olmakla şeref duyduğu İslâm Dini’ne ait konuları iyi bir şekilde bilmelidir. Zira bir mü’minin girdiği ilk kapı şerîat kapısıdır. Şerîat; İslâm’ın emirlerini bilmek ve yaşamaktan başka bir şey değildir. İşte bir mü’min, bütün bunları bilip, uyguladıktan sonra yüce bir yola girmiş olur. Diğer bir ifadeyle, dinin emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçınmak suretiyle, bu kapıdan geçer. Allah u Teâlâ, şerîat kapısından geçerek, tarîkat kapısına ulaşan kişiye, ma’rifet ve hakîkat kapılarını açar. Bu ikisi, yani hakîkat ve ma’rifet kapıları, dinin gereklerini yerine getiren samîmi kişiler için, bir bağış ve sevap hükmündedir.[48] Mutasavvıflar nazarında şerîat farzdır. Yani, ona muhakkak uyulması gerekir. Tarîkat vacib, ma’rifet sünnet, hakîkat da nâfiledir. Onlar, şerîat ana, tarîkat baba, ma’rifet evlat, hakîkat da torundur derler.[49]
Bektâşîlikte her kapıdan geçen kişinin ne ile karşılaşacağı da îzah edilmiştir. Hangi kapıda, hangi mânevî olgunluk derecesine ulaşılacağı, şu gülbânkte ifade edilmektedir:
Esselâmü aleyküm ey şerîat erenleri,
Esselâmü aleyküm ey tarîkat pîrleri,
Esselâmü aleyküm ey ma’rifet kâmilleri,
Esselâmü aleyküm ey hakîkat şahları.[50]
Burada, her kapının insana açacağı manevî zenginlik dile getirilmektedir. Erenlikten şahlığa kadar devam eden bu süreçte, durmak yoktur. Sürekli bir olgunlaşma ve manevî yükseliş sözkonusudur. Hakîkat kapısına ulaşan ve Hakk’a kavuşan kişi, insan-ı kâmildir.
Hacı Bektâş Velî, dört kapı kırk makamı Makâlât adlı eserinde şöyle sıralamaktadır:
A. Şerîat Kapısı ve On Makamı:
1. Îmân etmek: Allâh’a ve emirlerine, meleklere, Kur’ân’a ve diğer kitaplara, Peygamberlere, Allah dostlarına ve âhiret gününe inanmak.
2. İlim öğrenmek.
3. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, seferberlik olunca düşmana karşı gelmek ve guslederek cenâbetten temizlenmek.
4. Helâl kazanmak ve fâizi haram bilmek.
5. Nikâh kıymak (evlenmek).
6. Hayız ve lohusalıkta cinsi münasebeti haram bilmek.
7. Sünnet ve cemaat ehlinden olmak.
8. Şefkatli olmak.
9. Temiz yemek ve temiz giyinmek.
10. İyiliği emredip, kötülükten sakındırmak.
B. Tarîkat Kapısı ve On Makamı:
1. Pîrden al alıp, tövbe etmek.
2. Mürîd olmak.
3. Saç kesmek (traş olmak) ve elbise değiştirmek.
4. Nefis savaşında olgunlaşmak, pişmek.
5. Hizmet etmek.
6. Havf, yani Allah’ın Gazab’ından korkmak.
7. Ümit, yani Allah’ın Rahmet’inden ümit etmek.
8. Mürîdliğin sembolü olan hırka, zenbil, makas, seccâde, tesbîh, iğne ve asâ sahibi olmak.
9. Cemaat, nasîhat, kanaat ve muhabbet sahibi olmak.
10. Aşk, şevk ve sefâ sahibi, fakirliğin tâlibi olmak.
C. Ma’rifet Kapısı ve On Makamı
1. Edebli olmak.
2. Allah’tan korkmak.
3. Perhizkâr olmak.
4. Sabır ve kanaat sahibi olmak.
5. Utanmak (hayâ).
6. Cömert olmak.
7. İlim sahibi olmak.
8. Miskinliği tercih etmek.
9. Ma’rifet (meslek ve bilgi) sahibi olmak.
10. Kendini bilmek.
D. Hakîkat Kapısı ve On Makamı
1. Toprak olmak (mütevâzî olmak).
2. Yetmiş iki millete bir gözle bakıp, hiç kimseyi ayıplamamak.
3. Elinden gelen iyiliği, hiç kimseye esirgememek.
4. Dünyadaki yaratılmış bütün varlıkların, kendisinden emin olması.
5. Mülk sahibine (Allâh’a) yüz sürüp, yüz suyunu (yaratılış sebebi olan Muhammed nûrunu) bulmak.
6. Sohbette hakîkat sırlarını söylemek.
7. Seyr ü sülûk (Allâh’a kavuşmaya doğru yol almak).
8. Sır saklamak (manevî halleri gizlemek).
9. Münacaat etmek. (Allâh’a yakarışta bulunmak).
10. Allâh’a vuslat (kavuşmak).[51]
Hacı Bektâş Velî, kırk makamdan birisinin eksik olması halinde, hakîkata ulaşılamayacağını, yani Allâh’a kavuşulamayacağını ifade ederek, bunun sebebini şöyle açıklamaktadır: “Meselâ; bir kişi diliyle îman etse ve gönlüyle etmese, öşürü, zekâtı tam vermese, hacca giderken yoldan geri dönse, Allah’ın emirlerinden birini bâtıl saysa veya Muhammed Mustafa’yı inkâr etse, işlediği bütün ameller boşa gider.”[52]
[1] Kenz’ül-Ummâl, c.6, s. 219.
[2] Bkz. en-Nihâye, “Betele” maddesi.
[3] Bihârü’l-Envâr, c. 28, s. 37.
