Prof. Dr. Osman Eğri
Giriş
Kültür ve geleneklerin, kendi varlıklarını devamlı kılmak için yazılı kaynaklara ihtiyaçları vardır. Kültürel mîras, nesiller arası sürekliliğini yazılı kaynakların varlığına borçludur. Okunmayan, dolayısıyla üzerinde düşünülmeyen kültür ve gelenekler, sahip oldukları dînî, ahlâkî ve insânî değerleri yetişmekte olan neslin ihtiyaç ve problemlerini dikkate alarak yeniden üretememişlerdir. Klişe halinde kalan değerler, canlılıklarını ve etkinliklerini devam ettiremedikleri için, ya yeni nesil tarafından benimsenmemişler; ya da farklı kültür ve geleneklerin etkisinde kalarak kaybolup gitmişlerdir.[1] Kültür ve medeniyetler tarihinde, bu durumun pek çok örneğini bulmak mümkündür.
Kültür ve medeniyetimizin özgün bir şûbesi olan Alevîlik-Bektâşîlik de, aynı gerçekle yüz yüzedir. Alevîlik-Bektâşîlik, tarih boyunca devamlılığını yazılı kaynaklara sahip olarak sağlayabilmiştir. Alevîlik-Bektâşîliğin yazılı kaynaklara sahip olmadığını iddia eden araştırmacı ve yazarlar da bulunabilmektedir. Alevîlik-Bektâşîliğin yazılı kaynaklara sahip değilmiş gibi bir görüntü içersinde olması, gerçekten kaynaklarının olmamasından değil, şu ana kadar üzerlerinde ciddî araştırmalar yapılıp yayınlanmamış olmalarındandır.
Kuruluş amaçları arasında Alevî-Bektâşî yazılı kaynaklarını araştırarak, bulmak ve yayınlamak olan Gazi Ü. Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Araştırma Merkezi’nin Çorum Şubesi 60 (altmış) adet el yazması kaynağa ulaşarak, digital ortama aktarmış bulunmaktadır. Bu tebliğde Çorum ve Amasya’daki Alevî-Bektâşî “dede”lerinin özel kütüphanelerinde bulunan ve geleneğin önemli bir parçası olan Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nun orijinal el yazması nüshaları okunduktan sonra, muhtevaları din öğretimi unsurları açısından analiz edilmiştir.
I. Cabbâr Kulu
Kaynaklarda Cabbâr Kulu ile ilgili herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bu durumda, onun kimliği, meşrebi, tarîkat mensûbiyeti, eğitim durumu, fikir ve görüşleri ile ilgili ipuçlarını Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda araştırmak, çıkar bir yol olarak gözükmektedir. Eser incelendiğinde, ana hatları ile şu sonuçlara ulaşmak mümkündür.
Cabbâr Kulu, Cabbâr (olan Allah’ın)’ın kulu anlamına gelmektedir. Eserde bu ismin anlamı üzerinde durulmaktadır: “Cabbâr Kulu, sen ne hâldesin? Seni de yokla bir yol, gör ne hâldesin. Seni de kimi bilür, kimi bilmez. Dir kimi; câhil. Dir kimi; âlim. Yok dirsen, bunların kangısın?” sorusu sorularak, asıl önemli olanın sözde değil, fiilde Allah’ın kulu olunması gerektiği vurgulanmaktadır.[2] Eserde anlatılan bir olaydan, Cabbâr Kulu’nun Allah’a duyduğu sevgi, aşk ve bağlılığa bir işaret olarak bu ismi kendisine uygun gördüğü anlaşılmaktadır: “Anun ensesince, üçler gitdi. Ardınca yediler gitdi. Anlarun ardınca, kırklar gitdi. Ben, gine kaldım orda yalınuz. Bunlarun cümlesinün yüzleri, nikâblı idi. Andan gördüm gine kapu açıldı, bir kimse geldi. Bana eydür: Yâ Cabbâr Kulu’mısun? Kabûl iderse, didüm.”[3] Cabbâr Kulu olmak, Allah sevgisi ile birlikte, Allah karşısında alçakgönüllü olmayı da ifade etmektedir.
Eser okunduğunda Cabbâr Kulu’nun Üveysî-Bektâşî bir derviş olduğu anlaşılmaktadır. Genel olarak tasavvufta, özel olarak da Bektâşîlik’te bir mürşidin, dervişe kuşak kuşatması, hırka ve tâc giydirmesi o dervişin sözkonusu tarîkat içersinde manevî ehliyet ve liyâkat sahibi bir kimse olduğunu göstermektedir. Bu olay, bir nevî icâzet verme törenidir.[4] Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda anlatıldığına göre Veyse’l-Karanî, bir burağa binmiş halde gelerek, Cabbâr Kulu’na hitaben şunları söylemektedir: “Yâ dervîş! Hak Teâlâ, senün tövbeni kabûl itdi, günâhını bağışladı, didi. Ol getürdüği hırkayı bana geydürdi, kuşağı kuşatdı, tâcı geydürdi.”[5] Cabbâr Kulu’nun Veyse’l-Karanî’nin elini öpmesi ve tövbe etmesi, ikrâr veya biat olarak isimlendirilen tarîkata girme törenini de çağrıştırmaktadır.[6]
Veyse’l-Karanî ile Cabbâr Kulu arasında bir mürid-mürşid ilişkisi bulunduğuna dair diğer ipuçları ise şunlardır:
1. Eserin hemen ilk sayfasında Cabbâr Kulu, Veyse’l-Karanî ile karşılaşmakta ve onunla konuşmaktadır.[7] Konuşma sırasında Veyse’l-Karanî’nin Cabbâr Kulu’na dört kapı hakkında çeşitli bilgiler vererek, onu yönlendirdiği görülmektedir. Bu konuşmanın eserin başında yer alması ve eserin muhtelif bölümlerinde de benzer konuşmaların tekrar etmesi, aralarındaki öğretmen-öğrenci ilişkisine işaret etmektedir.[8] Bir dervişi, ancak manevî olarak onun üzerindeki bir konuma sahip olan bir kişi yönlendirebilir.
2. Kitabın başında Veys’in Cabbâr Kulu’na yaptığı duâya yer verilmektedir. Bu duâ, kitabın muhtevâsını büyük ölçüde belirlemektedir. Cabbâr Kulu, duâda kendisi için Allah’tan istenen her kabiliyete mazhar olmaktadır: “Yâ dervîş! Allâh Teâlâ sana hiç gizli şey koymaya. Cümle canlı cansız sana söyleye. Hayvân da, insân da, toprak da, taş da, kurd da, kuş da hiçbir söylemez kalmaya. Menziline varasın. Maksûduna iresin. Allâh Teâlâ, sana âkıbet hayırlığı vire.”[9] Cabbâr Kulu’nun da Veyse’l-Karanî’ye duâ etmesi aralarındaki gönül bağını göstermektedir.[10]
3. Cabbâr Kulu’nun sürekli Hazret-i Peygamber’le konuşması, Üveysîliğin temel karakteristiklerinden birisi olan doğrudan Allah Rasûlü’nden feyz alma prensibine uygun düşmektedir. Üveysî meşreb dervişlerin temel özelliği, başta Hazret-i Peygamber olmak üzere daha önce yaşamış olan târihî-manevî şahsiyetlerin rûhâniyetinden feyz almaktır. Tasavvufta cismânî sohbetin yanısıra rûhânî sohbet de önemli bir eğitim-öğretim aracı olarak kabul edilmiştir.
Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nu okuyanları,Cabbâr Kulu’nun bir Bektâşî dervişi olduğu sonucuna ulaştıracak bilgiler ise şunlardır:
1. Eserde yer alan irşâd zincirinde, Hacı Bektâş Velî’ye Hz. Ali’den sonra yer verilmektedir.[11] Böylece Cabbâr Kulu, velâyet mertebesindeki kişiler için uygun gördüğü sıralamada, Hacı Bektâş Velî’yi Hz. Ali’den sonraki konuma layık görmüş olmaktadır. Alevî-meşreb olan tarîkat mensûpları, kendi pîrlerini Hz. Ali’den sonra zikretmektedirler ki, Bektâşîlerin yaptığı sıralamada, bu pîr Hacı Bektâş Velî’dir.
2. Cabbâr Kulu, eserinin bir başka bölümünde; “üstâd kimdir?” sorusuna cevap ararken de Hz. Ali ile Hacı Bektâş Velî’yi birlikte anmaktadır.[12] Hacı Bektâş Velî’den eserin pek çok bölümünde bahsedilmektedir.[13]
Cabbâr Kulu’nun Üveysî olması, aynı zamanda Bektâşî olmasına engel değildir. Çünkü Veyse’l-Karanî, Bektâşî tarîkatı mensuplarınca da sevilen ve sayılan târihî bir şahsiyettir. Bu sevginin sebebi, onun sâdık bir Ehl-i Beyt muhibbi olması ve Hz. Ali’yi hilâfeti sırasında desteklemesidir.
II. Kitâb-ı Cabbâr Kulu
Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nun içersinde yer alan ifadelerden, eserin Hazret-i Peygamber’in manevî işaretiyle yazıldığı anlaşılmaktadır.Tasavvuf geleneğinde rüyada ve yekaza âleminde (uyku ile uyanıklık arasında) Hazret-i Peygamber’den talimat alınarak kitap yazılması, sık rastlanılan bir durumdur. Eserde Hazret-i Peygamber’in Cabbâr Kulu ismindeki dervişe hitaben şunları söylediği nakledilmektedir: “Yâ dervîş! Bu kıyâsdan anla ki, sana bu kitâbı, Allah emriyle biz yazdurduk. Bu kitâbın içindekin[i] okusun da, amel itsin de, vücûdun[u] ıslâh itsün, nice müslümânlar[a] da fâidesi değsin diyi biz yazdurduk, didi.” Hatta Hazret-i Peygamber’in dilinden Cabbâr Kulu’na bazı uyarılarda da bulunulmaktadır: “Yâ dervîş! Vücûdun ıslâh ol[ma]dukdan sonra, îmânun olmadıkdan sonra, amelün olmayandan sonra, böyle yüzbin kitâb dahi yazsan, sana fâidesi olmaz, didi.”[14] Bu uyarıların Cabbâr Kulu tarafından kitaba alınması, onun müelliflere eser yazımı konusunda da bazı ölçütler, değerler kazandırma isteği ile açıklanabilir.
Eserde nakledilen bir başka olay da şöyledir: Cabbâr Kulu eydür: Bir gün gördüm: Hazret-i Sultân, dört Cihâr-ı Yâr ile oturur. Hazret-i Enbiyâ bana çağırdı: Buraya gel dervîş, didi. Bunlarun huzûruna vardım. Edeb ile selâm virdüm. Ellerin[i] öpdüm, el kavşurdum, durdum. Hazret-i Enbiyâ eydür: Kitâb yazıldı tamâm oldu mu, didi. Belî Sultân’ım, didüm. [Hazret-i Enbiyâ:] Nirededür, didi. Hâzır Sultân’ım, didüm. [Hazret-i Enbiyâ:] Bana vir bakayım, didi. Önüne koydum, bakdı, Hazret-i Ali’ye virdi. O da bakdı. Bu minvâl üzere, dört Cihâr-ı Yâr’in dördü de bakdı, gördüler. Andan kitâbı gine Hazret-i Enbiyâ’nın önüne koydular.[15] Cabbâr Kulu’nun Hazret-i Peygamber’in ve dört halîfenin huzûrunda bulunması ile ilgili bu olayın da nakledilmesi, bahsi geçen görüşmelerin rüya veya manevî alemde yapıldığı yönündeki tezimizi güçlendirmektedir. Cabbâr Kulu, sahâbe arasında adı geçen bir kişi olmadığına göre, bu görüşmeler ancak manevî âlemde gerçekleşmiş olabilir. Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nun Hazret-i Peygamber’le birlikte, başta Hazret-i Ali olmak üzere dört halîfenin de denetiminden geçmiş olduğunun anlatılması, eserin güvenilirlik derecesini artırmak amacıyla yapılmış olabilir.
Kitapta anlatıldığına göre eserin adını da bizzat Hazret-i Peygamber koymuş ve duâ etmiştir. Hazret-i Peygamber tarafından yapılan bu duâ, eserin yazılış amacı hakkında da ipuçları vermektedir. Daha doğrusu Hazret-i Peygamber’in dilinden eserin hangi bilgi, duygu ve davranışların geliştirilmesine sebep olacağı dile getirilmektedir: “Yâ Ali! Bu kitâbın adı, Hüsn-i Hasene olsun, didi. Allâh Teâlâ, bu kitâbı okuyanlara, dinleyenlere i’tikâd vire. Hakîkatdan lezzet vire. Korkduğu şeylerden emîn ola. Îmân selâmetliği vire. Allâh Teâlâ bu kitâbı okuyanların, dinleyenlerin, yazanların, yazduranların, yaramaz amellerin[i] terk itdüre. Hakkı, bâtılı fark itdüre. Rahmet deryâsına gark itdüre. Allâh Teâlâ hazretleri, ol kişileri, hıfzında saklaya. Sâlih ameller müyesser eyleye, didi.”[16] Yukarıda sıralanan maddeler özetlenecek olursa, Kitâb-ı Cabbâr Kulu, okuyan ve dinleyenleri inanç, ibâdet ve ahlâk konusunda eğiterek, dünya ve âhiret mutluluğuna ulaştırmak amacıyla yazılmıştır.
