ÇORUM BÖLGESİNDEKİ ALEVÎ-BEKTÂŞÎ EL YAZMALARI ve MUHTEVÂLARI ÜZERİNE

ÇORUM BÖLGESİNDEKİ ALEVÎ-BEKTÂŞÎ EL YAZMALARI ve MUHTEVÂLARI ÜZERİNE

Prof. Dr. Osman Eğri

İç Anadolu ve Orta Karadeniz bölgesinin kesiştiği bir bölgede yer alan Çorum ve bir Karadeniz ili olan Amasya’da tarihten bugüne önemli sayıda Alevî-Bektâşî nüfusu yaşamaktadır. Çok sayıda ocak ve bu ocaklara bağlı tâlibler, süreği bu bölgede devam ettirmektedirler. Çeşitli ocaklara mensup dedeler, uyguladıkları tarîkat âdâbı ve erkânıyla, Alevî-Bektâşî geleneğinin devamını sağlamakla birlikte, ellerindeki el yazması eserlerle de geleneğin yazılı kaynaklarını muhâfaza etmektedirler. Yaptığımız görüşmeler sırasında üzüntüyle bu kaynakların önemli bir kısmının kaybolduğunu öğrenmiş olmakla birlikte, çok sayıdaki el yazması esere de ulaşmanın sevincini yaşadık.

Bu eserler geçmiş yüzyıllar içerisinde bu bölgede yaşayan Alevî-Bektâşîlerin inanç, ibâdet ve ahlâk eğitimleri için kaynak olmuşlardır. Her köyde bir veya birkaç tane bulunan Alevî-Bektâşî kaynağı niteliğindeki yazma eser, yazmaların yıpranmışlığından da anlaşılabileceği gibi yüzlerce kez okunmuştur. Kaynak kişilerin verdikleri bilgiler de bu görüşümüzü doğrulamaktadır. Az sayıdaki müstensih tarafından çoğaltılabilen az sayıdaki eser, defalarca okunmuş, hatta ezberlenmiş ve çok sayıdaki insan tarafından birinci derecede kaynak olarak kabul edilmişlerdir. Çorum ve Amasya bölgesindeki farklı köylerde bulunmuş olan ve bu nedenle de bölgesel temsil yeteneği olan bu eserler, tarihteki dinî/tasavvufî yapıya ışık tutmakla kalmayıp, bu yapının günümüzdeki dinî/tasavvufî anlayışla olan bağlantısını da gözler önüne sermektedirler. Bu eserler arasında tespit edilebilecek muhtevâ benzerliği ile birlikte fikir ve görüş paralelliği, bölgedeki tarihsel inanç yapısına dair güvenilir bilgiler verecektir. Bu tebliğde öncelikle bölgede bulunan el yazmalarının bir listesi, geldikleri yerlerle birlikte verilmiş, daha sonra da muhtevâları inanç, ibâdet ve ahlâk eğitimi ile ilgili bilgiler, âdâb, erkân ve tasavvufla ilgili bilgiler, duâlar, düvâz[deh] imâm ve nefesler açısından analiz edilmiştir. Şu ana kadar bölgede bulunan eserlerin üçü üzerinde edisyon kritik çalışması yapılmış ve yayımlanmıştır. İki eser de yayıma hazırlanmıştır.[1] Bazı eserler üzerinde ise çalışmalar devam etmektedir.[2] Birden fazla nüshaları bulunan diğer eserler de araştırmacıların üzerlerinde edisyon kritik çalışması yapmasını beklemektedirler. 2003 yılında İlahiyat Fakültesi bünyesinde açılan Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Merkezi Çorum Şubesi aracılığıyla çok sayıda Alevîlik-Bektâşîlikle ilgili el yazması eser dijital ortama aktarılmıştır. Yeni kurulan Hitit Üniversitesi Hacı Bektâş Velî Araştırma ve Uygulama Merkezi vasıtasıyla bir taraftan yeni yazmalara ulaşılırken, diğer taraftan da dijital ortama aktarılan yazmalar, günümüz Türkçesi’ne çevrilmeye devam edilecektir.

1. İnanç, İbâdet ve Ahlâk Eğitimi İle İlgili Bilgiler

İslâm’ın tasavvufî yorumlarından birisi olan Alevî-Bektâşî geleneği, söze dayalı aktarımın yanı sıra yazılı kaynaklar vasıtasıyla tâlib ve dervişlerin bilgi ihtiyacını karşılamış, yolun devamını sağlayan eğitim-öğretim faaliyetleri daha çok yazılı kültür vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Ehl-i Beyt nesli olan pîr ve mürşidler, ellerinde bulundurdukları eserlerden hareketle yolun prensiplerini, kaynağı Kur’an ve Ehl-i Beyt olan inanç, ibâdet ve ahlâk esaslarını okumuşlar, anlatmışlardır. “Kırk sekiz Cuma” olarak isimlendirilen ve Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan akşamları gerçekleştirilen cemlerde bu kitaplar okunmuştur. Kitapların hemen ilk sayfalarında yer verilen konular, daha çok İslâm inancı ile ilgilidir. Bütün meşreb ve mezhepleri birleştiren İslâm’ın temel inanç esasları, Alevî-Bektâşî el yazmalarının da hemen baş taraflarında yer almıştır. Meselâ; bir Erkânnâme şu ifadelerle başlar: “Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm. el-Hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.[1] Emmâ ba’d: Bilgil ki her âkil ve bâliğ olana lâzımdır ki bu cihâna geldim, benî-Âdem sulbünden insân oldum, el-Hamdü lillâh diyüp îmân ve İslâm’ı öğrenip, Allâhu zü’l-Celâl Hazretinin birliğine ve Rasûl aleyhi’s-selâmın hak olduğuna inanmak farz-ı ayındır. Ammâ ki bir Âdem âkil ve kâmil olıncak fikir itmeli ki Hak Teâlâ her bir mahlûka bir Peygamber göndermiş, işte ben de Muhammed ümmetiyim diyüp Cibrîl-i Emîn, Nâmûs-ı Ekber Hazretleri, Hazret-i Mevlâ’nın katından her ne getirip haber virdiyse öğrenmeye cehd eyleye. Eğer okumak nasip olmayıp ümmî kalırsa, okuyup, yazan bir mürşid-i kâmilin meclisine varıp, ilm-i hâlin öğrenip, şerîatın, tarîkatın, hakîkatın, ma’rifetin, dört kapı kırk makâmın men aref sırrına irüp Hakk’a vâsıl ola.”[2] İslâm’ın olmazsa olmaz inanç esaslarının sıralandığı Erkânnâme’detâlib-i Hak olan cânlardan îmân ve İslâm’ı okuyarak veya dinleyerek öğrenmeleri istenmektedir. Çorum ve Amasya’nın daha çok kırsal bölgesinde yaşayan Ehl-i Beyt muhibleri yol ve erkânı mürşidlerin sohbetini dinleyerek öğrenmeyi tercih etmişlerdir. Mürşidler de hakîkat kapısının bir gereği olarak sohbette hakîkat sırlarını söylemekten geri durmamışlardır.[3]

Mürşidler ellerinde bulunan yazma eserlerdeki bilgileri sıkça okudukları için zamanla ezberlemişler, eserlerin dil ve üslup özellikleri de ezberleme işini kolaylaştırmıştır. Aynı Erkânnâme’nin ileriki sayfalarında îmânın daha ayrıntılı bir tanımı yapılmaktadır: “Her erin ve avratın üzerine bilmek farz-ı ayındır; hangi dinde ve hangi millette ve hangi zürriyette ve hangi mezhepte ve hangi Peygamber’e ümmet olduğunu bilip, din neye dirler, îmân neye dirler bilmek farz-ı ayındır. Îmân şu ki Cibrîl-i Emîn Nâmûs-ı Ekber vâsıtasıyla Hak celle ve alâ Hazretlerinin indinden Sultân-ı Enbiyâ Efendimiz’e getirdiği Hazret-i Kur’an içinde her ne emir olunduysa ona îmân etmek, işte îmân budur.[4] Asıl îmân âyete, hadîse inanmaktır.”[5]

Eserlerde tâliblere tasavvuf düşüncesinin ana konusu olan Allah sevgisini hissettirecek anlatımlar bulunmaktadır. Allâh’ın şefkat ve merhameti gibi, O’nun lütuf ve inâyetini dile getiren örneklendirmeler yapılmaktadır. Meselâ; Mağribî’nin[6] derin tasavvufî konuları işlediği Tuhfetü’l-Uşşâk adlı eserinde Hz. Peygamber’in Mi’râç mucizesi böylesi bir Rahmet-i İlâhî’nin keşif gezintisine dönüştürülmüştür: “[Hz. Peygamber] fenâ buldu; Hakk’la hak oldu. Ol vakit bir kubbe gördü. Ol kubbe içinde bir deryâ gördü. Ol deryâda bir ağaç gördü. Ol ağaç üstünde bir kuş, ol kuşun münkâdında (boynunda) bir zerre gördü. Bu nedir diyü sordu. Nidâ geldi ki; yâ Muhammed! Benim sıfâtımdır. Zira rûh-ı Hak oldur ki zâttır ve bâtındır ve cism-i sıfât-ı Hak oldur ki zâhirdir. Bunu böyle görenler görür. Haktır. Ol deryâ benim rahmetim deryâsıdır ve ol ağaç dünyâdır ve ol kuş ki devr-i ümmetin misâlidir. Benim katımda ol zerre dükeli (bütün) ümmetlerin günâhıdır. İmdi bir katre ol zerreye pesdir. Ol bahr-i rahmetten kim recâ olur, bir katresi bin cihân değer.”[7]