[4] Müstedrek’üs-Sahîhayn, c. 3, s. 154 ve s. 159; Edeb’ül-Müfred, s. 141.
[5] Üsd’ül-Gâbe, c. 5, s. 512; Mecma’üz-Zevâid, c. 8, s. 42; Zehâir’ül-Ukbâ, s. 36.
[6] Sahîh-i Müslim, Hadis No: 3349, 3350, 3351; Sahîh-i Buhârî, Hadis No: 233, 490, 2717, 2948, 3565.
[7] Sahîh-i Buhârî, Hadis No: 2881, 3429, 4942, 4943, 5843; Sahîh-i Tirmizî, Hadis No: 3330, 3331; Sahîh-i Müslim, Hadis No: 4906. Sahîh-i Ebî Dâvud, c. 3, Hadis No: 2595, 4403.
[8] Kenz’ül-Ummâl, c. 6, s. 296. Duhâ, 93/5.
[9] Müsned-i Ahmed bin Hanbel, c. 3, s. 150, Hadis No: 12066.
[10] Sahîh-i Müslim, Hadis No: 3345. Sahîh-i Buhârî, Hadis No: 236, 2688, 2695, 2610, 3767, 4847, 5281; Sünen-i Tirmizî, Hadis No: 2011; Sünen-i ibn-i Mâce, Hadis No: 3455, 3456; Müsned-i Ahmed bin Hanbel, Hadis No: 21734, 21763.
[11] Zehâir-ül Ukbâ, s.47.
[12] Kenzü’l-Ummâl, c. 13, s. 648.
[13] Hacı Bektaş Velî, Makâlât, s. 9.
[14] A.g.e., s. 39.
[15] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, haz. Davut Duman, Ankara, 2004, Gazi Ü. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Arş.Mrk.Y., s. 18.
[16] Hacı Bektâş Velî, Makâlât, s. 25.
[17] A.g.e., s. 32-33.
[18] A.g.e., s. 42.
[19] Hacı Bektaş Velî, Şerh-i Besmele,haz. Rüştü Şardağ, Ankara, 1993, Kültür Bakanlığı Y., s. 8.
[20] Bkz. Hacı Bektâş Velî, Makâlât, s. 29.
[21] Tâ hâ, 20/124.
[22] Tâ hâ, 20/125.
[23] Tâ hâ, 20/126; Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 20-22.
[24] Hacı Bektaş Veli, Kitabü’l-Fevâid, Ankara, ts., Ayyıldız Y., s. 15.
[25] Hacı Bektaş Veli, a.g.e., s. 15.
[26] Hacı Bektaş Veli, a.g.e., s. 56.
[27] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye, s. 3-4.
[28] A.g.e., s. 25.
[29] Hacı Bektâş Velî, Şerh-i Besmele, s. 11-13.
[30] Hacı Bektâş Velî, a.g.e., s. 25.
[31] et-Taberânî, Mucemü’l-Kebîr, c. 23, s. 380, Hadis No: 901; el-Müttakî el-Hindî “Kenz’ül-Ummâl” c. 12, Hadis No: 1264.
[32] Enis Emir, Fazîlet-i Ehl-i Beyt-i Resûlillah, s. 338-339.
[33] İnsan, 76/8-10.
[34] Ali bin Ebi Talib, Nehc’ül-Belâğa, haz. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, Neşriyat Yurdu Y., 1972, s. 299,300.
[35] Şemseddin Yeşil, Hazreti Ali’nin Malik bin Eşter’e Gönderdiği Emirnâme, İstanbul, 1997, Yaylacık Matbaası, s. 29, 30.
[36] Yeşil, a.g.e., s. 62.
[37] Ebu Nuaym el-Isfahânî, Hilyetü’l-Evliya, terc. Said Aykut, İstanbul, 1995, Şule Y., s. 101, 102.
[38] İmam Ali Buyruğu (Nehcü’l-Belâğa), haz. Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul, 1972, Yeni Şark Maârif Kütüphânesi., s. 54.
[39] A.g.e., s. 111.
[40] Hazreti Ali Divanı, terc:Müstakimzade Süleyman Efendi,İstanbul, 1981, Ana Y., s. 52-53.
[41] John Kıngsley Bırge, Bektâşîlik Tarihi, İstanbul, 1991, Ant Y., Bektâşîlik Tarihi, s. 118.
[42] Velî Baba Menâkıbnâmesi, haz. Bedri Noyan, İstanbul, 1995, Can Yayınları., s. 204.
[43] Vîrânî Baba, Vîrâni Baba Risalesi, Ankara, 1961, Emek Yayınları., s. 23.
[44] Âşık Vîranî Dîvânı, haz. M. Halid Bayrı, İstanbul, 1957, Maarif Kitaphanesi., s. 96.
[45] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, haz. Davut Duman, Ankara, 2004, Gazi Ü. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Arş.Mrk.Y., s. 14-15.
[46] Kaygusuz Abdal, Vücûdnâme, haz. Abdurrahman Güzel, Ankara, 1983, Kültür Bakanlığı Yayını., s. 139.
[47] A.g.e., s. 139.
[48] Ahmed Sırrı Dedebaba, Bektâşî Tarîkatı, çev. Hacı Yılmaz, Hacı Bektaş Velî Dergisi, S. 10, ss. 27-50., s. 30-31.
[49] A.g.e., s. 35.
[50] Uluçay, Alevîlikte Duâ, Adana, 1996, Gözde Yayınevi., s. 59.
[51] Hacı Bektâş Velî, Makâlât, haz. Esad Coşan, Ankara, 1996, Kültür Bakanlığı Yayınları., s. 11-18.
[52] Hacı Bektâş Velî, Makâlât, s. 18.
İlgili