Kitabın yazılış amacı ile ilgili olarak eserin sonunda geçen bir başka metin de Cabbâr Kulu’nun kendi ifadeleridir: “Allâh Teâlâ cümlemüzi Habîb’inden ayırmaya, sâlihlerinden ayırmaya. Cümle Ümmet-i Muhammed’e, cümlemize, sâlih ameller müyesser ide. Hidâyet müyesser ide. Habîb’inden şefâat müyesser ide. Ümmet-i Muhammed’in azabda olanların azabların[ı] kaldura. Fazl ile rahmet müyesser ide. Allâh Teâlâ, cümle Ümmet-i Muhammed’i gafletden uyara. Anlamak, tutmak müyesser ide. Allâh Teâlâ, Pâdişâhımıza çok ömürler vire. Çok kuvvet vire. Ömrün[ü], devletin[i] artura. Allâh Teâlâ, Asâkîr-i İslâm’a kuvvet vire. Pâdişâhımuzın vilâyetine lezzet vire. Allâh Teâlâ, ulemâya, sülehâya, fukarâya, cümle Ümmet-i Muhammed’e ve bu kitâbı yazdurana ağız tatlılığı, dirlik, düzenlik, kanaat, merhamet müyesser ide. Âlimlerimize ilmiyle âmil olmak müyesser ide. Allâh Teâlâ âşıklarına, sâdıklarına, sâlihlerine, cümle Ümmet-i Muhammed’e, cümlemüze enbiyâ zevkinden zevk, evliyâ şevkinden şevk müyesser ide. Erenlerin hallerinden hallenmek müyesser ide. Allâh Teâlâ, cümle Ümmet-i Muhammed’e âkıbet hayırlığı müyesser ide.[17]
1. Eserin Nüshaları
a) Dodurga/Mehmed Dede Tekke Köyü Nüshası
Bu nüsha, Çorum/Dodurga/Mehmed Dede Tekke Köyü’nde ikamet eden Eyüp Öztürk (Dede)’nin özel kütüphanesinde bulunmaktadır. Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Araştırma Merkezi Çorum Şubesini temsilen Mayıs 2004’te yapmış olduğumuz ziyaret sırasında, digital fotoğraflarını çekmek üzere tarafımıza emanet edilmiştir. Daha sonra eserin fotoğrafları çekilerek, orijinal nüsha Eyüp Öztürk’e iade edilmiştir. Nüshanın sonundaki kayda göre istinsâh (yazım) tarihi, Hicrî 1165’tir. İlk yaprakta “Hâzâ Kitâbü Hasenü’l-Hüseyin” ibâresi yazılıdır. Cabbâr Kulu Kitabı, bu nüshanın 131 varağını oluşturmaktadır. Nüshanın geri kalan kısmında “Hikâye-i Ebu’l-Hicen” (vr. 132b-146b) ve Menâkıbu Veyse’l-Karanî” (vr. 147b-174b.) yazılıdır. Kitâbu Cabbâr Kulu, 13 satır halinde ve harekeli yazılmıştır. Sayfalar numaralandırılmamıştır. Her sayfanın alt köşesine, takip kelimesi yerleştirilmiştir. Bâb başlıkları kırmızı mürekkeple belirtilmiştir.
b) Gümüşhacıköy/Karaköy Nüshası
Bu nüsha, Amasya/Gümüşhacıköy/Karaköy’de ikamet etmekte iken Hakk’a yürümüş olan Durmuş Topal (Dede)’ye aittir. Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Araştırma Merkezi Çorum Şubesini temsilen, Hacı Bektâş Velî Anadolu Kültür Vakfı Çorum Şubesi Başkanı Durmuş Aslan’la birlikte Ağustos 2004’te Gümüşhacıköy’ü ziyaretimiz sırasında Durmuş Topal’ın oğlu Hasan Topal’dan emanet alınmıştır. Nüshanın digital fotoğrafları çekildikten sonra, orijinal nüsha Hasan Topal’a iade edilmiştir. Nüshanın sonundaki kayda göre istinsâh (yazım) tarihi, Hicrî 1258’dir. İlk yaprakta “Hâzâ Kitâbü Hasenü’l-Hüseyin” ibâresi yazılıdır. Baş tarafta içindekiler kısmı bulunmaktadır. Nüsha, 115 varaktan oluşmaktadır. Sayfalar numaralandırılmıştır. 15 satır halinde ve harekesiz olarak yazılmıştır. Eserin sonundaki ifadelerden, kitabın Mustafa Ağa ismindeki bir şahıs tarafından yazdırıldığı anlaşılmaktadır.
c) Hamamözü/Yemişen Köyü Nüshası
Bu nüsha, Amasya/Hamamözü/Yemişen Köyü’nde ikamet etmekte iken Hakk’a yürümüş olan İsmail Göktaş’a aittir. Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Araştırma Merkezi Çorum Şubesini temsilen, Çorum/Dodurga/Mehmed Dede Tekke Köy’lü Hasan Uysal Dede ile birlikte, Şubat 2005’te Yemişen Köyü’nü ziyaretimiz sırasında, Zeynel Baba’dan emanet alınmıştır. Nüshanın digital fotoğrafları çekildikten sonra, orijinal nüsha Zeynel Baba’ya iade edilmiştir. Nüshanın sonunda istinsâh tarihi kaydedilmemiştir. İlk yaprakta, yazı şekline bakıldığında sonradan yazıldığı anlaşılan “Hâzâ Cabbâr Kulu Kitabı” ibaresi bulunmaktadır. Nüsha, 173 varaktan oluşmaktadır. 15 satır halinde ve harekesiz olarak Veli Hoca isminde bir kişi tarafından yazılmıştır.
III. Kitâb-ı Cabbâr Kulu’ndaki Din Öğretimi Unsurları
1. İnanç Öğretimi
Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda bazen doğrudan bazen de dolaylı yollardan inanç öğretimi yapılmaktadır. Çoğu zaman karşılıklı konuşma (diyalog) ve soru-cevap yöntemlerine başvurulmaktadır. Hazret-i Ali, îmânı öğrenmek arzusuyla yanına gelen dervişe İslâm’ın inanç esaslarını kesin ve net ifadelerle tanımlamaktadır. Allâh’ın bir, Hazret-i Muhammed’in ve bütün Peygamberlerin, evliyânın, melâikenin, kitapların, öldükten sonra dirilmenin (âhiret hayatının), suâl ve mîzânın, Cennet ve Cehennem’in hak olduğunu söylemektedir. Hazret-i Ali’nin ifadesiyle îmân; bunların cümlesini dil ile ikrâr edip, kalp ile inanmaktır.”[18]
Eserde inanç esaslarına sadece inanmak yeterli görülmemektedir. Tevhîd ve nübüvvet hakîkatini tüm dünyaya duyurmaya, bir hizmet misyonu yüklenmektedir. İslâm’ın inanç esaslarının canlı-cansız tüm varlıklara işittirilmesi görevi ile sorumlu Ricâl-i Gayb adı verilen insanlardan söz edilmektedir.[19]
Cabbâr Kulu, öncelikle ikrâr, şehâdet, i’tikâd ve hidâyet gibi kavramları, îmânla ilişkileri açısından incelemektedir. Soru-cevap metodunu kullandığı bu ilişkilendirmede, anlaşılmayı kolaylaştırmak amacıyla sembolik benzetmelere müracaat etmiştir. Bu ilişkilendirmeler, aşağıda tablo haline getirilmiştir:
Derviş | Hazreti Ali |
Soru: Îmân nedir? | Cevap: İkrârdır. |
Soru: Îmânın gövdesi nedir? | Cevap: İkrârdır, şehâdetdir. |
Soru: Îmânın cânı nedir? | Cevap: İ’tikâtdır. |
Soru: İ’tikâdun cânı nedir? | Cevap: Hidâyetdir. |
Soru: Hidâyetin bekçisi kimdir? | Cevap: Allah’dır. |
Soru: Îmânın dişi nedir? | Cevap: Kur’ân’dır. |
Soru: Kur’ân’ın başı nedir? | Cevap: Bismillâh’dır. |
Soru: Îmânın elbisesi nedir? | Cevap: Edebtir. |
Soru: Îmânın kuşağı nedir? | Cevap: Fukarâyı, sülehâyı sevmektir.[20] |
a) Tevhîd (Allah’ın Varlığı ve Birliği) İnancı
Eserde, Allah’ın sıfatları da Anadolu Türkçesi ile formüllendirilerek, şiirsel bir ifadeyle dile getirilmiştir: “Allâh Teâlâ bir şerîki, nazîri yok, hiç kimseye benzemez, yimez, içmez, uyumaz, elden, gözden, dilden, mekândan münezzehdür. Hayyu’l-Kayyûm, evveli yok, âhiri yok, ne kimseden doğdu, ne kimse andan doğdu.[21] Hayır, şer, sağlık, mevt, Allâh’dan. Tanrı’dan rızâsız, ağaçlar, otcağazlar, asla bir şey yabracığın[ı] oynadamaz. Bitim dise, bitemez. Göğeriyim dise, göğeremez. Allâh Teâlâ’nın rızâsı olmayınca, sâir şeyler de buna göredür. Cümlesi Allâh emriyle işlenür. Cümleye nafaka viren Allâh’dur. Cümlesinün kuvveti, hareketi Allâh’dandur.”[22] Her şey, Allah emri ile olur. Allâh Teâlâ’nun dinle didüği dinler, anla didüği anlar, işit dedüği işidür, bit didüği biter, tut didüği tutar. Bu kıyâsdan anlansın ki, cümle mülk Allâh’ındur. Kul, mal Allâh’ındur. Her şeyin kassâmı, Allah’dur. Kimine çok, kimine az virici bir Pâdişâh’dur.[23]
Cabbâr Kulu, Hazret-i Hızır’ın sorularına cevap verirken Allah’ın isim ve sıfatlarının ne anlama geldiğini de açıklamaktadır: “Hazret-i Hızır eydür: Yâ dervîş! Rabb’ini bilür misin? Bilürem, didüm. [Hazret-i Hızır:] Nice bilürsin, didi. Öyle bilürem yâ Hızır ki, Rabb’üm Vâhid-i Ehad’dür. Vâhid-i Mutlak’dur. Hayyü’l-Kayyûm’dur. Âlim’dür. Hâfız’dur. Küllü şeye Kâdir’dür. Hazret-i Hızır eydür: Yâ dervîş! Hayyü’l-Kayyûm dimek, ne dimekdür, didi. Yâ Hızır! Öyle dimekdür ki, Bâkî dimekdür. Kemâl’ine zevâl irmez, dimekdür. [Hazret-i Hızır:] Ya, Âlim dimekdür, ne ma’nâdur, didi. Ol ma’nâdur ki, ilminden taşra bir şey yok, dimekdür. [Hazret-i Hızır:] Hâfız diyi, neye dirsin? Hâfız diyi, andan dirim ki, ilmine yiğrekdür. Cümle geleceği ve geçeni bilür, dimekdür. Öyle bilür ki yâ Hızır, ne kadar kulu varduğın[ı] bilür. Ne kadar hayvân, ne kadar kılı vardığın[ı] bilür. Yeryüzünde biten otlarun, ağaçlarun, yabraklarun, yıldızlarun cümlesinün sağışın[ı] bilür. Ne kadar mahlûk gelüp gitdüğüni, dahi ne kadar gelüp gideceğini, Allah cümlesin[i] bilür, didüm. [Hazret-i Hızır:] Küllü şey’in kadîr diyi, neye dirsin yâ dervîş. Ana direm yâ Hızır ki, Allâh Teâlâ, yoğı var idicidür. Varı yok idicidür. Kışı yaz, yazı kış idicidür. Murâd itse yeri, göğü, on sekiz bin âlemi[n] cümlesin[i] bir darınun içine sığdurur, didüm. İşte böyle bir Pâdişâh’dur. Küllü şeye Kâdir didiğüm, bu ma’nâdur.”[24]
Allah’ın ezelî ve ebedî oluşu gibi itikâdî, kelâmî konular da işlenmektedir. Yaratılmış olan her şeyin bir başka şeye muhtaç olduğu, Allah’ın ise varolmak için kimseye ihtiyacı olmadığı ve hiçbir şeye benzemediği, mantıkî önermeler eşliğinde anlatılmaktadır.[25]
Evrende olup-biten her şeyin Allâh’ın izni ve emri ile meydana geldiği çok çeşitli örneklerle dile getirilmektedir. Herhangi bir şeyin olması için Allah’ın sebepler yarattığı, fakat sebeplerin arkasındaki gerçek sebebin (müsebbibü’l-esbâb) Allah olduğu dile getirilmektedir. Bu konu işlenirken Hazret-i Peygamber ile Hazret-i Hızır konuşturulmuştur. Hazret-i Hızır, olayların gerçekleşmesi sırasında gözle görülen sebeplerle gerçek sebep olan Allah’ın emrini örnek olaylarla birbirinden ayırt etmektedir. Meselâ; bir kapıyı anahtarın açtığını, fakat gerçek açıcının Allah olduğunu, denizlerin gemiyle geçildiğini, fakat bunun da Allah’ın emri ile olduğunu, göğe Allah’ın emri ile uçulduğunu, ekinin Allah’ın emri ile biçildiğini anlatmaktadır.[26]
Cabbâr Kulu Allah’ın hikmet ve kudretini şiirsel ifedelerle dile getirmiş, Allah bilgisi (ma’rifetu’llâh)ni Allah sevgisi (muhabbetu’llâh) ile bütünleştirmiştir:
Bir münezzeh Pâdişâhsın, şerîkin yokdur Sen’ün,
Hiç kimsenün aklı yitmez, hikmetün çokdur Sen’ün.
Gâh kışı yaz idersin, türâbları toz idersin,
Açarsın tomurcuk gülü, bülbüle pervâz idersin.