Eserlerde bir taraftan inanç konuları işlenirken, diğer taraftan da inanç ve ahlâk arasındaki ilişki gözler önüne serilmekte, tâliblere nasîhat edilmektedir: “Ey Âdemoğlu! Miskîn-i bi-çâre! Îmân Tanrı’ya ve Rasûlü’ne ve kitaplarına, feriştehlere, âhirete, sırât, mîzân, Cennet’e ve Cehennem’e inanmaktır ve her kişiye üç yüz altmış ferişteh müvekkeldir. Pes bu nice feriştehler arasında edebsizlik idersin ve bir kişi katında edebsizlik etmezsin. Öyle olunca feriştehlere inanmış olmadın. Allah’tan havf (korku) itmedin. Emrini tutmayıp ve Rasûlü’nün sünnetini tutmadın.[8] Bu bilgi isim ve kaynak verilmeden Hacı Bektâş Velî’nin Makâlât adlı eserinden alınmıştır.[9] “El ele el Hakk’a” anlayışıyla Hacıbektâş Dergâhı’na bağlı olan mürşidler, Hünkâr’ın eserini de temel referans olarak kabul etmişler, ondan büyük ölçüde yararlanmışlardır.[10] İnsanların bulunduğu ortamlarda (celvette) günâh işlemeyip de, yalnız başına kalındığında (halvette) günâh işlemeye eğilimli olmak, diğer yazmalarda da tenkit edilmiştir. Münâcât-ı Mûsâ Aleyhi’s-Selâm adlı eserde Hz. Mûsâ ile Allah arasında geçen konuşmalar nakledilirken bu konuya değinilmiştir. Allâhu Teâlâ Hz. Mûsâ’ya îmânın gücü ve derecesiyle ilgili şu açıklamaları yapmaktadır: “Yâ Mûsâ! Hangi kulum beni sevse, bana âsî olmaz ve dahi hangi[si] benden utansa, Âdem yanında işlemediği işi halvette işlemez. Zira beni hâzır görür, utanur. Yâ Mûsâ! Halkın yiğreği (iyisi) oldur ki beni unutmaya ve günâhına tövbe kıla ve halkın düşmân-ı râğı oldur ki halk yanında tâat kıla, halvette ma’siyet kıla.”[11]

Mağribî, kulların işlediği hayır ve şer, itâat ve ma’siyet konularına farklı bir bakış açısı getirmektedir. Hz. Peygamber’in “Âdemoğlunun gövdesinde bir et pâresi gibi bir şey vardır. Kaçan ol sâlih olsa cemî’ a’zâ sâlih olur. Kaçan ol fâsid olsa cemî’ a’zâ fâsid olur. Ol et pâresi kalbdir.”[12] hadîsini yorumlayan Mağribî’ye göre; bu et parçası cesette sultân olan gönüldür. Gönül sultânını kimin yönlendirdiğini de yine bir hadîsle açıklar. “Mü’minin kalbi Allâh’ın iki parmağı ortasındadır. Nice dilerse, öyle döndürür.”[13] Kahır ve lütuf, küfür ve îmân ne ise Hak tarafından emir olunup, gönle bırakılır. Mağribî’ye göre; iki parmak Celâl ve Cemâl’dir.[14] Bu anlayışa göre Allâh’ın Celâl’inden Cemâl’ine, kahrından lütfuna sığınmak gerekmektedir. Allâhu Teâlâ; “Nahnü ekrabü ileyhi min habli’l-verîd[15] yani Ben Âdem’e [şah] damarından yakınım der. Pes şeytânda damar olmadığı malumdur ki ona da bu yakınlık ola. İşte Âdem emânet ve gönül sahibi oldu ve hazîne-i ve bârgâh-ı Hüdâ oldu ve şeytân ol bârgâhın perdedârı oldu.”[16] “Cüneyd-i Bağdâdî buyurur: Hakk’a varmağa yol iki adımdır. Bâyezîd-i Bestâmî’ye böyle haber derdiler. Ol dahi itti: Eyvâh! Cüneyd yolu uzatmış, Hakk’a varmağa yol bir adımdır.”[17]

Virânî Baba’nın aşağıdaki beyitleri, bir Hak âşığının Allâh’a ve O’nun Esmâü’l-Hüsnâ’sının eşya üzerindeki tecellîlerine ne kadar yakınlaşabileceğini, kenz-i mahfîyi (gizli hazîneyi) ve varlıktaki sırları ne kadar keşfedebileceğini gözler önüne sermektedir:

Nazar kıl gel esmâ-i ef’âline,

Ki tâ vâkıf olasın esrârına,

Mücîb ve Mukîm oldu Hayy ve Hakîm,

Latîf ve Vekîl ve Hafîz ve Mukîm,

Dahi mebde-i Hâdî ve hem Raşîd,

Dahi Âlim ve Hâlik ve hem Mu’îd.[18]

Bölgede çok sayıda nüshası bulunan Kitâb-ı Cabbâr Kulu yol ve erkânın öğretiminde oldukça etkili olmuştur. Bu eserde sürekli Hz. Peygamber ile Hz. Ali arasında geçen konuşmalara şahit olunmaktadır. Alevî-Bektâşî muhayyilesi Anadolu’ya özgü üretkenliği ile çok sevdiği iki ismi konuşturarak, onlar aracılığıyla en önemli bilgileri en kolay metodla öğretmiştir. “Hak-Muhammed-Ali” sevgisini hayat düstûru haline getiren insanların, onların dilinden îmân hakîkatlerini öğrenmeleriheyecan verici olsa gerektir. Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda Hz. Ali, îmânın “âmentü” olarak isimlendirdiğimiz en ayrıntılı tanımını şu şekilde yapar: “Hazret-i Ali eydür: Yâ dervîş! Îmân diyi ana dirler ki: Allâh bir, Rasûl hak, cümle Peygamberler hak, evliyâlar, melâikeler, kitâblar, Cennet, Cehennem, ölüm, ölsek gerek, dirilsek gerek, suâl hak, mîzân, cümle hak bildük. Allâh Teâlâ bir şerîki, nazîri yok, hiç kimseye benzemez, yimez, içmez, uyumaz, elden, gözden, dilden, mekândan münezzehdür. Hayyu’l-Kayyûm, evveli yok, âhiri yok, ne kimseden doğdu, ne kimse andan doğdu. Hayır, şer, sağlık, mevt, Allâh’dan. Tanrı’dan rızâsız, ağaçlar, otcağazlar, asla bir şey yabracığın[ı] oynadamaz. Bitim dise, bitemez. Göğeriyim dise, göğeremez. Allâh Teâlâ’nın rızâsı olmayınca, sâir şeyler de buna göredür. Cümlesi Allâh emriyle işlenür. Cümleye nafaka viren Allâh’dur. Cümlesinün kuvveti, hareketi Allâh’dandur. İşte îmân didiğümüz, bunun cümlesini dil ile ikrâr, kalb ile inanmakdur.”[19]

Alevî-Bektâşî geleneğinde evlâd-ı Rasûl olan On İki İmâm’ı sevmek ve onlara bağlanmak önemlidir. On ikinci İmâm olan Muhammed Mehdî’nin zuhûrunun sebebi bu îmân hakîkatini ilan etmektir. Seyyid Ali Baba Mehdî’nin zuhûrunu imân açısından şöyle yorumlar: “Mehdî’den murâd hidâyettir. Yani Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri bir kuluna inâyet nazarıyla nazar eylese, ol kul Kur’ân’ın ve Muhammed’in ve âlemin ve Âdem’in hakîkatine ve kendinin hakîkatine ve sırrına vâkıf olur ve Mehdî’nin hidâyetine mazhar olur. Ol vakit Mehdî mezhebinden ve milletinden olur ve ızhâr eyleyeceği hakîkat ehlinden olur. Hâdî yol göstericidir ve hidâyet yoldur ve hem Mehdî yoldur ki gelecek (muntazar) dirler. Gelecek dediklerinin remzi dahi budur ki eğer sen dahi ona karşı varırsan, ol dahi sana karşı gelir. Eğer bu yolca giden ârif-i billâha mukârin olup ve bu yolca gitmedinse, hidâyet dahi sana karşı gelmez ve Muhammed Mehdî’ye îmân etmemiş olursun.”[20]