Gâh yazı kış idersin, âlemi teşvîş idersin,
Kudretine akıl yitmez, aceb iş idersin.[27]
Eserde Cabbâr Kulu, Allah aşkından dolayı dalgalanıp köpüren suyla konuşmaktadır. Su, Allah’ın dîdârına olan aşkını dile getirerek, Bend-i Ricâl’in ağzından “ma’bûd”, “mahlûk”, “makbûl” ve “makbûlden makbûl” kavramlarını açıklamaktadır: Ma’bûd Allah, mahlûk yaratılmışlar, makbûl îmânı kâmil olanlar, makbûlden makbûl de dîdâra erenlerdir.[28] Bend-i Ricâl, öncelikle Allâh’ın birliğini ve Hazret-i Peygamber’in haklığını, Allâh’ın emrini-nehyini ağaçlara, yapraklara, deryâlara, kuşlara ve işitenlerin tümüne duyurduklarını haber vermektedir. Yani îmân hakîkatini işitmeyen canlı veya cansız varlık kalmamaktadır. Dolayısıyla ehl-i îmân olmak, kıymetli bir makamdır. Ancak, ulaşılması çok güç olan bir seviye değildir. Çünkü îmân hakîkatini işitmeyen varlık yoktur. Bu seviyeden daha kıymetli olan rûh hali ise, Allah aşkı ile coşup çağlayarak, dalgalanıp köpürerek, Allah’ın dîdârına ulaşmak, böylece makbûlden makbûl olmaktır. Bu makam sadece insana özgüdür. Eserde sosyo-drama metodu kullanılarak Allah aşkı, suyun coşkusu ile özdeşleştirilmektedir. Yani su bile Allah aşkını terennüm edebilmektedir. Allah’a kavuşamama korkusu ile “âh” edip inlemektedir. Kalb, rûh ve gönül sahibi insana yakışan, Allah aşkı ile gönül hanesini zînetlendirmektir. Eserde, Allah, evren, evrendeki yaratılmışlar, insan, inanan insan ve âşık insan arasındaki kategorik ayrım gözler önüne serilerek, yönünü Hakk’a çevirmiş insanın biricikliği dile getirilmektedir.
Allah aşkını anlatmak için kullanılan sembollerden birisi de “bülbül”dür. Kanatlarını düşürmüş, boynunu bükmüş, yeleleri kubarmış bir vaziyette, armut ağacının dalında ötüp duran bir bülbül tasvir edilmiştir. Bülbül, Rahmân’dan ve Muhammed Mustafâ’dan ayrı düşmenin verdiği ızdırapla şakımaktadır.[29] Bülbüle Allah’a kavuşmanın yolu da tarif edilmektedir. Allah’ın nehyinden kaçıp emrini tutmak, helâl yiyip ibâdet etmek, mâ-sivâdan geçip dünyâyı ardına atmak ve Allah aşkından dolayı “yâ Allâh, yâ Allâh” diye ötmek, Allâh’a kavuşmak için gerekli olan eylemlerdir.[30] Allah’a ulaşmış ve Allah aşkı ile yanıp tutuşmuş âşığın durumu da somutlaştırılarak anlatılmıştır. Kişide Allah sevgisinin varlığının göstergesi olan dört davranış sayılmıştır. Bunlar; dünyâdan geçmek, mâ-sivâdan kaçmak, nefsini kahr idüp, vücûdunu sarardup, soldurmak[31] ve Allâh’ın ismini dilden ve kalbden düşürmemektir.[32] Hacı Bektâş Velî’ye göre mü’min hayattaki şehvetlerden, zevklerden ve dünyanın kendisinden uzaklaşmış, Cennet’in kendisini arzu ettiği kimsedir. Dünyadan uzaklaştıkça, Rahmân ile yakınlık kurmuştur. Dili Allah’ı anmakla yetinmiştir.[33] Allah’ı andıkça dünya sevgisinden, şeytan ve nefsin aldatmalarından kurtulmuştur.[34] Mü’minlere dünyayı terketmek vacip; Allah’ı istemek ise farzdır.[35]
Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda Allah aşkı ve sevgisi ile birlikte Allah korkusuna da yer verilmiştir. Fakat bu korku, insanı içine kapatarak pasifleştiren bir korku değil, hayat mücadelesinde ve insan ilişkilerinde ona cesaret ve özgüven vererek aktifleştiren bir korkudur. Eserde Allah korkusunu kalbinde taşıyan birisinin, diğer canlılardan ve insanlardan korkmayacağı belirtilmektedir. Allah’tan korkmayanların ise diğer varlıklardan korkacağı dile getirilerek, hayatın içindeki zıt duygusal durumların karşılaştırılması yapılmaktadır. Konu bir üst boyuta daha taşınarak, Allah’ın kapısını çalanların, insanlardan bir beklentisinin kalmayacağı dile getirildikten sonra şu mesaj verilmektedir: “Allah’tan korkan kulun her işini Allah görür.”[36] Bu konum, Hacı Bektâş Velî’nin kavramsallaştırdığı; Allah’tan başkasından bir şey istememenin getirdiği mükemmel huzur; Allah’tan başkasına muhtaç olmama makamında hissedilen ihtiyaçsızlık olgunluğudur.”[37]
Eserde, hem Allah’ın gazabına, hem de rahmetine yer verilerek, korku ile ümit arasında bir denge kurulmak istenmektedir. Konuyu delillendirmek amacıyla, inançsız iken mü’min olan veya mü’min iken inançsız olan meşhûr şahsiyetlerden örnekler verilmiştir.[38] Sağ ayak Cennet’in eşiğinden içeri girse bile, sol ayak eşikten içeri girmediği sürece emin olunmaması gerektiği dile getirilmektedir.[39] Verilen örneklerden birisi de Balkan-ı Bas’tır. Dünyada evliyâ mertebesine ulaşmış iken, âhirette Allah’ın dergâhından sürülen Balkan-ı Ba’s, içine düştüğü bu durumun sebebini şöyle açıklamaktadır: “Sebebün biri oldur ki, dünyâya meyl itdüm kalbimle. İkinci sebeb oldur ki, Allâh Teâlâ’nun virdüği ni’metün şükrün[ü] bilmedim. Üçüncü sebeb oldur ki, merhametim gitdi. Dördüncü sebeb oldur ki, dünyâya mağrûr oldum, ilmime mağrûr oldum, ucub itdüm kalbimden. Nice ucub kalbime gelse dergâhdan sürüldüm, reddoldum.”[40]
“Allâh[ın] gazabından kork. Rahmetinden ümîdin[i] kesme. Bir kimsenün küfrüne, bakma. Sonunda belki Hak Teâlâ, ol küfür işleyen kişiye, tövbe-i nâsûh gibi tövbe virüp rahmet ide”[41] ifadelerinde, Allah’ın engin rahmeti dile getirilmektedir.
İnanç konusunda insanların durumlarını tanımlayan kategorik kavramlar; “hidâyet” ve “dalâlet”tir. Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda hidâyet ve dalâlet kavramları, sembolik tasvirlerle açıklanmaktadır. Eserde bir ucu yerde, bir ucu gökte olan iki türlü zincirden bahsedilmiştir. Bunlardan birisi hidâyet, diğeri de dalâlet zinciridir. Hidâyet zincirinin rengi yeşildir. Bir ucu yerde, diğer ucu Allah’ın kudret elindedir. Dalâlet zincirinin rengi ise, karadır. Bir ucu yerde, bir ucu ise şeytanın elindedir. Beş kişinin yeşil zincire, sekiz kişinin de kara zincire yapıştığı Hazret-i Ali’nin dilinden anlatılmaktadır. Yeşil zincire yapışanlar tama, akıl, rûh-ı cismânî, îmân ve i’tikâttır. Kara zincire yapışanlar ise, tama, akıl, hırs, nefis, ucub, çürüklük, münkirlik, dünyadır. Dikkat edilirse tama ve akıl, iki zincire de yapışanlar arasında sayılmaktadır. Burada şu mesaj verilmektedir. Tama ve akıl iyi yolda kullanılırsa, insanı Cennet’e ve Hakk’ın dîdârına ulaştırır. Kötü yolda kullanılırsa, şeytana ve Cehennem’e ulaştırır. Nitekim eserde, iki çeşit tama ve aklın varlığından bahsedilmektedir. Yeşil zincire yapışan tama, Allâhu Teâlâ’ya giden tamadır. Bu tamaın adı, Allah tarafından “tûtî” konmuştur. Gıdası şükürdür. Allah ona tükenmez bir lezzet vermiştir. Tûtînin ardına düşen, ummâna karışır, Allah’a erişir, evliyâya karışır. Kara zincire yapışan tama, kara tamadır. Ol kara tamaın ardına düşen de, şeytâna ulaşır, mezbeleye bulaşır, tuzağa düşer ve yükünü Cehennem’deçözer. Gönül, yeşil ve kara zincirlerin her ikisinin de etrafında, bir kırlangıç kuşu sûretinde uçmaktadır. Yiksan akıl, insanın gönlünü yeşil zincire, noksan akıl da kara zincire bağlamaktadır.[42] Allah aklın birazını Cemâl’inin nûrundan, birazını da Celâl’inin nûrundan yaratmıştır. Cemâl’inin nûrundan yarattığı aklı, en başta Hazret-i Muhammed’e, daha sonra da, diğer Peygamberlere, velîlere, mü’min ve sâlihlere vermiştir. Bu aklın yaptığı tefekkür, tezekkür, muhâkeme, mukâyese gibi akılyürütme işlemleri, onları Allah’a ulaştırmaktadır. Celâl’inin nûrundan yarattığı aklı ise, kâfirlere, kendisine ortak koşanlara ve zâlimlere vermiştir. Onlar da başvurdukları her türlü zihinsel faaliyet neticesinde, Allah’tan biraz daha uzaklaşmaktadırlar.
Yukarıda açıklanan kavramlar, farklı bir benzetme ile Hacı Bektâş Velî’nin Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye adlı eserinde de sözkonusu edilmektedir. Hünkâr, gönlü bir şehre benzetmektedir. Bu şehirde iki sultan yaşamaktadır. Biri akıldır, diğeri şeytan. Akıl sultanının yardımcısı; anlama (fehim)dır. Komutanları; ilim, perhiz, edeb, nezâket ve iyi ahlâktır. Bu gönül şehrinde beş komutan tamamlanınca, Allâhu Teâlâ ona marifet vermiştir. Marifet gelince, canın içine yerleşir ve can onunla hayat bulur. Sonra da akılla anlaşır. Gönül şehrinin ikinci sultanı ise şeytandır. Yardımcısı nefistir. Komutanları; kibir, haset, cimrilik, tama ve öfkedir. Şeytanın orduları ise, sinirlenmek, gıybet etmek, kahkaha ile gülmek, aşırı şaka yapmak, geçici ve şehvetli zevklerden hoşlanmaktır. Allah’ın yardımı ile akıl sultanı gönül şehrinde güçlenip ordularını hazırlayınca, anlama (fehim) yeteneğini casus olarak gönderir. Padişah, rûhânî ve manevî yükselme gerçekleşsin diye akıl, sabır ve kanaati göndererek onları defeder.[43] Dikkat edilirse, Hünkâr’ın muhayyilesindeki akıl mefhumu, kuru mantıktan (noksan akıl) daha öte bir anlam taşımaktadır. Gönül şehrinin komutanı olan bu akıl, ilim, perhiz, edeb, nezâket ve iyi ahlâk tarafından desteklenmekte, ma’rifet ile de bütünleşmektedir. Bir anlamda Cabbâr Kulu’nun “yiksan akıl” deyimi ile nitelendirdiği akıl olmaktadır.
Allah insanı toprak, su, ateş ve nûrdan yaratmış, onu yüz yirmi dört bin yıl terbiye etmiştir. Eserde, Hacı Bektâş Velî’de olduğu gibi[44] evren-insan özdeşleştirmesi yapılmaktadır. Dünyâda her ne varsa, insanda da bulunmaktadır. İnsanın gövdesindeki kıllar yeryüzündeki otlara, kemikleri ağaca, gözünün yaşı pınara, dişleri değirmene, ağzı unnuğa, boğazı çuvala, gözleri aya-güneşe, büğrekleri taşa, yüreği kayaya, bağrı demüre, ciğeri bakıra, ödü mihenk taşına, kanı suya, iliği bala, kalbi denize, fikri gemiye, gönlü kayığa, iz’ânı terâziye, fehmi bârsıya, nefsi köpeğe, tamaı kurda, iyeğileri orağa, vücûdu dama, kulakları bacaya ve aklı hocaya benzetilmiştir.[45]
Eserde gönlün hem iyiye, hem de kötüye karşı temayülünün olması, yaratılışı ile ilişkilendirilerek açıklanmaktadır.[46] Böylece tevhîd ve tevhîd inancının gerektirdiği güzel ahlâk merkeze alınarak, insanın niteliği açıklanmış olmaktadır. Kendisini tanıyan ve kabiliyetlerinin farkında olan insan, irâde-i cüz’iyyesi ile iyi veya kötüden birini seçecektir. Aklın yaptığı bu seçim, sorumluluğu da beraberinde getirmektedir. Allah’ın istediği, insanın iyiyi seçmesidir. O, bu isteğinin bir belirtisi olarak peygamberleri görevlendirmiştir.
b) Nübüvvet (Peygamber) İnancı
Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda tevhîd okumanın kâfirlere niçin harâm olduğu, Hazret-i Peygamber’in dilinden açıklanmaktadır. Onlar lâ ilâhe illallah dedikleri halde, Muhammedün Rasûlullah demedikleri için tevhîdi okumaları doğru değildir. Eserde, “Allâh bütün nebîlerine, velîlerine, kitâblarına, emrine ve nehyine inanan kişinin şâhidliğini tutacaktır; nebîlerden birine inanmayan, kâfirdir” görüşü işlenmektedir.[47]
Cabbâr Kulu Hazret-i Peygamber’in dünyaya geliş nedenini, nübüvvet ve risâlet görevini bir bir açıklamaktadır: “Hakk’un emriyle Muhammed dünyâya geldi. Şevk virdi, güneş gibi, cihân nûr ile doldu. Cebrâîl âyet indirdi. Farz, sünnet bildirdi. Taklîdler, tahkîk [oldu]. Küfrü, aradan kaldırdı. Muhammed, mirâca vardı. Acâyib hikmetler gördü. Hak Teâlâbeş vakit namâzı, ümmetine armağan virdi. Allah emir itdi, buyurdu. Hakkı, bâtılı ayırdı. Emir olanı, Muhammed ümmetine duyurdu. Hak, bâtıl seçildi. Âleme, nurlar saçıldı. Perde kalktı aradan, cümle hicâblar açıldı. Küffârlar, îmâna geldi. Kimi şöyle, hâricî kaldı. Dîn-i İslâm, âşikâre çıkdı. Hüküm, Muhammed’in oldu. Cabbâr Kulu eydür: Aklınuz, yitmez mi? Kitap, böyle hüküm itmez mi? Kanı, sizden evvel gelenler? Onlar, size örnek yitmez mi?[48]
Yukarıdaki cümlelerde Hazret-i Muhammed’e, onun risâletine ve Dîn-i İslâm’a inanmayanlar uyarılmaktadır. Burada, muhâtap kitlenin gayr-i müslimler olduğu düşünülebilir.