Tasavvufî eserlerin en önemli özelliklerinden birisi, îmân ve ibâdet konularının avâm ve havâs açısından bir derecelendirmeye tabi tutulmasıdır. Diğer tasavvufî ekollerde olduğu gibi Alevî-Bektâşî geleneğinde de îmân, ikrâr, âdâb ve erkândan maksat Allâh’ın Cemâl’ine ve Dîdâr’ına kavuşmaktır. Bu nedenle Allâh’a îmân edilirken ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn derecelerinin bulunduğu sıklıkla vurgulanır. Genel olarak ince tasavvufî konuların işlendiği bir eser olup, bugüne kadar da yayımlanmamış olan Mağribî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk’ında îmân seviyeleri şu şekilde sıralanmaktadır:“Biri îmân-ı avâm, biri îmân-ı havâs, biri îmân-ı hâssü’l-havâstır. Îmân-ı avâm oldur ki ameliyle Tanrı’yı bir ve Peygamber’i hak bile. Kur’an, Cennet ve Cehennem haşr ü neşr, sırât ve mîzân haktır diye. Nehy-i [ani’l]-münker ide, namâzı, niyâzı ide, gözü görmeden îmân getüre. Ammâ istidlâl-i akliyyeye (aklî delillendirme yöntemiyle Allâh’ı bulmaya) kâdir olmaya. Kim ki bu vecihle [îmân] ide; avâmdır. Îmân-ı hâs oldur ki ayne’l-yakîn hâsıl idüp, gözüyle Tanrı’nın zâtın ve sıfâtın[ı] müşâhede eyleye. Lâkin rûh ile nefsin[i] bir görmeye. Kahır ile lütfun aslı[nın] bir idüğün[ü] idrâk itmeye. Şerîattan havf eyleye. Nitekim denilmiştir ki beyt: Kahr u lütfun illeti ma’nâda vâhiddir velî. Bilmedi şeytan bu tevhîd-i ehadden düştü dûr. Ve îmân hâssü’l-havâs oldur ki cemî’ eşyâ sıfât-ı Bârî’ye mazhar düşüp, zâkiri ayn-ı mezkûr göre. Cemî’ âlemde ve kendinde görünenleri Hak’tan gayri görmeye. Yani fenâ fi’llâh olup, bekâ bi’llâh bula. Buna hakka’l-yakîn ve makâm-ı kutbü’l-aktâb ve fenâ-yı sarf ve tecellî-i Zât ve cem’ul-cem’ ve Hazret-i Ehadiyyet ve Hakîkat-ı Muhammediyye dirler.”[21]

Tasavvuf yolunun amacı tâlib-i Hak olanları “ölmeden önce ölme” sırrına erdirerek, Allâh’a kavuşturmaktır. Allâh’ı ananla (zâkirle), anılan Allâh’ı (mezkûru) cem’ul-cem makâmında buluşturmaktır. Mağribî gibi Seyyid Ali Baba’da Risâle-i Girîdî adlı eserinde insanla Allah arasındaki bu yakîn îmândan kaynaklanan münasebeti açıklamaya çalışır. “Vech-i Âdem sıfat-ı Rahmân’dır ve âyine-i Hak’dır” diyen Baba, küntü kenzen mahfiyyen fe ahbebtü en u’rafe fehalaktü’l-halka[22] hadîsini bu görüşüne kaynak göstermektedir. Kendini görmeyi, bilmeyi dileyen Allah “kün” (ol) emriyle bu âlemi yarattı. Daha sonra Âdem’i bu âlemden yaratıp, sıfât-ı ahsen-i takvîmle (en güzel şekilde) mükerrem eyledi. El-mü’minü mir’âtü’l-mü’mini[23] hadîsi mucibince kendisine âyine eyledi.[24] “Âdem olmasa Hakk’ı kim bilüp ve kim zâkir olaydı? Hak olmasa Âdem’i zuhûr ve kudret eliyle kim yoğururdu?”[25]

Yazmalarda tevhîd inancı ile birlikte nübüvvet inancı da güçlü bir şekilde vurgulanmaktadır. Kur’an’da ismi geçen Peygamberlerin kıssalarından, menkîbelerinden çok sayıda alıntı yapıldığı görülmektedir. Hangi Peygamber’e suhuf, hangisine kitap geldiği çeşitli eserlerde tek tek sayılmaktadır: “Allâhu Teâlâ’nun yüz dört kitâbı vardur. İncîl, Tevrât, Zebûr, Furkân, bu dörtten mâ-adâsı suhuftur. Evvel on suhuf Hazret-i Âdem’e geldi. Elli suhuf Şît’e geldi. Otuz suhuf İdrîs’e geldi. On suhuf İbrâhîm’e geldi. İncîl Îsâ’ya, Tevrât Mûsâ’ya, Zebûr Dâvud’a, Kur’ân-ı Mecîd Muhammed aleyhi’s-selâma nâzil olmuştur.”[26] Bazen de Peygamberlere vahyedilen kitapların yüzü suyu hürmetine Allah’tan af ve mağfiret dilenmektedir. Meselâ Kitâb-ı Dâr’da böyle bir bölüm bulunmaktadır: “Dâvûd’a nâzil olan Zebûr’un, Mûsâ’ya nâzil olan Tevrât’ın ve Îsâ’ya nâzil olan İncîl-i Şerîf’in ve iki cihânın Serveri Muhammed Mustafâ’ya nâzil olan Kur’ân-ı Kerîm’in ve bu zikir olunan dört kitâbın ve altı bin altı yüz altmış altı âyetin, yüz on dört sûre-i kelâmın, otuz iki sipârenin, yirmi dokuz hurûf-ı hecânın hürmeti hakkı içün Hak Teâlâ Hazretleri ol geçen merhûmun kabrini Cennetü’l-Me’vâ, suâlini âsân eyleye…”[27]

Eserlerde Peygamberler bilinen özellikleriyle de anılmaktadır. Yine Kitâb-ı Dâr’daki şu ifadeler, hem onları anmak, hem de onların eğitici değeri olan kıssalarını hatırlamak için iyi birer fırsat oluşturmaktadır: “İbrâhîm Halîlu’llâh Peygamber’e, Hak Teâlâ Hazretleri, âteşi gülzâr itdi ve Dâvûd Peygamber’in elinde, demûr odsuz eriyüp, mum itdi. Süleymân Peygamber’in parmağında olan hâtemin inse ve cinne, dîve ve periye ve suya, huşûr ve tuyûra, hükmü yürüttüğünün hürmeti hakkı içün… Eyyûb Peygamber’in tenine kurtlar düşüp, yine sıhhat bulduğunun ve Ya’kûb Peygamber, oğlu Yûsuf’dan ayrılup, ağlayı ağlayı, bağrı büryân ve ciğeri giryân, iki gözleri a’mâ olup, Yûsuf dahi Mısır’a Sultân olup, bir nice zamandan sonra, iki hasretler birbirlerine kavuşup, Ya’kûb Peygamber’in dahi gözleri açılup, şâd-u hürrem olduğunun hürmeti hakkı içün…”[28]

Eserlerde Hz. Muhammed’in çok ayrı ve özel bir yeri bulunmaktadır. İslâm Peygamber’ine diğer Peygamberler arasında farklı ve üstün bir konum verilmiştir. Münâcât-ı Mûsâ Aleyhi’s-Selâm’da çok orijinal bir yaklaşım sergilenmektedir. Eserde İsrâîloğullarına bizzat Allâh’ın dilinden ve Hz. Mûsâ’ya hitâben şöyle mesaj verilmektedir: “Yâ Mûsâ! Her ki[m] Muhammed’e gelen kitâbın bir kelimesine inanmasa, onu oda (ateşe) yakarım. Yâ Mûsâ! Benî İsrâîl’e itgil her kim bana inansa ve Muhammed’i hak bilse, hayır ve şerri benim kudretim elinde bilse, ol kişiye berat virem, tamûdan (Cehennem’den) âzât ola. Yâ Mûsâ! Her kim Muhammed’in şerîatına inansa ve sünnetin tutsa, ol kişiye ölüm katılığın virmeyem. Münker ve Nekir suâli olmaya. Ol kişiye uçmak (Cennet) bahçelerinden bir bahçe virem.”[29]

Hz. Muhammed’i bu kadar özel kılan, bizzat Allah tarafından verilmiş olan unvânıdır. Âlemler O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Peygamber sevgisiyle kaleme alınan bütün eserlerde olduğu gibi, Alevî-Bektâşî yazmalarında sıkça rivâyet edilen hadîs-i kudsî; Lev lâke lemâ halaktü’l-eflâk[30]tır. Kendisi de Peygamber evlâdı olan Seyyid Ali Sultan henüz yayımlanmamış olan Hidâyetü’l-Uyûn adlı eserinde, şânı yüce Peygamber’imiz hakkında Allâh’ın dilinden şunları söylemektedir: “Yani yâ Muhammed sen olmasaydın, yeri, göğü yaratmazdım, muhabbetine yarattım dimektir. Zira Muhammed âleme gelmeyecek olsaydı, âlemi ve Âdem’i yaratmazdım. O’nun aşkına yarattım. Zira Mahbûb-ı Hüdâ’dır. O’na gelinceye kadar Âdem ve âlem hakîkati bilinmedi idi. Zira tâ ki ol Hazret’e Kur’ân-ı Kerîm geldi ve Âdem’in ve âlemin hakîkati ve zâhiri ve bâtını beyân oldu.”[31] Alevî-Bektâşî tasavvurunda dört kapı, zâhir ve bâtın kavramlarını bütünüyle kuşatmaktadır. Virânî Baba’ya ait H. 1004 tarihli bir yazmadaki Lev lâke lemâ halaktü’l-eflâk redifli bir nefeste Hz. Muhammed şerîat, tarîkat, ma’rifet ve hakîkatın şâhı olarak nitelendirilmiştir:

Kim didi Senin hakkında ol pâk,

Lev lâke lemâ halaktü’l-eflâk,

Ey Şâh-ı şerîat ve tarîkat,

Di server-i âlem-i hakîkat.[32]

Seyyid Nizâmeddîn’e göre; dört kapıdan birine karşılık gelen her bir büyük Peygamberde dört unsurdan özellikler bulunmaktadır. Bununla birlikte Peygamberlerin kiminde toprak, kiminde su, kiminde ateş ve kiminde de hava galip gelmiştir. Meselâ; Âdem’de toprak, Nûh’ta su, Mûsâ’da ateş ve Îsâ’da hava galiptir. Bu nedenle Hz. Âdem toprak ile meşgul olmuş, Hz. Nûh’un bir duâsı ile tûfân olmuş, Hz. Mûsâ’nın Allâh’ı görmek istemesi üzerine Hak tecellî edince dağ yanmış, Hz. Îsâ’da havaya urûç ettiği (yükseldiği) için ona Rûhullâh adı verilmiştir. Onların tabîatlarındaki bir unsur diğer üçüne galip durumdadır. Hâtemü’l-Enbiyâ Muhammed Mustafâ ise dört unsura da galiptir.[33] Bu nedenle de O’nun makâmı diğerlerinden daha yüksek ve yücedir.

Hazret-i Peygamber’in mi’râç mu’cizesi anlatılırken, Allah’ın ilim deryasında dört bin kitap bulunduğundan, bunlardan dördünün dünyaya gönderildiğinden bahsedilmektedir. Bu dört kitap da, Zebûr, Tevrât, İncîl ve Furkân (Kur’ân-ı Kerîm)dir.[34] Eserlerde çok sayıda Kur’an âyetine yer verilirken, Kur’ân-ı Kerîm’in inzâl süreci hakkında da bilgilendirme yapılmaktadır: “Hazret-i Kur’an az az yirmi üç yılda tamâm itti. Altı bin altı yüz altmış altı âyet, yüz on dört sûredir. Sultân-ı Enbiyâ Efendimiz’e Hazret-i Cebrâîl yirmi dört bin kerre gelmiş, gitmiştir. Cihânın evveli ve âhirini, gelmişleri ve gelecekleri ve hâlini, Cennet’i ve Cehennem’i, Sırât ve Mîzân’ı ve cemî’ini bildürdi. Şimdi gerektir ki onlar haktur diyüp, emr-i [bi’l] ma’rûf nehy-i ani’l-münker tutmaya (iyilikleri emredip, kötülüklerden sakındırmaya) sa’y ide, Muhammed’e ümmet ola.”[35]

Seyyid Ali Baba’ya göre; insanla Kur’an ana karnından ikiz olarak doğan insanlar gibidirler. İnsan ile Kur’ân’ın ikisi birdir. Birbirini beyân ederler. Rahmân Sûresi’ndeki er-Rahmân alleme’l-Kur’ân halaka’l-insân allemehü’l-beyân[36] âyetini bu görüşüne delil olarak göstermektedir.[37] Baba’ya göre bu âyetin nüzûl sebebi, kâfirlerin Hz. Peygamber’e “bu Kur’ân’ı sana kim indiriyor?” diye sormalarıdır. Allah onlara bu âyeti inzâl ederek cevap vermiştir. “Âlem Âdem’siz ve Âdem âlemsiz, Kur’an Âdem’siz ve Âdem Kur’an’sız, Hak Âdem’siz ve Âdem Hak’sız olmaz.”[38] Allah olmasa, Muhammed’e Kur’ân’ı kim göndereydi ve Muhammed olmasa, Kur’ân’ı kim cem’ idüp beyân ideydi?[39]

Hz. Muhammed’e ümmet olanlara onun tebliğ ettiği din olan İslâm, bazen genel hatlarıyla, çoğu zaman da ayrıntılı bir şekilde tanıtılmıştır. Meselâ; Kitâb-ı Cabbâr Kulu’nda Hz. Peygamber’in evrensel mesajı, îmân ve küfür, hak ve bâtıl kavramları açısından değerlendirilir:“Hakk’un emriyle Muhammed dünyâya geldi. Şevk virdi, güneş gibi, cihân nûr ile doldu. Cebrâîl âyet indirdi. Farz, sünnet bildirdi. Taklîdler, tahkîk [oldu]. Küfrü aradan kaldırdı. Muhammed mirâca vardı. Acâyib hikmetler gördü. Hak Teâlâbeş vakit namâzı, ümmetine armağan virdi. Allah emir itdi, buyurdu. Hakkı, bâtılı ayırdı. Emir olanı Muhammed ümmetine duyurdu. Hak, bâtıl seçildi. Âleme nurlar saçıldı. Perde kalktı aradan, cümle hicâblar açıldı. Küffârlar îmâna geldi. Kimi şöyle hâricî kaldı. Dîn-i İslâm âşikâre çıkdı. Hüküm Muhammed’in oldu. Cabbâr Kulu eydür: Aklınuz yitmez mi? Kitap böyle hüküm itmez mi? Kanı, sizden evvel gelenler? Onlar size örnek yitmez mi?”[40] Yukarıda kullanılan üslûba bakıldığında, Anadolu topraklarındaki sosyo-kültürel ortamın dikkate alındığı görülmektedir. Sorulan soru ve verilen cevaplarda, ikaz, tenkit ve tavsiyelerde Anadolu insanı merkeze alınmış, eğitim-öğretimdeki yakında uzağa ilkesi göz önünde bulundurulmuştur. Ağdalı ve anlaşılmaz bir dil kullanmak yerine, anlaşılır ve halkın seviyesinde, onun ihtiyaç ve problemlerine cevap veren, onun zihin ve kalbini hedef alan bir yöntem benimsenmiştir.

Anadolu’da âhiret inancını benimsemeyenlerin halen de kullandıkları bir cümle vardır: “Öbür dünyâya gitmiş de gelmiş olan var mı?” şeklindeki bu cümle, asırlar öncesinde de kullanılmış olmalı ki, Amasya-Merzifon’dan gelen Erkânnâme’de aynı soruya cevap verilmektedir: “Bazı gâfil ve câhiller dir: ‘Âhirete varmış, gelmiş var mı?’ dirler. Yukarıda zikrolundu ki Hazret-i Cebrâîl Sultân-ı Enbiyâ’ya yirmi üç yılda yirmi dört bin kerre geldi. Âhiretten, arz u semâdan haber virdi. Ba’dehû sultânımız mi’râca giderken Cennet ve Cehennem’i seyir idüp haber virdi. Bazı câhil, gâfil noksân şakîleri gümâna salup, bunlara îmân itmediler.[41] Kâle’n-nebiyyü aleyhi’s-selâm: Ed-dünyâ mezraatü’l-âhireti.[42] Yani dünyâ âhiretin mezrası (tarlası)dır. Ekip, biçip, tahsîl etmek gerek. Âhiretin her bir kıyasın dünyâda Hak Teâlâ bildirmiştir. İlm-i ledün olan fark ider. Zîrâ ayazın ekip, biçip ve ev yapıp, içine girersin. Yazın gölgede yatıp, çalışmazsan kışın hâlin nice olur? Bazı aklı eksik, âyet hadîs bilmeyenler dirler ki; bize Tanrı iki cihânda cefâ vermiş dirler. Nefse cefâ idüp orucu tutmazlarsa, vücûda cefâ idüp namâzı kılmazlarsa, bir mürşid-i kâmile varup, bir müşkil hâl itmemiş[lerse]…[43] [Böyle] kimse tuğyânda, dalâlette, azgınlıkta ola, cehl-i zulümâtta ola. Elinde hayır hasenât, dilinde zikr-i cemîl, gözünde ilim, üstâd olmaya… Habîb’im Ahmed, Rasûl’üm yâ Muhammed’e inzâl eylediğim Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân[ın] ne idiğün bilmeyüp, tuğyân olmuş [ola].[44]

Seyyid Nizâmeddînâhiret yurdunda amellerin ecrini, mükâfâtını görme saâdetini bir münâcâtında Allah’tan şöyle dilemektedir:

Hele ben görmedim dünyâ huzûrun,

Göreydim bari Hak Dîdâr-ı Nûrun.

Yerim Cennet olur yârim melekler,

Kabûl olur katında her dilekler.

Olunca ben kula Sen’den inâyet,

Habîb’in Mustafâ kılur şefâat.

Nizâmoğlu’nun çokdur günâhı,

Ânın afvın diler Sen’den İlâhî![45]

Alevî-Bektâşî el yazmalarında pîr ve mürşidlere eğitim-öğretimin etkinliğini artırmak amacıyla özel bir statü verilmekle birlikte, onları kusursuz, günâhsız, sorgu ve sualsiz göstermek gibi bir yaklaşım da sergilenmemiştir. İslâm’daki âhiret inancının bir yansıması olarak, onlar da en az tâlibler kadar Allâh’a karşı sorumlu sayılmışlar ve âhiret üzüntüsünden sakındırılmışlardır. Üsluptaki samimiyet ve yaşanan olayları birebir merkeze alma tutumu bu konuda da geçerlidir. Halk içerisinde yaygın olarak kullanılan ifadeler doğrudan ifade edilmiştir: “Zamânımızın Âdemleri ben fülân tekkeşinin oğluyum der, ebâ ve ceddi ile iftihâr ider. Bir âdem ölünce, kabirde kimin oğlusun dimezler. Ancak kimin ümmetisin ve ne amel işledin diyü suâl iderler. Hazret-i İmâm Zeyne’l-Âbidîn, Yezîd-i Mel’ûn zindana koyunca ağladı. Yanında olan muhibler didiler ki yâ imâm niçün ağlarsın? Hazret-i İmâm buyurdu ki dünyâda bu hâli kesb ittik, acabâ dünyâda böyle olunca, âhirette hâlimiz neye varur didi. Muhibler didi kim yâ imâm Muhammed Ali deden ölünce sen niye korkarsın didiler. Hazret-i İmâm didi ki kabre varınca dedemi suâl itmek hâcet değil. Eğer baban kimdir kimin oğlusun dese, Hazret-i İmâm Hüseyin’in oğluyum disem ol bana yeterdi. Atamı, dedemi suâl itmezler. Ancak defter ü amelini çıkardırlar. Amelinden suâl iderler.”[46]