Aşağıdaki ifadelerde de yine gayr-i müslimlerin durumu ele alınmaktadır: “Hazret-i Enbiyâ eydür: Yâ Ali! Her millet, gitdüğü yolu beğenmişdür. Okuduğu ilmi, anlayamazlar. Dilleri nice ayrıysa, yolları da, öyle ayrıdur. Her kişi, gitdiği yolu iyi der. Ammâ müslümânlığın şerefin[i], ululuğun[u] bileler idi, yitmiş iki millet, cümle müslümân olurdu.”[49] Yukarıdaki satırlarda İslâm’ın üstünlüğü ile birlikte, farklı din müntesiblerinin de varolduğu gerçeği vurgulanmaktadır. Okurlarda “farklı inançlara saygı” anlayışının geliştirilmek istendiği düşünülebilir.
Cabbâr Kulu, İslâm Dîni’ni ön plana çıkarırken, diğer Peygamberlerin de inkâr edilmemesi gerektiği düşüncesini işlemektedir: “Hazret-i Enbiyâ eydür: Yâ Ali! Bir kimse bana ümmet olsa, Allah’ı ikrâr etse, benüm gitdiğüm yol hak diseler de, sâir Peygamberlerin gitdiği yol hak değil dise, mel’ûndur, didi. Enbiyânun birine, bunun gitdiği yol hak değilmiş [diyen], kâfirden eşeddür.”[50] Zaman zaman, diğer Peygamberlerin isimlerini de anmaktadır: “Allâh Teâlâ Âdem’i halk itdi. Âdem’i ikrâr itdi. Azâzili, münkir itdi. Onu, aduv itdi. Azâzil Âdem’e, Nemrûd İbrâhim’e, Firavun Mûsâ’ya, Ebû Cehil Hazret-i Enbiyâ’ya münkirlik itdi. Artukluğu, eksikliği yüz yirmi dört bin Peygamber’in cümlesinün münkiri var. Hazret-i Zekeriyyâ’yı, biçtirdi. Yahyâ’yı, boğazlatdı. Bu minvâl üzere, ikrârın kimisin[i], münkire yindirür, kimisin[i], ikrâra yindirür.”[51]
Hazret-i Peygamber’in mi’râç mu’cizesi anlatılırken, Allah’ın ilim deryasında dört bin kitap bulunduğundan, bunlardan dördünün dünyaya gönderildiğinden bahsedilmektedir. Bu dört kitap da, Zebûr, Tevrât, İncîl ve Furkân (Kur’ân-ı Kerîm)dır.[52]
Cabbâr Kulu, bir taraftan diğer Peygamberlere ve onlara indirilen kitaplara inanılması gerektiğini vurgularken, diğer taraftan da Hazret-i Muhammed’in üstünlüğünü dile getirmeyi ihmal etmemiştir. Bunun için Hazret-i Muhammed’in bütün insanlara şefâat etme yetkisine sahip olduğunu anlatmaktadır: “Ayruk Hazret-i Âdem’e varalar, diyeler ki: Sen bizüm atamuzsın, hem Allâh Teâlâ’nun Nebî’sisin. Bizim hâlimüzi Allâh Teâlâ’ya arz eyle. Bize şefâat eyle… Evliyâ, enbiyâ, cümlesi, zâyi-i akıl ola, şaşalar. Nefs, nefs diyi ağlaşalar. Ol mahalde Sultân-ı Enbiyâ; ‘ümmetî ümmetî’ diyi, ağlaya. Hazret-i Enbiyâ’dan kalanı evlâdını da unuda, hemân; vay nefsî diyi diyi, çağrışalar. Ol mahalde, Sultân-ı Enbiyâ, karşu vara Tamu’ya. Allah emriyle geri döndüre. Tamu’lar vara, yerine sâkin ola.”[53]
Allah sevgisi ile birlikte Peygamber sevgisi de eserde işlenen konular arasındadır. Bir bahçe içinde öterken, gülün güzel kokusuna hayran kalan bülbül resmedilmektedir. Bülbül, Bend-i Ricâl’den gülün Hazret-i Muhammed’in terinden yaratıldığını öğrenmektedir.[54] Gül (remz-i Muhammedî)’e âşık olan bülbül ayrılık acısıyla daim ötmektedir.
Cabbâr Kulu, her konuda olduğu gibi Peygamber inancı ve sevgisine de fonksiyonel bir anlam yüklemiştir. Hazret-i Peygamber’i sevmenin dört şahidi bulunduğunu dile getirmektedir. Bunlar: 1. Gittiği yola gitmek. 2. Sünnetini tutmak. 3. Vücûdunu temizleyip, hilâf şeyleri atmak. 4. Hazret-i Peygamber’in evlâdına (Ehl-i Beyt’ine) saygı göstermek.[55] Bu anlatımdan şu sonucu çıkartmak mümkündür: Hazret-i Peygamber’i gerçekten sevdiğini iddia eden bir kişi, bu dört şartı da yerine getirmelidir. Şartları yerine getirmeyen, Hazret-i Peygamber’i gerçekte sevmiş olmaz. Ayrıca Hazret-i Muhammed’i seveni Allah’ın da seveceği ve çok rahmet edeceği dile getirilmektedir. İslâm’ın önemli bir değeri olan Peygamber sevgisi, hayatın içinden bir örnekle de açıklanmaktadır: “Bir kimse gelse sana dise ki, ben senün dostunum, seni pek severim dise, ammâ senün sözünü tutmasa, senün gitdüğün yola gitmese, malına eğrilik itse, evlâdını sevmese, sen ol kişinün sözine inanur musun, sen ol kişiyi sever misin?”[56]
Olgun (kâmil) bir îmânın ölçüsü eserde verilmektedir. Kişinin aklı, fikri ve gönlü eğer ulemâyı, sülehâyı, fukarâyı, Evlâd-ı Muhammed’i sever ve arzu ederse, olgun bir îmâna sahip olmuş demektir.[57]
c) Kabir, Haşir ve Âhiret İnancı
Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda âhiret hayatı, Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîf’lerdeki sıralamaya uygun olarak öğretim konusu yapılmaktadır. Ölüm-kabir hayâtı-kıyâmet-mahşer-mîzân-Cennet-Cehennem konuları ayrı ayrı işlenmektedir. Öncelikle mezarda yatanların durumları ayrıntılı bir şekilde ele alınmaktadır. Dünyada işlenen iyi veya kötü ameller karşılığında hangi sonuçlarla karşılaşılacağı manzûm bir dille işlenmektedir. Dünyada biriktirilen mal ve mülkün mezarda fayda vermeyeceği, mal sahiplerine hac ve zekât ibâdetlerinin yerine getirilip getirilmediğinin sorulacağı, akıcı ve kâfiyeli bir üslûpla dile getirilmektedir. Bu kişilerin mezarda yüzyüze olacakları azâb, korkutucu bir şekilde tasvir edilerek, vukûu muhtemel çaresizlik durumu resmedilmektedir.
Kabirde, gündüzüm gice.
Bilmem; mahşerde yirim nice?
Nem nice olur, hâlim benüm?
Sarpa düştü, yolum benüm.
Salmazlar, dünyâya gidem.
Varup, iyi amel idem.
nakaratı sürekli tekrar edilerek, mezardaki çaresizlik durumu zihinlerde sürekli canlı tutulmak istenmektedir.[58]
Eserde kibirli olanların, gıybet edenlerin, alışverişte yalan söyleyenlerin ve hîle yapanların çekecekleri kabir azâbı anlatılmaktadır. Suâl meleklerinin kötü amelli mezar ehline hitaben sarfettikleri ifadeler, kötülüklerden sakındırıcı bir etkiye sahiptir.[59]
Bu dünyada dîdâra âşık olan ve aşkın gereği olarak, âdâb ve erkân üzere yaşayanların mezardaki durumu da göz önünde canlandırılmaktadır. Onlar, yanan çıranın aydınlattığı yemyeşil mezar ortamında, giydikleri yeşil elbiseler içersinde, burunlarına kadar gelen Cennet kokusunu koklamaktadırlar. Rabb’lerinin dîdârına erecekleri günü sabırsızlıkla beklemektedirler.[60]
Mezarda yatanların durumları ile birlikte kıyametin ne zaman kopacağı sorusuna da cevap aranmaktadır. Sorunun yöneltildiği kişi Hazret-i Ali’dir. Hazret-i Ali kıyametin ne zaman kopacağını ancak Allah’ın bilebileceğini, insanlara düşenin “kıyametin kopacağına inanmak olduğunu” dile getirmektedir. Ayrıca iki türlü kıyametten bahsetmektedir. İnsanlara zulmederek, onların mallarını ellerinden alan, harâm yiyen, Allâh’ın nehyettiği işleri işleyen, Allâh’ın birliğini inkâr eden, bir gün öleceğini, âhireti ve Allâh’ın gazabını unutan kişi için gerçek kıyametin ölüm olduğunu hatırlatmaktadır. Zâlim kişinin, kibir, gurur ve hevâ-yı hevesde iken, Azrâîl’in ona pençeyi vurmasıyla birlikte, yerin göğün yıkıldığını, her şeyin helâk olduğunu sanmasını tasvir etmektedir.[61]
Büyük kıyametin kopması sırasında nelerin yaşanacağı, Hazret-i Peygamber’in dilinden ayrıntılı bir şekilde tasvir edilmektedir. İsrâfîl tarafından sûra üfürülmesi ve insanların yeniden dirilmesi olayı göz önünde canlandırılmaktadır.[62]
Eserde insanların mahşer yerindeki meraklı bekleyişleri, etkili bir üslûpla resmedilmektedir. Dünyada yapılan hayır ve şerrin mîzânda nasıl tartılacağı, sevap ve günahların yazılı olduğu deftere Allah’ın nasıl bakacağı, bir bir anlatılmaktadır.[63]
Mahşer ve mîzân konuları öyle işlenmektedir ki, kişinin düşünme ve iyiyi kötüden ayırt etme yetenekleri harekete geçirilmek istenmektedir. Meselâ; “aklı olan yükünü tartar, tamâm ider. Ahmak olan, mahşerde tartılur diyü, ihmâl ider”[64] ifadesi, bu biliçlendirme isteğini yansıtmaktadır. Bu dünyadaki tartının, terâzî, hokka, arşın ve kîle gibi, eserin yazıldığı tarihlerde kullanılan ölçü birimleri olduğu belirtilmektedir.[65] Her şeyin, buna benzer bir tartacağı var, bir ölçeceği var. Kişi, sattığında eksik satmadıysa, aldığında fazla tartmadıysa, hîle yapmadıysa, kimsenin hakkını üzerine geçirmediyse, mahşerdeki yükünü bu dünyada tartmış olmaktadır.[66]
Îmânı kâmil olup, üzerinde kul hakkı bulunmayan, iyi amelli kişilerin “arş” altında beklemeleri ve Cennet nimetlerinden yiyip-içmeleri de tasvir edilmektedir. Eserin bir yerinde kul hakkı konusuna da Selmân-ı Fârisî’nin dilinden açıklık getirilmektedir: Selmân mahşer yerinde yanına gelerek eteğine yapışacaklarından korktuğu insanlardan behsetmektedir. Bunlar bühtân, gıybet, göz zinâsı, kulak zinâsı ve el zinâsı gibi kötü davranışlara muhatap olan kişilerdir.[67]
Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda sekiz Cennet ve yedi Cehennem de dikkat çekici bir şekilde tasvir edilmektedir. Cennet’e hükmeden melek Rıdvân, Cehennem’e hükmeden ise, Mâlik’tir.[68]
Hazret-i Peygamber’in dilinden, âhiretteki yerlerinin Cehennem olmasından korkulan on grup insandan bahsedilmektedir. Bunlar:
- Hazret-i Peygamber’in ve Hazret-i Ali’nin evlâdına (Ehl-i Beyt’e) kötülük yapanlar.
- İnsanlara; “namâz kılın, oruç tutun, zekât verin, hacca varın, Allah’ın emrini tutun, nehyinden kaçın” diyen âlimi kötüleyenler.
- İlmi ile amel etmeyen âlimler.
- Namâzı terk edenler.
- Gammâzlık edenler.
- Gelecekten haber veren ve insanları iyi-kötü diye sınıflandıran müneccimler.
- Tevhîd okuyan dervişleri, “döndü, sıçradı” diyerek kötülüyenler.
- Meşâyıhı (mürşidi) olmayanlar ve meşâyıhın ne olduğunu bilmeyenler.[69]
- Esrâr yiyenler.