Tasavvuf, tarihsel süreç içerisinde uygulamalı bir ahlâk eğitimi fonksiyonu icra etmiştir. Tasavvuf, pişme, ham rûh olmaktan kurtularak olgun ervâh haline gelme yoludur. Böylelikle “eline, diline, beline sahip olmayı” öğrenmektir. Virânî Baba İlm-i Câvidân adlı eserinde İslâm tasavvufunun birinci derecedeki kaynağı Hz. Ali’nin tasavvuf aynasına yansıyan lakaplarını sayarak, şöyle bir tanım getirir: “Ol Veliyy-i Yezdânî ve ol sâhib-i te’vîl-i Kur’ânî, ya’ni Şâh-ı Merdân böyle buyurur ki: Şerîat bir sudur. Evvel şerîat suyundan yunmayan, müslüman olmaz. Tarîkat bir ateştir. Ol ateşte yanmayan pişmez ve puhte olmaz. Ammâ ma’rifet, bir yeldir. Esmeyince, sular akmaz ve od yanmaz ve çiylik pişmez ve eşyânın nefsi bağlanır.”[47] Hak aşkı ateşiyle pişen tâlib ve dervişler, halka da doğruluk ve dürüstlükle muamele etmişlerdir. Ağızlarını yalandan gözlerini harâmdan sakınmışlar, el ve ayaklarını hizmet için kullanmışlardır. Münâcât-ı Mûsâ Aleyhi’s-Selâm’da bu özelliklerinden dolayı nasıl bir mükâfâta nail olacakları yazar: “Mûsâ eyitti: İlâhî! Arşın altında bir kişi gördüm. Ağzında[n] kâfur gibi, misk-i amber gibi koku gelür. Ol kangı Peygamberdür? Hak Teâlâ eyitti: Yâ Mûsâ ol kişidir ki ömrü içinde hirgiz yalan söylemedi, dahi gıybet söylemedi ve kovuculuk eylemedi. Ol sebepten bu mertebeleri buldu.”[48]

Ahlâk eğitiminde davranışlar arasında sebep sonuç ilişkisi kurmak çok önemlidir. Hacı Bektâş Velî Makâlât’ında duygu ve davranışlar arasında sebep-sonuç ilişkisi kurarak ahlâkî bilinçlendirme yapma yaklaşımını tercih etmiştir.[49] Bir davranışın geliştirilmesini doğrudan hedeflemek ve belli bir davranış üzerinde durmak eğitim-öğretim sürecinin amacına ulaşılamamasını beraberinde getirebilmektedir. Ancak önemsenmeyen veya hoşa giden bir davranışın, hangi önemli ve olumsuz bir davranışa sebep olduğunu bilmek bilinçlendiricidir. Münâcât-ı Mûsâ Aleyhi’s-selâm’da da böyle bir yaklaşım sergilenmektedir: Hak Teâlâ eyitti: Yâ Mûsâ! Diler misin kim halka muhtâç olmayasın? Mûsâ eyitti: Belî dilerem. Hak Teâlâ eyitti: Halkın malına tama’ eylemeyesin. Yâ Mûsâ! Diler misin kim amelin riyâdan halâs ola? Mûsâ eyitti: Belî dilerem. Hak Teâlâ eyitti: Halktan medh ü senâ umma… Yâ Mûsâ! Diler misin kim halkın yiğreği olasın? [Mûsâ] eyitti: Belî dilerem. Hak Teâlâ eyitti: Amelini seninle benim aramda kılgıl, ayruk kişiler bilmesinler. Yâ Mûsâ! Diler misin kim kıyâmet gününde seninle ince hesâb sormayam? [Mûsâ] eyitti: Belî dilerem. Hak Teâlâ eyitti: Komşularını incitmegil. Yâ Mûsâ! Diler misin kim gök kapuların sana açıvirem? [Mûsâ] eyitti: Belî dilerem. Hak Teâlâ eyitti: Komşuların ayıbını açmagil.[50]

Bir başka örnek de ilim-amel münasebeti kurulurken verilmiştir: “Her ne amel olursa, ilimsiz hebâen mensûrdur ve dahi ilim amelin kılavuzudur ve amel uçmağın kılavuzudur ve ilimsiz amel kirişsiz yaya benzer ve amelsiz ilim yemişsiz ağaca benzer.”[51]

Eserlerde cömertlik-cimrilik, iyilik-kötülük gibi ahlâkî veya gayr-i ahlâkî davranışlar soyut kavramlar olarak ele alınmak yerine örneklendirilerek, somutlaştırılmıştır. Meselâ Hz. Mûsâ Allâh’a kimlerin cimri, kimlerin iyi, kimlerin kötü olduğu vb. sorular sorar. Allâh’a eserin yazıldığı zamâna uygun, insanlarda olumlu davranış geliştirmeyi sağlayıcı nitelikte cevaplar verdirilir: “Mûsâ eyitti: İlâhî! Kangı kulun bahîldür? Hak Teâlâ eyitti: Ol kişi kim evinde her nesnesi var iken dervîşleri mahrûm göndere, dahi mü’minleri göre, selâm virmeye… Mûsâ eyitti: İlâhî! Kangı kulun eydür? Hak Teâlâ eyitti: Ol kişi kim yâvuzluğa iyilik ider. Mûsâ eyitti: İlâhî! Kangı kulun yâvuzdur? Hak Teâlâ eyitti: Ol kişi kim günâhlar işler dahi sevinür, güler. Mûsâ eyitti: İlâhî! Kangı kulun sa’îddür? Hak Teâlâ eyitti: Ol kişi kim göz açıp yumunca bana âsî olmaz. Mûsâ eyitti: İlâhî! Şakî kimdür? Hak Teâlâ eyitti: Ol kişi kim günâhlar işler, tövbe kılmaz. Mûsâ eyitti: İlâhî! Halkın yiğreği kimdür? Hak Teâlâ eyitti: Ol kişi kim çok tâat kılar, kabûl olmaya diyü korkar ola…”[52]

Yazmaların kaleme alındığı dönemde iyi insanlar “saîd”, kötü insanlar da “şakî” olarak isimlendirilmektedir. Allâhu Teâlâ, kendi nûrundan yarattığı insanlar iyi olsunlar, Cennet ve Cemâl’e kavuşsunlar istemiş, bu amaçla Peygamberler görevlendirmiştir. Erkânnâme’de bu konuya şöyle açıklık getirilmektedir:“Hak Teâlâ bu mürselleri ve Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’ı sa’îdler içün inzâl eyledi. Mutlak sa’îd olanlar ilim okumasa da, okuyan mürşidlerden dinleyüp, ilm-i ledün ile amel kılur. Ama mutlak şakî ise, kitâbı kendi okusa, gelse inanmaz. Efendimiz’in mübârek cemâlin gördü, inanmayan şakîler şimdi nasîhat ile inanmaz.”[53]

İyi insan olmak, iyilik yapmaktan geçmektedir. Eserlerde iyilik yapmakla, kötülük yapmak arasında kalan, nefis ve şeytanın sesine kulak veren insanlar, hayra ve iyiliğe yönlendirilmeye çalışılmıştır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da sözün kaynağı Hz. Peygamber’dir: “Peygamber Efendimiz Hazet-i Ali’ye şöyle söylüyor: Yâ Ali! Hayra niyet eylersen tizcek bitürgil. Araya şeytan girer. Hayır işi tiz gör, uzatma ve şer işi uzat hayır yola! Yâ Ali! Cebrâîl-i Emîn bana dedi ki yâ Muhammed! Eğer ben Âdemoğlu olaydım, yedi şeye müdâvemet ederdim. Yediden evvelki beş vakit namâz. İkinci âlimler ile otururdum. Üçüncü [âlimleri] sayar ve hâlin sorardım. Dördüncü cenâzeye varırdım. Beşinci Hüseyin aşkına su verirdim. Altıncı iki çekişeni sulh iderdim. Yedinci yetimlere merhamet kılardım.”[54] Yâ Ali! Fâsık cömert olsa, bahîl zâhidden yeğdir benim yanımda. Yâ Ali! Bahîl Cehennem’de bir ağaçtır. Sahî Cennet’te bir ağaçtır. Bir kişi bahîl olsa, ol kişi içün ol ağaçtan bir yaprak açılur. Bir kişi cömertlik itse, Cennet’te ol ağaçtan bir yaprak açılur. Cömertlik eden âdem içün ol âdemler kıyâmet gününde ol budaklar müşerref olurlar. Sultân-ı Enbiyâ sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem buyurdu ki: Leyle-i mi’râçta uçmak kapusunda gördüm yazılı: Yâ Uçmak! Seni harâm kıldum bahîle, kovcuya ve ribâcıya ve gayretsize.[55]

Yazmaların içerisinde Hikâyât-ı Meymûn-ı Bânû isimli bir eser bulunmaktadır ki karı ile koca arasındaki münâsebetleri düzenlemeye yönelik kaleme alınmış görünmektedir. Eserde Hz. Peygamber, bir kişinin kendisiyle evlenmek istediğini söyleyen ve bu konudaki görüşünü soran Meymûn-ı Bânû’ya erkeğin kadın üzerindeki haklarını yerine getirebildiği takdirde evlenmesinin uygun olacağını belirtmektedir. Erkeğin kadın üzerindeki haklarını da şöyle sıralamaktadır: “Yâ Hâtun! Eğer bir avrat, eri karşıdan gelirken görse, kalkıp karşı varmasa yarın kıyâmet gününde iki ayakları dizinde olmaya ve yüzü kara ola. Yâ Hâtun! Eğer bir avrat eriyle çekişse, yarın kıyâmet gününde dilin[i] ensesinden çekerler. Yâ Hâtun! Eğer bir avrat erinin ayıbın[ı] gayrilere söylese, kıyâmet gününde Âişe ve Fâtıma ona şefâat kılmaya ve cemî’ ayıbın[ı] yüzüne vuralar, Cehennem’e koyalar. Yâ Hâtun! Eğer bir avrat erinin getirdiğini tizcek elinden almasa, kıyâmet gününde sini karanlık ola, Cehennem’e koyalar. Yâ Hâtun! Eğer bir avrat erinin getirdiğini derûn-ı dilden gönül hoşnutluğuyla pişirip önüne getirmese, Cennet taâmı ona harâm ola. Yâ Hâtun! Eğer bir avrat erinin esbâbını (elbiselerini) yumasa, kıyâmet gününde neûzü bi’llâh kara domuz gibi ol Zebânîler Cehennem’e süreler. Yâ Hâtun! Eğer bir avrat erinin getirdiğini beğenmeyip yüzüne karşı söylese, ya ardınca söylese maymun sûretine koya… Yâ Hâtun eğer bir avrat eri gelirken kalkıp karşı varsa, ol avratın her adımına bir hac ve bir umre sevâbı vere didi. Yâ Hâtun! Eğer bir avrat erinin yüzüne güle baksa, ol avratın kabrin[i] Hak Teâlâ nûr ile doldura, gülistân eyleye. Yâ Hâtun! Eğer bir avrat eri buyruğuna gönül hoşnutluğuyla mutî’ olsa, kıyâmet gününde kabrinden kalkınca yüzü ayın on dördü gibi ola…”[56]

2. Âdâb, Erkân ve Tasavvufla İlgili Bilgiler

Her tarîkatta olduğu gibi Alevîlik-Bektâşîlikte de yolun kendi bünyesindeki teori-pratik bütünlüğünün sağlanması, mürşid ve tâliblerin görev ve sorumluluklarının belirlenmesi amacıyla âdâb, erkân adı verilen kurallar tespit edilmiştir. Daha çok Erkânnâme ve Buyruk türü yazma eserlerde bu kurallara yer verilir. Bir Erkânnâme’deki;“Yâ Ali! Avratınızı, evlâdınızı doğru yolu, edeb-erkânı, farzı, sünneti öğretin, üzerinize farzdır.”[57] ifadeleri âdâb, erkân konularının bilinmesinin, yolun devamlılığının sağlanması için ne kadar önemli olduğuna işaret eder.

Alevîlik-Bektâşîlik söz konusu olunca, ilk akla gelen erkân unsuru; dört kapı, kırk makâmdır. Eserlerde dört kapı kırk makâmın Müslüman olmakla denk tutulduğu görülmektedir. Aynı zamanda kırk makâm bir bütün halinde ele alınarak, bir kapı veya bir makâmın eksik bırakılmasına müsade edilmemiştir. Şu ifadeler bu anlayışın bir yansımasıdır: “Müslümanlık dört kapı kırk makâmın üzerine binâ kuruldu. Bir kişi bu dört kapıda, kırk makâmda uğrayıp, otuz dokuz makâmdan kırkıncıya kadem basarsa, Hakk’a vâsıl olur. Eğer makâmın yirmisine varamazsa, dünyâda Hakk’ı göremez olur, âhirette mahrûm kalır. Eğer dünyâda dört kapıdan, kırk makâmdan haberi olmazsa, ma’bûn olur. Neûzü bi’llâh yetmiş üç milletten hâriç olur. Allâhu Teâlâ Hazretleri aklen amel kılıp, Kur’an’dan haberi olmayan kimseleri saklaya. Ey mü’min kardeşler! Dört kapının biri evvel şerîat, on makâm, andan var ikinci makâm tarîkat… Eğer bu kırk makâma vüs’atin yetmeyip tutmazsan, elinden geldikçe işlemeye sa’y et. Beyhûde hayvân misâli gezme. Bir gün karanlık çukura girersin.[58] Yarın kabre varınca, zebânî melekleri kara yüzlü, gök gözlü sana suâl sorarlar… Ey mü’min kardeşler! Eğer kırk makâmdan birisi eksik olsa, hakîkat da tamâm olmaz.”[59]

Alevî-Bektâşî geleneğinde şerîat; zâhir, tarîkat; bâtın ve dinin derûnî anlamı olarak kabul edilmiştir. Bu kabul pek çok tasavvufî yapı için de geçerlidir. Zaman zaman dinin zâhirden ibaret olduğu, tarîkata, pîr ve mürşide ihtiyaç bulunmadığı gibi tartışmalar, özellikle medrese ehli tarafından gündeme getirilmiş, ehl-i tarîkat bâtına yaptıkları vurgu nedeniyle eleştirilmiştir. Yolun ileri gelenleri de tarîkatın gereksiz olduğunu, şerîatın, yani dinin görünen ve belirli kurallarının uygulanmasının yeterli olduğunu savunanlara karşı deliller geliştirmişler, hem onları, hem de kendi tâliblerini iknâ etmeye çalışmışlardır. Eserlere bu tür çabalardan sayılabilecek metinler de girmiştir ve oldukça orijinaldir. Meselâ; Kaygusuz Abdal böylesi yol büyüklerinden birisidir. Tuhfetü’l-Uşşâk’ında şöyle söyler:“Şerîat yemişin dış kabına benzer, badem ceviz gibi. İmdi iç hâcet olsa, kabın[ı] ufatmak gerek. Sâlikin yolunda içine zarar gelmek hatadır ki hakîkattır. Yoksa taş kabın ufatmaktan zarar gelmez, belki fâide vardır. Zira bademin kabını ufatmayınca yenmez.”[60] Kaygusuz Abdal şerîatın dinin dış kısmı olduğunu, onun içine bir şekilde nüfûz ederek, öze hakîkata ulaşmak gerektiğini, ceviz ve badem benzetmesinden yola çıkarak açıklamaya çalışmıştır.

Seyyid Nizâmeddîn ümmet-i Muhammed’in dört mertebesinin olduğunu belirtmektedir. “Evvel ehl-i sünnet ve’l-cemâattır. İkinci ebrârdır. Üçüncü mukarrebûndur. Dördüncü ehlu’llâhdır. Bir kimse Kur’ân-ı Azîm’in zâhir ma’nâsı ile amel etse, ehl-i sünnet ve’l-cemâattan ve ebrârdan olur. Mukarrebûn ve ehlu’llâh takvâda bunlardan ziyâdedir. Zira ma’nâ-yı Kur’ân bâtındır. Ehl-i sünnet ve’l-cemâat zâhir ma’nâyı anlamışlardır. Zira binâ-yı İslâm beş kavil (esas) üzeredir. Tevhîd-i şehâdet, ikinci namâz kılmak, üçüncü oruç tutmak, dördüncü zekât vermek, beşinci hacca varmak. Bir kimse bu zikir olunan şerâit-i İslâm’ı eda etse, ehl-i sünnet ve’l-cemâat ve ebrârdandır. Amma mukarrebûn ve ehlu’llâh bunlardan ziyâde, mürşid-i kâmil terbiyesiyle bu zâhir dilleriyle zikrullâh ettiklerinden mâ-adâ hâssa tevhîd ile derûnlarında zikr-i kalbîyi tahsîl etmişlerdir. Feçünkim bu zâhir dilleri yorulsa veyâhud fenâ bulsa, zikr-i kalbleri fenâ bulmayıp dâim Allâh’ın birliğini isbât ederler ve beden-i zâhirleriyle evkât-ı hamseye kâim oldukça, beden-i rûhânîleri ibâdet-i Hakk’tan bir an ve bir sâat uzak olmazlar. Zâhir bedenleriyle Hacca vardıkta, kat-ı nazar beden-i rûhânîleri harâm-ı Ka’be’den bir lahza hâlî olmaz ve zâhir mallarının zekâtlarını edâ ettikten sonra, mâ-adâ envâ-ı ma’siyetten derûnlarında hâsıl olan sıfat-ı emmârelerini mürşid-i kâmilin telkîn ettiği tevhîd ile zâil ederler ve hem beden-i sûrîleriyle sâim olduklarından mâ-adâ kalpleri mir’âtına zulmet ârız olmasın diyü nâ-ma’kûl kelimâtlardan ihtirâz ederler.”[61]

Seyyid Nizâmeddîn abdest ibâdetini de zâhirî ve bâtınî (derûnî, tasavvufî) açıdan açıklamaktadır. Ona göre abdest alan kişi tahâreti (temizliği), gönlünden kîl ü kâli (dedikoduyu, boş işleri) gidermek suretiyle gerçekleştirmelidir. Yani bir taraftan şerîat abdestini su ile alırken, diğer taraftan tarîkat abdestini de alarak, gönlünü kötü duygu ve düşüncelerden arındırmalıdır. Kişi elini yıkadığında, elini bütün günâhlardan çekmeye söz vermelidir. Allâh’ı zikreden ağzını yıkadığında, onu sadece Hakk’ın zikrine has kılmalıdır. Dişlerini yıkayan kişi, onlarla Seb’ul-Mesânî’yi (Fâtiha Sûresi’ni) telaffuz ettiğini aklından çıkarmamalıdır. Burnunu yıkadığında, bu dünyânın kokusunu giderip Zât-ı Bârî’nin (Allâh’ın) kokusunu hisseder hale gelmelidir. Yüzünü yıkadığında, yüzünü Allâh’ın gayrısından, gün ve mekândan çevirip, Hakk’a dönmelidir. Başını mesh ederken, Allâh’a itâatin başının tâcı olduğunu düşünmeli, kulağına mesh ederken de kulağından dünya sözlerini çıkarmaya söz vermelidir. Ayağını yıkarken de tarîkatta ayağının sabit olmasını Hakk’tan dilemelidir.[62]