- Evliyâyı evliyâdan, meşâyıhı meşâyıhdan seçip, şeytâna uyup, hak meclisden kaçanlar.[70]
Kişinin Cehennem’e gitmesine sebep olan iki temel unsur tesbit edilmektedir. Bunlar; “hayırsız mal” ve “fâidesiz dil”dir. Bu iki unsurun kişiyi Cehennem’e sürükleme nedeni de şöyle açıklanmaktadır: Hayırsız malın, Cehennem’de sahibinin boğazına dolanmasının sebebi, onu kazanan kişinin namâz kılmaması, zekât vermemesi, hacca varmaması ve malı harcamaya korkması, yani cimrilik etmesidir. Kişi, çokluğuyla övündüğü malını dost zannederken, düşman kazandığını fark edememiştir. Fâidesiz dil ise, mal hesâb etmek veya yalan söylemek amacıyla kullanılmıştır.[71] Dikkat edilirse, kişiyi Cehennem’e sürükleyici on tane kötü davranış, iki unsurda toplanmıştır. Böylece, insanı kötülüklere sürükleyen temel nedenler belirlenmiştir. Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda olumsuz davranışlara “sonuç odaklı” değil, “süreç odaklı” yaklaşılarak, kişileri kötülüğe sürükleyen sebepler ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Ahlâkî konular, nedensellik ilkesine göre işlenmektedir.
Cehennem tasvir edilirken, Anadolu’daki günlük yaşam ve yaygın kültür dikkate alınmıştır. Kur’an ve hadîslerde yer almayan, ancak konunun anlaşılmasını kolaylaştırabilecek kavram ve nesneler seçilerek, karşılaştırma ve eşleştirmeler yapılmıştır. Cehennem’in heybeti, gılzeti ve tohumu olduğundan bahsedilerek, bilinmeyen bu kavramların ne demek olduğu açıklanmaktadır. Eserin pedagojik niteliği de, bu açıklamalarda kendisini göstermektedir. Çünkü eseri okuyanlar, kendilerine tanıdık gelen bu nesnelerin Cehennem’i açıklayan anlamlarını merak etmekte, bir an önce eserin geri kalan kısmını okumak istemektedirler.
Cehennem’in Heybeti: Bir mazlûma zulüm edip, onu korkutunca Cehennem’in de gürültüsü artmakta ve heybeti çoğalmaktadır. Halk arasında Cehennem, Allah tarafından oraya girecek kişiler için hazırlanmış şiddetli, heybetli bir azâb yeri olarak bilinmektedir. Genelde Cehennem’le insan davranışları arasında doğrudan bir bağlantı kurulmamaktadır. Cabbâr Kulu ise bu duruma farklı bir boyut kazandırmaktadır: Cehennem’in şiddetini ve heybetini artıran, insanların diğer insanlara yaşattıkları korku ve endişelerdir. “İnsanları korkutanlar ve onlara zulmedenler, korkutulmayı ve dehşete kapılmayı hak etmektedirler” mesajını vermektedir.
Cehennem’in Gılzeti:Mazlûm bir kişiden kendisinde olmayan bir şeyi hemen bulması istendiğinde ve o kişi bu imkansız istek nedeniyle korktuğunda, aynı şekilde Cehennem’in de sıkıcılığı (gılzeti) artmaktadır.
Cehennem’in Tohumu:Allah’ın emrini tutmamak, birliğini ikrâr etmemek, sâlihlerin yoluna gitmemek, Allah’ın gazabından korkmamak, fesâd çıkartmak, harâm yemek, zinâ yapmak, yalan söylemek, gammâzlık etmek, namaz kılmamak gibi kötü ameller, Cehennem’in tohumu olarak nitelendirilmiştir.[72] Tohum kelimesinin kullanılması, Cehennem’de karşılaşılması muhtemel azâbın bir sebep-sonuç ilişkisi içersinde gerçekleştiğinin anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır. Kişinin Cehennem’de karşılaşması muhtemel azâbın, bu dünyada ektiği günâh tohumlarının bir sonucu olduğu mesajı verilmektedir.
Îmânlı olan kişilerin Cehennem’e girseler bile, Hazret-i Peygamber’in şefâati ile daha sonra dışarı çıkabilecekleri, îmân etmeyenlerin ise Cehennem’de sonsuza kadar kalacakları anlatılmaktadır.[73] Hazret-i Peygamber’in şefâatini hak edebilmek için zerre kadar bile olsa îmân sahibi bulunmanın yeterli olduğu vurgulanmaktadır.[74]
Kişiyi Cennet’e götürecek olan şeyler; îmân, şehâdet, oruç, namâz, zekât ve diğer hayırlı amellerdir. Bunlar olmadıktan sonra, benim malım çoktu, dünya pâdişâhı idim, şu kadar ilim okumuştum, Hazret-i Peygamber’in evlâdı idim, şu kadar kâfiri öldürmüştüm demek kişiyi kurtarmayacaktır. Kişi bin defa hacca varmış olsa, kitaplar yazsa bile, ondan îmân ve amel istenecektir.[75] Cabbâr Kulu, yukarıdaki yaklaşımı ile, her türlü sınıf ve zümreye eşit mesafede olan ilâhî adâlete dikkat çekmek istemektedir.
Cennet’teki durumu anlatmak için kullanılan kavramlar ise tatlı söylemek, tatlı yemek ve tatlıdan tatlıya gitmektir. Burada kullanılan deyimler de, halk arasında sıkça kullanılmaktadır. “Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım” gibi.
Tatlı:Allah’ın yasak ettiği şeylerden kaçınarak, emrettiklerini yerine getirmektir.
Tatlıdan tatlı:Allah’ın yüzünü görmektir.
Tatlı yemek:Helâlinden yiyip, harâmdan uzak durmaktır.
Tatlı söylemek:Allah’ın kelâmını söyleyip, tevhîd okumaktır.[76]
Yukarıdaki eşleştirmelerde bir tedrîciyyet sözkonusudur. “Allah’ın yasak ettiği şeylerden kaçınarak, emrettiklerini yerine getirmek” insanlara uyması zor kurallarmış gibi gelebilmektedir. Cabbâr Kulu, bu zorluğu “tatlı” bir zorluk olarak nitelendirmektedir. “Tatlıdan tatlı”ya yani Cennet’de “Allah’ın yüzünü görme” makamına erişebilmek için bazı zorluklara katlanabilmek gerekir, mesajını vermektedir.
Cennet’in sahibi Allah, sebebi îmân ve ameldir. Hesabı görmeden, Cennet’e girmek mümkün değildir. Hesap görmek, şu sorulara isabetli cevaplar bulmak anlamına gelmektedir: “Allâh Teâlâ bizi neden halk itdi? Bizim aslımuz neden, cânımuz neden, tenümüz, hareketimüz neden? Aklımız[ı], fikrimiz[i], ağzımızı, yüzümüzü, a’zâmızun cümlesini kim virdi? Bunları hisâb idelim. Nafakamuzı kim virdi? Bizi dünyâya kim getürdi? Dünyâya ne diyi geldik. Allâh’ı nice bildük? Orucu nice tutduk? Namâzı nice kıldık? Zekâtı nice virdük? Hacca niçün vardık?”[77] Cennet’e girebilmek için kişinin kendisine sorması ve isabetli cevaplar bulması gereken yukarıdaki sorular, insanın yaratılışı ve yaratıcısına yönelişi ile ilgili hikmetleri içermektedir. Cabbâr Kulu, okuyucuları kendilerine verilen sayısız ni’metler ile yüzleştirmekte ve ona yaratıcısını hatırlatarak, Allah’a kulluğun lüzûmunu vurgulamaktadır.
2. İbâdet ve Duâ Öğretimi
Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda yer alan her bâb ve fasılın sonunda konu ile ilgili bir duâ cümlesi yer almaktadır. İşlenen konu ile ilgili Allah’tan hayırlı ameller dilenmekte, kötü amellerden, nefisten ve şeytandan Allah’a sığınılarak, duâların kabulu için Allah’ın sevdiği kişilerin isimleri anılmaktadır.
Meselâ; “Allâh Teâlâ, ucubdan, benlikden ve yaramaz amellerden, cümlemizi hıfz eyleye. Sâlih ameller müyesser eyleye ve anlamak müyesser eyleye. Gafletden, uyara. Bilürüm dimekden, saklaya. Bilmezlikden, kurtara.[78] Allâh Teâlâ, cümlemizi şeytâna giden yoldan, döndüre. Kendine giden yola, hidâyet eyleye. Yaramaz amellerümizi terk itdüre. Sâlih ameller müyesser eyleye. Habîb’i hürmetine ve mukarreb kullar ve nûr-ı kadeh hürmetine, duâmızı kabûl ide. Yâ Rabbî! Âmîn. Yâ Mu’în!”[79] şeklindeki duâ cümlelerinde, Allah’tan işlenmiş olan konu ile ilgili hayırlı ameller sıralanmaktadır.
Cabbâr Kulu, yazmış olduğu eserde sürekli sağlam bir îmân ve hayırlı amel tavsiyesinde bulunmaktadır. Kullanmış olduğu ifadelerden kendisinin de Allah’a kulluk yapmaya çalışan bir derviş olduğu anlaşılmaktadır: “Sabah namâzın[ı], kıldım. Camide otururdum. İmâm, Yâsîn-i Şerîf’e başladı”[80] cümlesinden Cabbâr Kulu’nun ibâdetlerini düzenli olarak yerine getiren bir derviş olduğu sonucuna varmak mümkündür. Camide sabah namazı kıldığı, Yâsîn-i Şerîf dinlediği bilgisini hangi niyetle okuyucularla paylaştığını tahmin etmemiz güçtür. Ancak anlatmak istediği bir olayın seyri içersinde yer alan bu anekdot, tavsiye ettiği şeyleri kendisi de yerine getiren bir kişilik yapısını yansıtmaktadır.
Eserin baş taraflarında uzunca bir tövbe, duâ ve ikrâr metni bulunmaktadır. Asırlar önce yazılmış olmasına rağmen, günümüzde de çok rahatlıkla anlaşılabilecek bir sadeliktedir. Cümlelerde yeni tâlib olmuş bir kişinin rûh hâli ve günahkârlık psikolojisi işlenmektedir. Dergâha yüz sürüp, “âh” eden tâlib, yüzünü Hüdâ’ya tutup ağlamaktadır. İçine düştüğü aşk ateşini dile getirirken, yeni farketmiş olduğu yaratılış hikmetlerini bir bir sayması, ma’rifet kapısının bilgi birikimini yansıtmaktadır. Allah’ın yaratıcılığındaki kudret ve hikmeti o ana kadar görememiş olmanın verdiği ızdırâbla göz yaşı dökmesi, îmânın ne kadar açık bir hakîkat olduğu fikrini işlemektedir. Yaradan’ın şefkat ve merhametine sığınma arzusu, Allah’a kulluğun tabiî halidir.
Bir zayıf kulum, kaldım avâre,
Yine derdime, Sen’den ola çâre.[81]
mısralarında, Allah’a ilticâ etmenin verdiği ubûdiyyet hazzı kelimelere dökülürken, hışmından korkulup, lutfuna sığınılan Allah’tan, derde dermân istenmektedir. Cümlelerde “en güzel şekilde yaratan Allah” tasavvurunu görmek ve hissetmek mümkündür. Seçilen kelimeler, verilen örnekler ve kullanılan üslûp, gönül dilinin bütün inceliklerini yansıtmaktadır.
Sen’sin, bu âlemi yaradan.
Yok iken, hem vâr iden.
Sen’sin, cümle binâyı vuran.
Gâh ma’mûr idersin, gâh vîrân.[82]
ifadelerinin devamında, her şeye gücü yeten, kudreti sonsuz olan Allah’ı tasavvur etmeye yetecek kadar malzeme ve duygu birikimi bulunmaktadır. Her şeyden önce ve her şeyden sonra, yokları var edici, her şeye rahmet edici, kullarına emir edici, her çiçeğe bir renk verici, her dile bir lezzet verici Allah fikri, yalın ve anlaşılır bir üslûpla, ürperen kalb ve gönüllere duyurulmaktadır. Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda çizilen tabloda, her bir canlı kendi dilleri ile tesbîh okumakta, her birinin halleri Allah’a malûm olmaktadır.
Ne olsa, Sen’den olur.
Sen’den olmayınca, kul ne bilür.
Cebrâîl, iznin ile iner, çıkar.
Sular, Sen’ün hükmün ile akar.[83]
mısralarında, Allah’ın ilminin kuşatıcılığı dile getirilmektedir. Pervâneleri ateşte yandıran, gezegenleri döndüren Allah’tır. Tomurcuk gülleri açan da, âleme rahmet saçan da yine âşık gönüllerin Sultân’ı olan Allah’tır. Allah en küşük nesneden en büyüğüne kadar bütün varlık âleminin yaratıcısı ve hâkimidir.
Yukarıdaki münâcaâtın en önemli özelliği, bir Hak âşığının kendine has bir dille Allah’a yakarışını ihtiva ediyor olmasıdır. Bu yönüyle “bir nevî duâ öğretimi yapılmaktadır” denebilir. Allah’ın isim ve sıfatlarını, onların evrendeki yansımalarını bilmek, kime duâ edildiğinin farkında olmak açısından önemlidir.
Münâcaâtda seçilen örnekler, tâlibin hemen yanı başındaki nesnelerdir. Daha çok kırsal kesimde, tabiî ortamda karşılaşılması muhtemel objelere yer verilmiştir. Marifet bağı, bülbül, nebât (bitkiler), tomurcuk güller, türlü meyveler, çiçek, pervâne ve ateş bunlardan bazılarıdır. Tâlib bu münâcaâtı okuduktan sonra, her gün yüzyüze olduğu nesnelere daha farklı bir gözle bakabilecek, varlık alanı üzerinde tefekkür etmeyi öğrenecektir. Allah’ın eşya üzerindeki tasarrufunu ve tecellîsini daha iyi görebilecektir. Böylece yaşanan her gün, görülen her nesne, tâlibi Allah’a daha da yakınlaştıracak, aralarındaki âşık-mâşûk münasebeti güçlenerek devam edecektir.
Hacı Bektâş Velî, zâhidin yetmiş yıllık ibâdetinin ârifin bir saatlik tefekkürüne, ârifin yetmiş yıllık tefekkürünün de muhibbin bir saatlik münâcâtına eşit olduğunu söylemektedir.[84] Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda da Hünkâr’ın hiyerarşik manevî yükseliş programına paralel olarak, tefekkürden münâcâta doğru seyreden bir yol izlenmektedir. Bir taraftan, Allah’ın varlığı, birliği, isim ve sıfatlarının evrendeki tecellîleri vecîz bir dille işlenirken, diğer taraftan da Allah’a derin bir vecd içinde, gönül diliyle seslenilmektedir.