Şerîat kapısından tarîkat kapısına adım atmak, gerçek anlamda sağ ve diri olmanın şartı kabul edilmiştir. Bu bölgede şu ana kadar üç nüshasına ulaştığımız ve henüz yayımlanmamış olan Dürr-i Meknûn isimli eserde bu konuya değinilmektedir:“İmâm Ca’fer-i Sâdık Hazretleri buyurmuş ki tâlib üç türlüdür. Biri cân verir. Biri mâl verir. Biri ikrâr verir. Mala kıyan tâlib uyur gibidir. Câna kıyan tâlib uyanık gibidir. “Uyur ile uyanık Âdem’in farkı nedir?” dirsen, uyur Âdem ölüdür. Uyanık Âdem diridir. Ölüden nesne hâsıl olmaz. Her ne hâsıl olursa, sağdan olur.”[63] Erkânda rûhu sağaltıp diriltmek, bedeni, nefsi ve onun isteklerini öldürmek, yani “ölmeden önce ölmek” tâliblere verilen bir hedeftir: “Ehl-i nazar olanlar Cennet’i ve Cehennem’i, haşri ve neşri hep bunda (dünyâda) görür… Doğmak ölmek elçisidir… Nâsır-ı Hüsrev şöyle buyurur: Tenin makberedir, ayağın lahittir, gönlün tabuttur ve cânın ölmemiştir. Zira ölse gafletten ölmüştür.”[64]

Seyyid Nizâmeddîn,eserinde evlâd-ı Rasûl’e (seyyid nesli olanlara) nasıl davranılması gerektiği konusunu işlemektedir. Bu konuda tâliblere beş nasîhat vermektedir. Birincisi; eğer kişi Allah ve Rasûl’ünün sevgisinin gönlünde yer etmesini istiyorsa, karşıdan gelen bir evlâd-ı Rasûl’u gördüğünde, derûn-ı dilden salavât getirmeli ve selâm verdiğinde, ayağa kalkarak saygı içerisinde aleyküm selâm ve rahmetu’llâhi ve berekâtüh diyerek selâmını almalıdır. Başla işaret ederek veya oturarak selâm almak doğru değildir. İkincisi; bir kişi Allâh’ın Cemâl’ini görmek istiyorsa, evlâd-ı Rasûl’e kalbinde muhabbet beslemelidir.[65] Üçüncüsü; evlâd-ı Muhammed’in çocuklarına sevgi gösterilmelidir. Dördüncüsü; şerîf evlatlarına saygı gösterilmelidir. Şerîf evlâdının atası seyyid değildir diye ona saygısızlık edilmemelidir. Beşincisi; bir evlâd-ı Rasûl’e bîat edilerek mürîd olunmalıdır.[66] Evlâd-ı Rasûl’e ihanet edenler, Hazret-i Fahr-i Âlem’e (Hz. Muhammed’e) ihanet etmiş olurlar.[67]

Muhabbet eyle evlâda muhabbet,

Müyesser ola tâ kim sana Cennet,

Riâyet ide gör âl-i Rasûl’e,

Giçe tâ ittiğün tövbe kabûle,

Sevenler Mustafâ neslini bunda,

Saâdetler bulurlar yarın anda,

Saâdettir, saâdettir, saâdet,

Muhammed nesline etmek muhabbet.

Nedâmettir, nedâmettir, nedâmet,

Sakın seyyidlere etmen ihânet.[68]

Hazret-i Âdem Cenâb-ı Hakk’tan Cennet’te müşâhede etmek istediği yerleri görmek isteyince, Cebrâîl’in rehberliğinde bir yolculuğa çıkartılır. Cennet’in içerisindeki bir sahrâda bir dâne inciden yapılmış, kapısı yakut-ı ahmerden, kilidi kırmızı altından bir kubbe görür. Kilidin üzerinde Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Rasûlullâh Aliyyün Veliyullâh ve Fâtımatü emetullâh ve’l-Hasenü ve’l-Hüseyinü sıfâtullâh Aliyyün bâğızuhüm la’netullâh[69] yazılıdır. Hz. Âdem bu yazıyı okuyunca, kilit açılır. İçeri girdiğinde çeşitli Cennet elbiseleri giymiş, başında yeşil nûrdan bir tâc, belinde kırmızı nûrdan kemer, kulaklarında ak nûrdan küpeler olan ve zümrüt bir taht üzerinde oturan bir hâtun görür. Ona kim olduğunu sorduğunda, Fâtıma-yı Zehrâ olduğunu söyler. Hz. Âdem ona başındaki yeşil nûrdan tâcın ne olduğunu sorduğunda; “Kerem-i Hazâin-i Celîl, Semere-i Şecere-i İsmâîl, Nûr-ı Kudret-i Kandîl, Rasûlü’s-Sekaleyn Muhammed Mustafâ” olduğunu söyler. Hz. Âdem ona belindeki kırmızı kemerin ne olduğunu sorduğunda; “Şîr-i Yezdân, Şâh-ı Merdân, Musallî’l-Kıbleteyn, Kurratü’l-Ayneyn, Esedullâhi’l-Gâlib Ali ibn-i Ebî Tâlib”dir der. Hz. Âdem kulaklarındaki ak nûrdan küpeleri sorduğunda; “Mazlûmeyni’l-Merhûmeyn, Sa’îdeyn-i Şehîdeyn, Şebâbîn-i Ehl-i Cennet, Hasan ve Hüseyin olduklarını ifade eder.[70]

Yazma eserlerde Muharrem ayındaki mâtem günlerinin anlamı ve erkânı da açıklanmaktadır. Dürr-i Meknûn’da anlatıldığına göre; “bir gün Sultân-ı Enbiyâ sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem Hazretleri otururken, Hazret-i Hasan ve Hüseyin geldiler. Rasûl aleyhisselâm şefkatinden İmâm Hasan’ı ağzından, İmâm Hüseyin’i boğazından öptü. Ol zamân Cebrâîl aleyhisselâm nâzil oldu. Elinde üç şâl var. Biri sarı, biri kırmızı, biri kara idi. Didi kim yâ Muhammed! Hak Teâlâ sana selâm kıldı ve buyurdu ki bu sarı şâlı Hasan giysün. Ağzından öptüğün içün düşman elinden ağu (zehir) içüp, sarı sarı kussa gerek ve bu kırmızıyı Hüseyin giysin. Düşman elinde şehîd olup, öptüğün yerden boğazlansa gerek ve bu kara şâlı sen giyüp, Hasan, Hüseyin’in yasın çeksen gerek ve sana ümmet olup, Ali’ye tâlib olan kimseler On İki İmâm’ın Muharrem, Safer ayını yas tutmak gerek. İki ay olmazsa, bari kırk gün yas-ı mâtem tutmak gerek. Âl-i evlâdın gayretin çekmek gerek.”[71]

Hz. Hüseyin’in Kerbelâ çölünde 72 evlâdı ve yârânı ile birlikte şehîd edilmesinin Alevî-Bektâşî’nin anlam dünyasında çok önemli bir yeri vardır. Bu nedenle cân-ı pâk-ı Ahmed-i Mahmûd-u Mustafâ ve nûr-ı dîde-i Şâh-ı Merdân olan İmâm Hüseyin’in yasını çekmek, mâtemini tutmak Alevî-Bektâşînin kimliğini, kişiliğini etkileyen merkezî bir fenomendir. Muharrem ayı erkânının çok daha ayrıntılı anlatıldığı Muharremiyye’lerde matem ayında hangi gün, nelerin yapılacağı yazılıdır. Amasya Merzifon Karatepe ve Sarıköy’lerde bulunan iki Muharremiyye nüshasında şu bilgiler yer almaktadır: “Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazreti buyurur ki: Ey kullarım! Bilin ve işitin ki âşûrâ günlerinde benim Habîb’im evlatları içün gözlerinden bir katre yaş akıtanların gözleri yaşın Âb-ı Hayât’a kattım ve her kim ol Âb-ı Hayât çeşmesinden nûş iderse (içerse), ölmez dirlik bula ebedü’l-âbâd (sonsuza kadar). Kavlühû Teâlâ: Cennâtü adnin tecrî min tahtihe’l-enhâru[72] makâmında kala. Her kim Ehl-i Beyt-i Rasûl içün gözlerinden bir katre yaş akıtsa, Hak Teâlâ Hazreti buyurur ki İzz’im, Celâl’im hakkı içün kendi kudret elimle ol mü’minin rûhun kabz idem, hâlet-i nez’de (rûhunu teslim ederken) cân acısın görmeye, zira ki ânlar benim kullarımın evrendesi ve hülâsasıdır. Dahi her kim âşûrâ günlerinde on gün oruç tutsa, Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazreti ol kişiye on mürsel Peygamber sevâbınca sevap vire. Pes imdi bilmiş olasız kim âşûrâ günlerinde Ehl-i Beyt-i Rasûl’ün muhibleri cem’ olup, bir yere gelseler, aş pişirip, sohbet kılsalar, Hadîkatü’s-Süedâ ve Ravzatü’ş-Şühedâ ve bazı mersiyeler okuyup, Âl-i Muhammed’in Yezîd elinden çektikleri cefâların ve derd ü belâların yâd idüp, firkat ve rikkatle giryân olup, gözlerinden bir katre yaş akıtanların cümle günâhları hazân vaktinde ağaçların yaprakları döküldüğü gibi döküle.”[73]