Eserde Allah’a yakınlaşmak için yapılabilecek münâcâtlarla birlikte, kötülüklerden, nefis ve şeytandan Allah’a sığınmak için de duâ öğretimi yapılmaktadır. Hazret-i Peygamber, Cabbâr Kulu’na şeytanın tuzağından korunabilmesi için şu duâyı öğretmektedir: “Hazret[-i Enbiyâ eydür: Gel imdi, sana birkaç duâlar öğredeyim, andan var, didi. Öğret yâ Rasûlallah, didüm. Hazret[-i Enbiyâ] eydür: Eûzu bi’llâh, Bismillâh üç kerre, İhlâs-ı Şerîf’i bir kerre, Kul eûzu bi Rabbi’n-nâs’ı oku, duâ et. Ellerin[i] yüzüne sür. Başını aşağı tut. Üç kerre Allâhümme Rabbi’ğ-fir lî di gil. Andan başını yukaru kaldur. Yüzünü dergâha tut. Di gil: Yâ ze’l-Celâli ve’l-ikrâm, yâ ze’l-Celâli ve’l-ikrâm. Yâ Rabbî! Harâmîsi çok yola giderem. Düşman içine varuram. Îmânım[ı], San’a emânet virdüm ve amelim[i], San’a emânet virdüm. Yaramaz şeylerün şerrinden, San’a sığındım, didi. Sizi, Allâh’a ısmarladım. Allâh Teâlâ işini getüre, dahi git, didi.”[85]
Duâlar, ilgili konu bitirildikten sonra, konuyu özetleyici bir üslûpla yapılmaktadır. Meselâ kıyametin alametleri, kıyametin nasıl kopacağı ve mahşer yeri gibi âhiret hayatı ile ilgili konular anlatıldıktan sonra, Hazret-i Peygamber’in dilinden şöyle bir duâ yapılmaktadır: “Allâh Teâlâ, kıyâmetün alâmetinden, Celâl sıfatından, Cehennem heybetinden, mahşer sıkletinden ve yaramaz şeylerün şerrinden, cümle Ümmet-i Muhammed’i ve cümle sâlihleri ve cümlemüzi saklaya. Bu niyyete Fâtiha, didi. Cümlesi, “âmîn” didiler. Ellerin[i] yüzlerine sürdiler.”[86] Duâ edilirken ellerin yukarıya kaldırılarak, sıdk ile “âmîn” denmesi gerektiği Veysü’l-Karânî tarafından Cabbâr Kulu’na öğretilmektedir.[87]
Eserde duânın nasıl bir niyetle yapılması gerektiği, Hazret-i Peygamber’le Selmân-ı Fârisî arasında geçtiği farzedilen bir konuşmayla öğretilmektedir. Hazret-i Peygamber’in etkileyici sözleri karşısında duygulanarak ağlayan Selmân-ı Fârisî, ondan kendisi için duâ etmesini arzu eder. Hazret-i Peygamber de; “yâ Selmân! Ne niyet ile istersin, duâyı? Niyetsüz duâ olmaz. Olursa da âmîn diyene fâidesi olmaz ve hem kabûl olmaz. En niyyetü bi’l-ameli. Evvel niyet eyle de, andan işle ameli”[88] şeklindeki sözleriyle, Selmân-ı Fârisî’ye duâ âdâbını hatırlatmaktadır.
Yine aynı olay içersinde dikkat çekilen önemli bir husus daha bulunmaktadır. Selmân-ı Fârisî, Allah Rasûlü’ne; “duâyı bana andan ötürü eylegil ki, Allâh Teâlâ benüm nefsime fursat virmeye tarfetü’l-ayn kadar. Allâh Teâlâ tarîk-i müstakîmden ayırmaya ve dîn kardeşlerine ve cümlemüze sâlih ameller müyesser ide”[89] diyerek, duâda Allah’tan nelerin istenmesi lazım geldiğini belirtmiş olmaktadır.
Hazret-i Peygamber duâ ederken Selmân-ı Fârisî ağlayınca, Allah Rasûlü, onun döktüğü gözyaşlarını yapılan duânın kabul olduğuna dair bir işaret olarak addetmekte ve bunun sebebini şöyle açıklamaktadır: “İ’tikâd ile göz yaşı dökse bir kişi, her derde dermândur. Zîrâ bu asıl gözyâşınun, çok kişiye fâidesi olur. Hem sâhibini kurtarur, cümle belâdan. Zîrâ neye misâl dirsen, ana misâldir ki, bir rençber olsan, ekincilik itsen, öküz alsan, çift itsen, tohum saçsan, sürsen ol tohumu, kuru toprağa katsan, ol toprakda ol tohum kuru oldukça bitmez. Allâh Teâlâ, Kâdir; bit deyince biter. Ammâ nihâyet her kişiye bir sebeb virmiş, ana da yağmuru sebeb virmiş. Toprak ıslanur, buğday biter. Sâhibi de, ümîd ider ki, inşâallâh ekinler biter, dir. Her şeyin bir yağmuru vardur. Amelün yağmuru da gözyaşıdur. Sâir yağmurlar yağınca yeryüzü nice zeyn olur, bu kadar türlü meyveler biter ve türlü eşyâlar biter, bir kişide gözyaşı olsa, ol kişinin de işi öyle biter. Vücûdu yeryüzü gibi zeyn olur. Bir kişide gözyaşı olmasa ol kişinün ameli, kuru toprağa katılmış ekin gibi olur.”[90] Burada yapılan benzetme, duâ sırasında dökülen gözyaşının değerini, toprağın gıdası yağmurla eşitlemektedir. Kırsal kesimde yaşayan insanlar için yağmur, yağması için duâ edilen bir rahmet tecellîsidir. Gözyaşının yağmura benzetilmesi, okuyucuların her yağmur yağdığında konuyu hatırlamalarına imkan verecek bir zihinzel şema/resim/harita çizmektedir.
Allah aşkından dolayı ağlayarak, gözyaşı dökmek övülmekte, maksûda ulaşmanın yolu olarak gösterilmektedir:
Ağlayanlar hep geldiler, halk içinde deli oldular,
İşleri tashîhe çıkdı, yaradan Allâh’ı buldular.
Ağlamakdan gâfil olma, dünyâya meyl idüp gülme,
Hilâf şeyden yük tutup, âteşini aldı salma.[91]
Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda kalbe fonksiyonel bir görev yüklenmektedir. Onun görevi, eylemedönüşmeyen boş duygularla uğraşmak değildir. Dükkâna benzetilen kalp, insanı olumlu davranışlara yönlendiren bir duygu merkezi şeklinde tanımlanmaktadır. İnsanın iradesine yön vermeyen kalp ise, “şöyle aldım idi, şöyle işledim idi, şöyle alsam idi, şöyle satsam idi diyerek gününü geçiren kuru hesap dükkânına benzetilmiştir.[92] İyiliği, güzelliği kalpte bir duygu olarak hissetmekten daha çok, bu olumlu davranışları yaşamak üzerinde durulmaktadır.
Kalbin arıdmayan iş göremez, ışk meydanına giremez,
Bidil bidil döner durur, menzil yerine varamaz.[93]
Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda müslüman olmak için asgarî şart olarak Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Rasûluhû ifadesi (kelime-i şehâdeti)ni telaffuz etmek gösterilmektedir. Kelime-i şehâdeti getirerek müslümanlığını ilan eden kişi, Hazret-i Ali tarafından toprak yüzüne yeni çıkmış buğdaya benzetilmiştir. Namâz kıldığında, üç dört çatal olacağı, oruç tuttuğunda, boğuma sıçrayacağı, zekât verdiğinde boyunun uzayacağı, hacca vardığında, başa yaklaşacağı, emri tutup, nehiyden kaçınca da, baş olacağı ifade edilmektedir.[94] Burada yapılan benzetme de yine çiftçilik yapanlara yöneliktir. Kişi ibâdet yaptıkça hayatın feyz ve bereketinin artacağı mesajı verilmektedir. Çiftçi için önemli olan buğdayın başak vermesidir. Başak vermeyen buğday, boşa giden bir emekten ibarettir. Kelime-i şehâdeti daha anlamlı hale getirmek için, onu ibâdetlerle serpilmiş, güçlenmiş, başağa durmuş bir ekin gibi besleyip, büyütmek gerekmektedir.
Eserde Allah’a ibâdet etmenin gerekliliği, aklî delillendirme yöntemine müracaat edilerek isbat edilmeye çalışılmaktadır. Bulutların Allah’ın emrine itaat ederek, yeryüzüne yağmur yağdırdıkları, sosyo-drama metodu ile anlatıldıktan sonra, şu mesaj verilmektedir: “Allah insana beş duyu, akıl, fikir, idrak ve gönül gibi nimetler vermiş, Hazret-i Muhammed’e ümmet eylemiştir. Bütün bu nimetlerin şükrünü eda etmek için, müslümanlığın şartlarını yerine getirmek gerekmektedir. Hakîkat ilmine geçebilmek için Allah’ın emirlerine itaat edip, yasaklarından kaçınmak lazımdır.”[95]
Bektâşîlikte namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibâdetlerin şerîat kapısındaki anlamları ile birlikte tarîkat, marifet ve hakîkat kapılarındaki tasavvufî ve derûnî manaları da sözkonusu edilmiştir. Böylece ibâdetlere rûhânî bir boyut ve manevî bir derinlik kazandırılmak istenmiştir. Bu isteği en belirgin biçimiyle Hacı Bektâş Velî’de görmek mümkündür. O, Allah’a ulaşmanın üç çeşit yolu olduğunu belirtmektedir. Birincisi; hayvansal davranışlardan kurtulmak. Bunun için nefsin arındırılması gerekmektedir. Şerîat kapısında bedensel olarak yapılan ibâdetler, nefsi arındırıcı, kötülüklerden uzaklaştırıcı bir görev üstlenmektedir. İkincisi; Allah’tan başkasından kopmaktır. Bunun için de kalbi temizleme ihtiyacı bulunmaktadır. Tarîkat kapısındaki kalbi temizleme egzersizleri (erkânı) de Allah sevgisini kalbe yerleştirici bir görevi yerine getirmektedir. Son olarak Hacı Bektâş Velî, maddî sıfatlardan kurtulmanın gereğine işaret etmektedir ki, bu süreç de rûhun yücelmesini temin etmektedir ve hakîkat kapısına denk düşmektedir.[96]
Hacı Bektâş Velî, ibâdetleri yukarıdaki bakış açısıyla değerlendirmektedir. Namazın sonu ilâhî olgunluk, zekâtın sonu gönlü Hak’tan gayri şeylerden temizlemek ve samîmiyetle Hakk’ın sevgisine yer vermektir. Orucun sonu ise, Hak’la zenginleşmek ve maddî şeylerden uzak durmaktır.[97] Hünkâr, oruç ibâdetini de aynı bakış açısıyla yorumlamaktadır. Ona göre oruç ibâdetinin halk (şerîat kapısındakiler) derecesinde, seçkinler (tarîkat kapısındakiler) derecesinde ve seçkinlerin seçkini (hakîkat kapısındakiler) derecesinde olmak üzere üç seviyede yerine getirilmesi mümkündür. Birinci derecedeki oruçta, karın ve cinsel organlar orucu bozan şeylerden korunmaktadır. İkinci derecedeki oruçta, göz nâ-mahreme bakmaktan, kulak uygunsuz sözleri duymaktan ve dil haksız konuşmaktan korunmaktadır. Üçüncü derecedeki oruçta ise, gönül Hak’tan gayri her şeyden korunmaktadır.[98] Birinci derecedeki oruç nefsi arındırmakta, ikinci derecedeki oruç kalbi temizlemekte, üçüncü derecedeki oruç ise, rûhu yüceltmektedir. Nihâî hedef, Hakk’a ulaşmaktır.
Eserde “ibâdet etmek” ve “güzel ahlâk sahibi olmak” arasında kurulması gereken dengeye de işaret edilmektedir. Bu amaçla namazını kılan, orucunu tutan, Allah’ın emrini yerine getirip, çok hayır işleyen, ancak âhirette kurulan terâzinin sevap kefesinde hiçbir ameli bulunmayan bir davulcu tasvir edilmektedir. Davulcuya bu durumun sebebi sordurularak, Hazret-i Peygamber’in ağzından şöyle bir cevap verilmektedir: “Allâh’ın emrini tutmuşsun, çok hayır işlemişsin ammâ, itdüğün hayrı, çomak ile döğe döğe düşürmüşsün, didi. Hayrı dağa düşüren çomak ne aslı çomak dirseniz, onu dahi beyân idelüm: Çomağun büyüğü, harâmdur ve yalan ve gıybet ve bühtân ve zinâ, buna benzer şeylerdür ve sâir Hak Teâlâ’nın nehy itdüği şeylerdür. Bu aslı şeyler, ameli zâyi’ eyler.”[99] Yukarıdaki ifadelerle, kötülüklerin iyilikleri silip süpüreceği ve insanı iflas etmiş durumuna düşürebileceği anlatılmak istenmektedir.
Kötü amellerin tâlibin îmânına nasıl zarar verebileceği de benzetme metodu kullanılarak anlatılmaktadır: Yalan söyleyenin îmânının delik delik olacağı, harâm yiyenin îmânının sıtma hastalığına tutulacağı, edebsiz olanın îmânının çıplak olacağı, ilmi olmayanın îmânın lezzetini alamayacağı dile getirilmektedir.[100] Amelsizlikten inançsızlığa kadar giden süreç dramatize edilerek, şeytânın insânı nasıl aldatdığı anlatılmaktadır.[101]
Eserde günâhların amelleri boşa çıkarabileceği uyarısı yapılmakla birlikte, günâhlardan kurtulmanın yolu da yine tövbe ve ibâdet olarak gösterilmekedir. Böylece bir denge kurulmaya çalışılmaktadır. Günâhının çok, yüzünün kara olduğunu söyleyen Selmân-ı Fârisî’ye Hazret-i Ali; abdest aldığında, namaz kıldığında ve tövbe ettiğinde günâhlarının affedileceğini haber vermektedir.[102] Ona nasıl tövbe edeceğini de öğretmektedir: “Digil ki: Yâ Rabbî! Bu yanılıcı kulunu, bir günâh işleyici kulunu, bilmezlikden bilürem dimeden sen sakla. Yaramaz amellerden ve yaramaz şeylerden Sen sakla. Sâlih ameller, müyesser eyle, Ümmet-i Muhammed’e, cümlemize. Digil: Rahmetinden bizi mahrûm itme.”[103] Bununla birlikte kıyamet koptuğu zaman tövbe kapısının da kapanacağı dile getirilerek, tövbe etmek için geç kalınmaması gerektiği mesajı verilmektedir.[104]
3. Ahlâk Öğretimi
Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda güzel ahlâk, Hazret-i Muhammed’in ahlâkı ile özdeşleştirilmektedir. Hazret-i Ali, bizzat Hazret-i Peygamber’e hitaben onun ahlâkını tarif etmektedir: “Sen öyle yürürdün yâ Rasûla’llâh ki, Allah emri üzere yürürdün. Kimsenün hâtırın[ı] yıkmadun. Bir kişinin kapısunı kakmadun. Dünyâ varlığına bakmadun. Sana kötülük idene eylük itdün. Allah yoluna gitdün. Sana düşmanlık idene sen dostluk itdün. Allah yoluna da’vet itdün. Nice kâfirleri îmâna getürdün. Kalmışları menziline yitürdün. Niceler yoldaş oldu, sana bile. Ulu devlet buldular seninle.”[105] Güzel ahlâka ulaşma yolunda model insan; Hazret-i Muhammed’dir. O, her hâlükârda iyilik yapabilme, kötülüğü iyilikle savabilme niteliğine sahiptir. Hazret-i Peygamber’in güzel ahlâkının özetlendiği yukarıdaki satırlarda okurlara bir yol haritası da çizilmektedir. Allah’ın emri (şerîat kapısı) üzerine yürünen bir güzergâh, kişiyi düşmanıyla dost yapacak, ulu devlete kavuşturacaktır.
Cabbâr Kulu, güzel ahlâkı Hazret-i Muhammed’in şahsında idealize ettikten sonra, insanın yaratılışında varolan iyiye ve kötüye karşı olan eğilimleri açıklamaktadır. Nefsini öldürememiş, “ölmeden önce ölme” sırrına erememiş herkesin, kötülük yapma ihtimali bulunduğuna işaret etmektedir. Bunu yaparken de yine canlıları konuşturma yöntemini tercih etmiştir. Bir gün dışarıda otururken yanına bir kuş gelir. Cabbâr Kulu kuşa sorar: Yâ kuş! Nice kişilerin başına konar imişsiniz ve eline girer imişsiniz? Bize niçün yaklaşmazsınız? didüm. Kuş eydür: Yâ derviş! Biz ölüler üzerine konaruz ve ölüler mezârına konaruz, diri üzerine konmazuz. Eyitdüm ki: Yâ kuş! Ben, Allâh Teâlâ ile va’de eyledüm. Hiçbir şeyin cânını incitmeyim, bizden hod sana zevâl gelmez, didüm. Kuş eydür: Yâ derviş! Ben, senin va’dene inanmam. Eyitdüm ki: Niçün inanmazsın? didüm. Kuş eydür: Anın içün inanmazam ki, zîrâ nefis sendedür. Hırs, tama sendedür. Anın içün inanmam, didi. Ben, nice olur, didüm. Kuş eydür: Başına konsam, eline girsem, nefsin hareket ide, hırsın yeğinleye, tamaın gâlip ola; beni boğazlayasın. Hem benim başum, kesilür. Hem senün va’dün, bozulur. Hem sana zarar, hem bana zarar olur. Cabbâr Kulu eydür:Bu kuşun cevâbı, bana kâr itdi.[106]
O halde tâlib ve dervişlerin kendilerine (nefislerine) hakim olabilmeleri için nefislerini eğitmeleri, ıslah etmeleri gerekmektedir. Cabbâr Kulu, “nefsimüzü nice ıslâh idelüm dirsen” sorusunu sorarak, cevabı şöyle vermektedir: “Nefis ölmeyince, ıslâh olmaz. Nefis nice ölür dirsen, istedüğini virme, çekdüği yire varma, nefsin sözünü tutma! Allâh Teâlâ’nun rızâsı olmaduğı yola gitme! AllâhTeâlâ’nun nehy eyledüğün[ü] söyleme! Yime didiğün[ü] yime! Harâmdan, murdardan, mekrûhdan, şübheden, kalbini arıda gör. Allâh Teâlâ’dan inâyet ve Peygamber’den şefâat umar isen, bu didiğüm şeyler üzere, kâim ola gör.”[107]
Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda dikkat çeken önemli bir özellik, duygu, olgu ve kavramların menşei hakkında sembolik benzetmelerle bilgi veriliyor olmasıdır. Meselâ; nefis olgusu hakkında böyle bir bilgilendirme yapılmaktadır. Eserde anlatıldığına göre nefis, insanla hayvan arasında bir yaratılışa sahip olan, isyankâr, mütecâviz ve nankör bir topluluğun Allah tarafından yakılarak helâk edilmesinden sonra geriye kalan küllerinden yaratılmıştır.[108] Bu benzetme ile nefsin yaratılışından gelen özelliği itibarıyla, isyânkâr ve nankör bir yapıya sahip olduğuna ve insanı helâk olmaya sürükleyebileceğine dikkat çekilmektedir.
Eserde “kelb” ve “merkeb” olmak üzere iki çeşit nefisten söz edilmektedir. Birinin rûhun merkebi olduğu, diğerinin de şeytanın tutnağı olduğu belirtildikten sonra, şeytanın nefsi kötülük yapmaya nasıl teşvik ettiği anlatılmaktadır. Kişi kötülük yapmayı istediği zaman, nefisle vesvesenin bir araya gelerek gönül, akıl, fikir ve rûhu nasıl kandırdıkları göz önünde canlandırılmaktadır. Rûhun merkebi olan nefis ise, rûh ne görev verirse onu yapmaktadır. İbâdet ve Allah’ın emrine itâat, bu nefisle olmaktadır. Kişiyi soğuktan, sıcaktan, açlıktan ve susuzluktan koruyanın da yine aynı nefis olduğu belirtilmektedir.[109]
Nefisle birlikte şeytan da, müslümân ve mü’minleri, ilmi ile âmil olan âlimleri, zühd ve takvâ sâhibi olan meşâyıh ve meşâyıhınrızâsında olan dervişleri, Allâh Teâlâ’nın emrini tutan ve nehiyden kaçan sâlihleri tuzağa düşürmektedir. Şeytan, tuzağına düşürebildiği insanların önce îmânlarının dörtte birini, daha sonra da yarısını almaktadır. Kandırdığı insanları iyi amel yapmaktan alıkoyan şeytan, sonuçta onları îmândan ayırmaktadır.[110] Şeytanın işi, insanların bütün organlarını gezmek ve içlerini küfür ile bezemektir.[111]
Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda şeytanın esnaflık yapanları nasıl kandırdığı tasvir edilmektedir. Şeytanın pazar yerinde kurduğu tuzaklar anlatılırken, eserin yazıldığı tarihte varolan bakkallık, keçecilik, kasaplık, elbise-kumaş satıcılığı ve aşçılık gibi meslek grupları söz konusu edilmektedir. Bu kişilerin müşterilerini nasıl aldattıkları, bir bir açıklanmaktadır.[112] Müşterinin de, maddî ihtiyacı olan satıcıya daha ucuza mal almak için yüklenmesi, “çökmek” olarak nitelendirilmektedir.[113] Yemek yedirme şeklinde bile olsa, memura rüşvet vermenin sakıncaları açıklanmaktadır.[114] Eserde kâfirlerin, harâm yiyen müslümânların, zinâ edenlerin, yanlış karar veren kâdıların ve Allâh’ın emri üzerine yürümeyen hâkimlerin şeytanın tuzağına gereksinimleri olmadığı, onların zaten yoldan çıkmış oldukları fikri işlenmektedir.[115]
Şeytanın kurduğu tuzağa düşerek, kötü davranışlar sergileyen dervişler, bizzat şeytan tarafından şu şekilde nitelendirilmektedir:
Adın derviş, başun büyük.
İçün çürük, kendün hoyuk.
Taşran doğru, içerün yaya benzer.
Fiili kuzgun, kendü toya benzer.
Taşran derviş, için boş.
İşte sen de, benimle oldun yoldaş.[116]
Eserde nefis ve şeytanla ilgili bilgi verildikten sonra, onların varlığının hikmeti üzerinde de durulmaktadır. Okuyucuların aklına haklı olarak, “nefis ve şeytan bu kadar zararlı ise, Allah onları niçin yaratmış olabilir?” sorusunun gelebileceği dikkate alınarak, bizzat Allah’ın ifadeleriyle makul bir açıklama yapılmaktadır: “Kullarıma, imtihân içün virdüm. İyüsini, kötüsünü, bilmek içün virdüm, didi. Eyitdüm ki: Yâ Rabbî! Böyle olmayınca, bilmez mi[sin], didüm. Ben bilürsem de, kul bilmez. Anın içün bilmez ki, nefisle şeytân olmasa, döğüş olmazdı. İyüsi, kötüsü belli olmazdı. Anın içün belli olmaz idi ki, döğüş olmasa cümlesi yararuz, dir idi. Bir kolayım dir bulunmaz idi. Döğüş olandan sonra, yarar da kolay da belli olur, didi. Mahşerde, Ben de halâs bularım da’vâdan.”[117]
Kişinin nefsine ve şeytana uymaması için neler yapması lazım geldiği de açıklanmaktadır. Ölümü akıldan çıkarmamak, dünya sevgisini terketmek, korku ile ümit arasında olmak ve gafletden uzak durmak, Hazret-i Peygamber tarafından tavsiye edilmektedir. Hazret-i Ali de, ölüm akıldan çıkınca şeytana kul olunacağını bildirmektedir.[118] Bu yönüyle eser pedagojik bir özellik kazanmaktadır. İnsanı kötülük yapmaya sevkeden sebepler ve bunların sonuçları ile birlikte, onu kötülük yapmaktan alıkoyabilecek tavır ve davranışlar da işaret edilmektedir. Böylece kötülerin ve kötülüklerin kınanması yerine, kötülüklerden uzak durmanın yolları öğretilmektedir. İnsanın hem zihinsel (kognitif), hem de duyuşsal (emotional) yeteneklerine hitap edilmektedir. Kötülüklerden duygusal olarak nefret etmeyi öğrenen birey, eğer zihinsel olarak da onlardan uzak durmayı öğrenmişse, olumlu davranışlar geliştirebilir.
Eserde, genel olarak tâlib ve dervişlerin din eğitimi-öğretimine ilişkin bir kurgu ve muhteva ile karşılaşılmaktadır. Dînî inancın tabiatında şöyle bir yapıdan söz edilebilir: İnsanı kötülüklerden alıkoyan, dînî bilgi ve duygu birikimi olduğu kadar, Allah’ın lutuf ve inâyetidir de. Bu yüzden Kur’an ve Hazret-i Peygamber, inanan insanlara kötülüklerden korunmak için duâ öğretmektedir. Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda sık sık Cabbâr Kulu’nun dilinden, bazen de Hazret-i Peygamber’in ve Hazret-i Ali’nin dilinden duâ edildiği görülmektedir. Eserin bir yerinde ise, Hazret-i Peygamber, şeytanın aldatmalarına karşı bizzat Kur’an sûrelerini okumayı tavsiye etmektedir.[119]Eseri orijinal hale getiren en önemli özelliklerinden birisi, Türkçe duâlara da yer verilmiş olmasıdır. Meselâ; kötü davranışlardan Allah’a sığınmanın yolu öğretilirken, Hazret-i Peygamber tarafından şöyle denmesi tavsiye edilmektedir: “Yâ Rabbî! Harâmîsi çok yola giderem. Düşman içine varuram. Îmânım[ı], San’a emânet virdüm ve amelim[i], San’a emânet virdüm. Yaramaz şeylerün şerrinden, San’a sığındım.”[120]
Halk arasında yaygın olan bir kanaat, “dînî-ahlâkî kurallara uymanın zor olduğu”dur. Eserde bu konunun da işlenmesi, söz edilen kanaatin asırlar öncesine dayandığını göstermektedir. Hazret-i Ali’nin tarîkat, ma’rifet ve hakîkat kapılarını anlatmasından sonra, Selmân; “senün bu kelâmlarına bakınca, bizim gezecek hâlimüz yok, yeryüzüne basmak da günâh” sözleriyle bu kanaate dikkat çekmektedir. Hazret-i Ali’nin; yâ Selmân! Doğru basmak günâh değildür, eğri basmak günahdur… Doğru söylemek hatâ değildür, eğri söylemek hatâdur”[121] sözleri ise, konuya açıklık getirmektedir: İstikâmeti bozmadan doğru ve dürüst yaşamak zor değildir.
Eserde doğruluk, dürüstlük, mütevâzîlik gibi ahlâkî ilkelerin değeri, farklı yöntemlere mürâcaat edilerek dile getirilmiştir. Hayatın içinden örnekler seçilerek, soyutlama (süjeleştirme) yapılmıştır. Meselâ; ahşap bir evin tavan yükünü çeken bir direk konuşturularak, bu üç soyut kavram somutlaştırılmıştır: “Cabbâr Kulu eydür: Direğe suâl itdüm: Yâ direk! Yükün, yiğin. Sana yüklenmiş. Sen bu kadar yükü, nice götürürsün, didüm. Direk eydür: Yâ derviş! Bende üç hâssa vardur. Onlarun kuvvetiyle götürürüm. Hâssanun biri oldur ki, tabanım, berk yirdedür.İkinci hâssa oldur ki, özüm sağdur. Üçüncü hâssa oldur ki, doğru dururam, eğrilik itmem. Onun içün götürürem, didi. Cabbâr Kulu eydür: Yine suâl itdüm. Yâ direk! Bunlardan gayrı hâssa var mı sende. Direk eydür: Yâ derviş! İki hâssanun biri oldur ki; cümleden aşağı dururum.”[122]
Bir başka bölümde su konuşturularak, mütevâzî olmayanların menzile varamayacakları haber verilmektedir:[123]
Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye adlı eserinde, birbirine zıt duygu ve davranışları sıralamaktadır. Hünkâr’a göre; büyüklenme alçak gönüllü olmanın; kıskançlık dînin; cimrilik cömertliğin; tama kanaatin; öfkelenmek sabretmenin; ayıplamak şefkat göstermenin; kahkaha ile gülmek ağır başlılığın; şaka yapmak doğruluğun düşmanıdır.[124] Hacı Bektâş Velî’nin yaptığı bu sıralama, kısmen Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda da yer almaktadır. Cabbâr Kulu da şöyle söylemektedir: “Kara tama, çürüklük, ucub, nefis îmânın; dünya gönlün; hırs aklın; noksan akıl rûh-ı cismânînin düşmanıdır.[125] Ona göre kişi Allah’a ulaşsa bile ucubluk ve çürüklük, onu yolundan geri döndürebilmektedir.[126]
Cabbâr Kulu’na göre; ucub sahibi olmak, yalancılık, gammâzlık, bî-namâzlıkve buna benzer ameller, şeytânın ilmidir: “Allâh’ın sevmediğidür. Evliyâullâhın sevmediğidür. Sâlihlerün ve melâikenün sevmediğidür. Bu asıl amelleri, Allâh’a kul olan sevmez. Meğer, münâfıklar seve. Allâh’a şirk idenler, şeytân sever. Allâh Teâlâ, ne şeytânı sever ne şeytânın sevdiğüni, sever. Şeytânın sevdiğüni Allah sevmez. Allâh’ın sevdiğüni şeytân sevmez. İşte, böyle bir acâyib hâldür.”[127]
Hacı Bektâş Velî, tasavvufta “ucub” adı verilen kendini beğenmişlikten kurtulmanın yolunu şöyle tarif etmektedir: Derviş, her durumda kendini Hakk’ın zâhiri, bâtını, mahlûku, rızıklandırdığı, kaderini tayin ettiği emir alanı olarak bilmelidir. Derviş, bu durumda kendini beğenmişlikten kurtulur. Kendini beğenmişlikten kurtulan derviş, Allah’ın sevdiği bir insan haline gelir.[128]
Cabbâr Kulu da, ucubdan kurtulmak için benzer bir yol tavsiye etmektedir:
Hakk’ı istersen hâzır bil, her Âdem’i Hızır bil,
Durma kıl feryâd, kendini say ki özür bil.
Bişiri söyle sözünü, Hakk’a bağla özünü,
Günâhına tövbe eyle, toprağa düşür yüzünü.[129]
Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nun bazı bâblarında nesneler mahkeme edilmekte, haklı ile haksız araştırılarak bulunmaktadır. Hem suçlayan, hem de suçlanana söz hakkı verilerek, en doğru bulunmaya çalışılmaktadır. Burada bir hukuk eğitiminden söz edilebilir. Olayların işlenme tarzı, sadece bir tarafı dinleyerek karar verilmemesi gerektiği mesajını içermektedir.[130]
Eserde, bir kişinin güç ile rızkını almak, bir buğday başını ovalayarak, ağzına atmak harâm sayılmıştır. Eseri okuyacak olan tâlibler, hayvanlara zulüm etmekten de sakındırılmıştır. Hayvana zulüm etme konusuna açıklık getirilerek, bunun hayvanı aç bırakmakla, ağır yük yüklemekle, hızlı sürmekle veya başına vurmakla gerçekleşeceği belirtilmiştir.[131]
Abdest almak için bir kişiye su getirtmek, namaz kılmak için seccâde getirtmek, oruç tutmak için başkasından yiyecek istemek gibi davranışlar eleştirilmektedir. Bu tür hizmetleri yapanların, mahşer yerinde hizmet yaptıkları kişiden alacaklı olacakları haber verilmektedir. Herkesin kendi işini kendisinin görmesi tavsiye edilmektedir. Kimse kimseye yük olmamalı, kimseyi incitmemelidir. Bir insandan diğer insanlar hoşnut olurlarsa, Allah da ondan hoşnut olacaktır.[132]
Kişi, hiç kimseye iyi veya kötü, saîd veya şakî, velî veya delî dememelidir. Şayet denirse, bilmeyen bir konu hakkında hüküm verilmiş olur. Cabbâr Kulu böylesi kişilerin îmânının gideceğini ve kâfir olacaklarını belirtmektedir. Bu tür davranışlardan dolayı tövbe istiğfâr etmek gerekmektedir.[133]
Dervişler, çok yemek, çok uyumak, çok konuşmak ve dünyâya meyl etmekten sakındırılmıştır.[134]
Sonuç
Genel olarak değerlendirildiğinde Kitâb-ı Cabbâr Kulu, bir Erkannâme görünümündedir. Bektâşî dervişlerini dînî, ahlâkî ve tasavvufî konularda eğitmek amacıyla yazıldığı anlaşılmaktadır. Yeri geldiğinde açıklayıcı ve bilgilendirici, yeri geldiğinde heyecanlandırıcı, inandırıcı ve sevdirici bir üslûp kullanılarak, İslâm Dîni’nin inanç, ibâdet ve ahlâk alanlarında dervişlerin ihtiyacı olan bilgiler verilmeye çalışılmıştır. Uzlaştırıcı, kaynaştırıcı bir yaklaşım sergilenerek, çeşitli konulardaki yanlış anlamaların, önyargıların önüne geçilmeye gayret edilmiştir. Mümkün olduğunca hayatın içinden ve yakın çevreden örneklere yer verilmiş, benzetmeler yoluyla zor gibi görünen konular basitleştirilerek açıklanmıştır. Âhiret inancı, insanların bu dünyadaki îmân ve amel durumlarını etkileyebilecek bir anlayışla işlenmiştir. Güzel ahlâkın işlendiği bölümlerde imrendirici, olumlu davranışların benimsenmesini ve karakterize edilmesini kolaylaştırıcı bir yönteme müracaat edilmiştir. Bazen soru-cevap yöntemi, bazen nasîhat etme yöntemi kullanılarak, İslâm ahlâkı idealize edilmiştir. Karakter eğitiminin bir gereği olarak, rol modeli durumundaki tarihî şahsiyetler örnek gösterilmiştir. Başta Hazret-i Peygamber olmak üzere, Hazret-i Ali, Selmân-ı Fârisî, Veysü’l-Karanî, Bayezid-i Bestâmî ve Hünkâr Hacı Bektâş Veli örnek gösterilen tarihî şahsiyetler arasındadır.
BİBLİYOGRAFYA
EĞRİ, Osman, Yaygın Din Eğitimi Açısından Bektâşîlik, İstanbul, 2003, Horasan Y.
Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye çev: Davut Duman, GÜHAM Y.
…………, Makâlât, haz: Hüseyin Özbay, Ankara, 1996, Kültür Bakanlığı Y.
Kitâb-ı Cabbâr Kulu (Yazma Eser), Eyüp Öztürk Dede Özel Kütüphanesi.
TURHAN, Mümtaz, Kültür Değişmeleri, İstanbul, 1987, Marmara Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Y.
TÜRKDOĞAN, Orhan, Değişme-Kültür ve Sosyal Çözülme, İstanbul, 1988, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Y.
[1] Bu konuda bkz. Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul, 1987, Marmara Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Y., s. 215-222; Orhan Türkdoğan, Değişme-Kültür ve Sosyal Çözülme, İstanbul, 1988, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Y., s. 61-64.
* Gazi Ü. Çorum İlahiyat Fakültesi Öğr. Üyesi, Gazi Ü. Türk Kültürü ve Hacı Bektâş Velî Arş. Mrk. Çorum Şb. Sorumlusu.
[2] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 44b-45a.
[3] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 78b-79a.
[4] Bkz. Osman Eğri, Yaygın Din Eğitimi Açısından Bektâşîlik, İstanbul, 2003, Horasan Y., s. 291-297.
[5] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 124a-124b.
[6] Bkz. Eğri, a.g.e., s. 226.
[7] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 1a.
[8] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 78a-78b.
[9] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, M Nüshası, vr. 2a.
[10] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 131a.
[11] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 15b.
[12] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 16a.
[13] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 86a, 86b,
[14] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 129b.
[15] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 127a.
[16] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, G Nüshası, vr. 114b-115a.
[17] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, G Nüshası, vr. 115b; Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, M Nüshası, vr. 131a.
[18] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 69b.
[19] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 18b.
[20] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 69b-70a.
[21] Burada İhlâs Sûresi’ne telmihte bulunulmaktadır: “De ki: O Allah birdir. Allah Samed’dir. Kendisi doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’nun dengi olmamıştır.” İhlâs Sûresi, 112/1-4.
[22] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 69b.
[23] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 95b.
[24] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 109a-109b.
[25] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 49a-49b.
[26] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 106b.
[27] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 119b.
[28] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 18b-19a.
[29] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 74a-74b.
[30] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 75a.
[31] Hacı Bektâş Velî de, Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda işlenen bu muhtevaya benzer bir şekilde, sürekli hastalık ve sürekli hüzün halini mü’minin alametleri arasında saymıştır. Bkz. Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 16.
[32] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 110b.
[33] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 29-30.
[34] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 22.
[35] Bkz. Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 17.
[36] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 129a.
[37] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 27-28.
[38] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 6a-6b.
[39] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 85a.
[40] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 122b.
[41] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. G Nüshası, 114b.
[42] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 32b-35a.
[43] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 45-46.
[44] Hacı Bektâş Velî, Makâlât adlı eserinde gönlü şehire, teni hisara, göğüs içini kalabalık bir pazara, yürek, bağır, ciğer ve dalağı dükkânlara benzetmiştir. Bkz. Hacı Bektâş Velî, Makâlât, s. 39.
[45] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 117a-117b.
[46] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 51a-52a.
[47] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 10b.
[48] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 13b-14a.
[49] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 11a.
[50] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 13a.
[51] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 8b-9a.
[52] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 57a.
[53] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 113a.
[54] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 74b.
[55] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 110b.
[56] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 111a.
[57] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 111b.
[58] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 23a-23b.
[59] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 23a-24b.
[60] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 24b.
[61] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 83b.
[62] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 90b.
[63] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 20a-20b.
[64] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 29a.
[65] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 29b.
[66] Burada, Kur’ân-ı Kerîm’deki bir âyete atıf yapılmaktadır. Âyetin anlamı şöyledir: “Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar insanlardan (bir şey) ölçüp aldıkları zaman, tam ölçerler. Fakat, kendileri onlara bir şey ölçüp, yahut tartıp verdikleri zaman eksik ölçüp tartarlar.” Mutaffifîn, 83/1-3.
[67] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 84a.
[68] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 58b.
[69] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye adlı eserinde meşâyıha bağlılık konusunda şunları söylemektedir: “Şeyhi inkâr eden, aslında onu inkâr etmiş olmaz. Şeyh onu inkâr eder. Şeyhin yanına gelmeyen, şeyhin reddettiği kimsedir.” Bkz. a.g.e., s. 56. Hacı Bektâş Velî, şeyhlere, velîlere Hakk’ı ve hakîkatı öğreten öğretmen olmaları nedeniyle önem vermektedir. Bkz. a.g.e., s. 57. Ona göre, Allah’ı bulmak ve tanımak, Allah’ın velîlerini tanımak ve bulmaktan daha kolaydır. Çünkü Allah’ın varlığı ve birliği, güneşten daha açık bir hakîkattır. Bkz. a.g.e., s. 53.
[70] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 21a-21b.
[71] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 29b-30a.
[72] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 114a.
[73] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 85b.
[74] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 124b.
[75] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 129a-129b.
[76] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 114a-114b.
[77] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 114b.
[78] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 37a.
[79] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 37b.
[80] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 38a.
[81] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 26a.
[82] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 26b.
[83] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 27a.
[84] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 48, 49.
[85] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 42a.
[86] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 94b-95a.
[87] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 125a.
[88] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 60b.
[89] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 60b.
[90] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 61a-61b.
[91] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 126b.
[92] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 46b.
[93] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 126a.
[94] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 42b.
[95] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 47a-47b.
[96] Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 2.
[97] Hacı Bektâş Velî, a.g.e., s. 42.
[98] Hacı Bektâş Velî, a.g.e., s. 41.
[99] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 23a.
[100] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 70b.
[101] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 38b.
[102] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 68a.
[103] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 68b.
[104] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 94b.
[105] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 103b-104a.
[106] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 14b-15a.
[107] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 37b-38a.
[108] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 52b-53a.
[109] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 107b-108a.
[110] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 38a-38b.
[111] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 40a.
[112] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 38a-39b.
[113] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 84a.
[114] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 84b.
[115] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 38a-39b.
[116] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 40b.
[117] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 53b.
[118] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 68b.
[119] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 42a.
[120] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 42a.
[121] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 66a.
[122] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 17b-18a.
[123] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 19a-19b.
[124] Bkz. Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 43-44.
[125] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 35b.
[126] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 36a.
[127] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 37a-37b.
[128] Bkz. Hacı Bektâş Velî, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, s. 25.
[129] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 121a.
[130] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 32a, 32b.
[131] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 72b.
[132] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 128a-128b.
[133] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 12a.
[134] Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, vr. 72b.
İlgili