Alevîlik-Bektâşîlik bir tasavvuf yolu olması münasebetiyle, “hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin” anlayışını sosyo-kültürel bir organizasyona dönüştürmüştür. Toplumsal yanı ön plandadır. Tâlibler, müsâhibler, komşular ve karı-koca arasındaki ilişkileri düzenleyen, bu konularda yol gösteren çok sayıda erkân ortaya çıkmıştır: “Bir tâlib, bir tâlible küsülü olsa, biri varsa “gel bugün yola gidelim, barışalım, birbirimizden hakkımızı helâl idelim dise, o da barışmasa, barışmazsan gel bugün ölmeden evvelki hesâbımızı bunda vireceğim gel dîvânına varalım, ne hakk-ı sâlihin var ise, vireyim didi. Ol didi ki: “Ne giderim, ne barışırım, var işine git” dise, üç kerre dise çıkup, içeri gidüp böyle takrîr eyleye. Eğer ol barışmazsa, ol Âdem pîri, yolu inkâr etmiş olur. Gelip, tarîktan geçip yoluna gitmek erkândır.”[74] Tâlib olup birbirine eksik diyene ve işittiğini söyleyene, mürebbîsine, mürşidine dört kapıya yalan söyleyene, derdine dermân yoktur.[75]

Erkânın gereğini yerine getirme konusunda hem mürşidden, hem de tâlibden samimi olması istenir. Şu satırlarda önemli uyarılar bulunmaktadır: “Bir müsâhib tutup, onun ile sırât-ı müstakîm üzere yola gidip, malı, cânı birbirinize teslîm edip, yılda bir kez Peygamber vekîli Cebrâîl’in ve Tanrı vekîli pîrin yamacına geçip kabirde, mahşerde olacak suâlleri pîr ona suâl ide. Ol kavl, fiil her ne ise pîr i’lâm ide, bildire. Eğer tâlib günâhını saklayıp haber verirse, pîr âgâh olup, dünyâ cîfesine tama’ edip, iyisin derse, pîrin başına ne gelir? Yalancı, kezzâb olur. Burada sorulup, orada sorulmayıp diyen kullar Hazret-i Kur’an’da her ne buyurduysa onu temessük idüp işleyün. Pîrin dîvânına, Hakk’ın dîvânına yüzü ak varayım diyen dört kapı kırk makâm her ne buyurduysa temessük idüp, kendi kendini ıslâh itmek gerek. Eğer tâlib günâhın saklarsa, yine mahşerde suâl olunur. Âdem Âdem’i ıslâh idemez. Rehber, pîr aralıkta vâsıtadır. Bir pîrin yamacına bir tâlib gelince, bir tâlibe dise ki “seni âhirette yarlığadım, külli günâhından geçtim” dise, ol pîr dinden çıkar.[76] Ammâ şöyle dimek gerek: Tâlibin günâhını söyletip, eğer ettiği günâh, günâh-ı safâ yerden ise günâhına göre cezâsını virüp mürşidin buyruğundan her ne lâzım gelirse, ona göre işleyip, ol tâlibe tövbe verip, Allâhu Teâlâ af eylemiş ola diyü duâ eyleye. Eğer tâlibin ettiği günâh günâh-ı kebâireden (büyük günâhlardan) ise, onu yüze almayıp, meydâna komayalar. Ancak onun da’vâsını mahşerde Azîzün zü’ntikâm olan Allah icrâ ider.”[77]

Alevî-Bektâşî geleneğinde Peygamber postuna oturan mürşid, merkezî otoriteye sahiptir. Kırk makâmın onu mürşidle ilgilidir ve şunlardır: 1. Cebbâr-ı âlem[in] hayâli gözünden gitmemelidir. 2. Dâima virdi; Allâh ve lâ fetâ illâ Ali lâ seyfe illâ Zülfikâr olmalıdır. 3. Kul ise hayrı, şerri Hakk’tan bilmelidir. 4. Hayır ile hiçbir şeyi üstüne almamalıdır. 5. Muhammed-Ali yolunun hak olduğunu bilmelidir. 6. Üstünden erkân geçince, tercümânı (…) koymamalıdır. 7. Muhammed-Ali aşkına cemde secde eylemelidir. 8. Uykuya çok meyil etmemelidir. 9. Kul olan belgeli olmak gerek, evliyânın yolu belgesiz olmaz. 10. Cehd eyleyerek dört kapının birinde Hakk’ı bulmalıdır.[78]

Eserlerde mürşidin tâlib üzerindeki haklarına da sıklıkla vurgu yapılmıştır. Mürşid tâlibin birinci derecede eğitiminden sorumludur. Dürr-i Meknûn’da mürşid kapısında olan tâlibin yerine getirmesi gereken yedi tane farz sayılmaktadır: 1. Tâlib özünü mürşide teslim etmelidir. 2. Doğru gezip, dost gönlünü ağrıtmamalıdır. 3. Yalan söylememelidir, yalan söyleyen Hakk’ın düşmanıdır. 4. Gıybet etmemelidir, gıybet eden kıyâmette ciğerini dişler. 5. Tâlibin kapısı rehberden açılır, rehber olan mürşidin farzlarını yerine getirmelidir. 6. Tâlib olan kimseler dört kapıyı, kırk makâmı yerine getirmelidir. 7. Tâlib olan kimseler on iki erkânı yerine getirmeli ve mürşid emrini tutmuş olmalıdır. Bu farzları yerine getiren tâlibe kıyâmette sorgu, hesâb olmaz. Üstâdına, pîrine rahmet okurlar. Elin alıp, Cennet’e iletirler. Rıdvân karşı gelir. “Safâ geldin, ey Hakk’ın dostu mâh yüzlü tâlib” der. Ondan sonra melekler gelip, elin alıp, saâdette gülzâra iletirler. İdrîs elinden hulle giyer ve tâc-ı devlet vurunur.[79]

Mürşidden sonra ikinci derecede tâlibi eğiten kişi rehberdir. Rehberin Hz. Ali’nin postuna oturduğu kabul edilir. Dürr-i Meknûn adlı eserde kırk makâmın onunun rehber kapısı ile ilgili olduğu belirtilerek, şöyle sıralanmaktadır: 1. Allâh’ı bir bilmek. 2. Rasûl’ü hak bilmek. 3. Yolu, erkânı hak bilmek. 4. Müsâhib tutmak. 5. Muhammed-Ali’nin kavline girmek. 6. Rehber kapısında yol görmek. 7. Rehberden görülen kapıyı işlemek. 8. Rehberi hak bilmek. 9. Doğru gezip, dost gönlün ağrıtmamak. 10. Rızâ gecelerinde pîr meydânına varmak.[80]

Gelenekte mürebbî de önemli bir konuma sahiptir. Yazmalarda mürebbî ile ilgili metinler de yer almaktadır: “İmâm Ca’fer eydür: Yâ Şeyh! Evvel mürebbî kapısı nâr gibidir. Yani ateşçelikleri pişirir. İkinci değirmen gibidir. Yani susuz değirmen dönmez. Dördüncü mürebbî tuz gibidir. Yani tuzsuz taâm yenmez. Tâlib etdür, mürebbî tuzdur. Tuzsuz kalmayasın; tuzsuz et kokar… Mürebbî ateş dediğim oldur ki cemde delîlsiz oturulmaz. Delîl Şâh-ı Merdân’dır ve dahi Şâh-ı Merdân mürebbîdir.”[81] “İmâm Ca’fer Hazretleri Şeyh Safî mürebbî kapısından üç farz telkîn eyledi. Birinci farz oldur ki tâlib mürebbîsine malını, canını teslîm ide, Muhammed-Ali kavline gire, yol erkân yerin[i] bula. İkinci farz oldur ki tâlibin talağı rızâya bağlıdır. Elinde ne var ise, On İki İmâm aşkına cemde tercümân eyleyip, mü’minlere Hak içün yedire, duâ ala. Üçüncü farz oldur ki tâlib mürebbîye ikrâr verdiği vakit mürebbî buyruğun sınmaya. Bir tâlib bu üç farzı yerine getürse, mürebbî buyruğun yerine getürse, On İki İmâm’ın buyruğun yerine getirmiş gibi olur.”[82] Mürebbî kapısı deryâdır; içinde olan balık tâlibdir. Deryâdan çıkan balık ölür. Mürebbîsinden düşen tâlib münkir olur. Riyâ ile cemde lokma yiyenlerin yüzü kara olur.[83]

Özellikle müsâhiblik geleneği, insanlar arasında “yol kardeşliği” deyimi ile dünyâdan âhirete kadar süren samimi bir gönül bağı oluşmasına vesile olmuştur. Müsâhibi olmayanlar tarîkatta eksik kabul edilmişler, kardeş edinemeyenler veya edindiği kardeşini kaybedenler ceme, cemâate alınmamışlardır. Hz. Peygamber ile Hz. Ali arasındaki kardeşliğe dayandırılan müsâhiblik, birlik, beraberlik, yardımlaşma ve paylaşma gibi olumlu davranışların geliştirilmesine sebep olmuştur. Müsâhiblikle ilgili konulan aşağıdaki on iki kural, bu uygulamanın ne denli olumlu olduğunu göstermektedir: “Birinci farz müsâhibin cândır. İkinci farz müsâhibin ikrârdır. Üçüncü farz müsâhibin îmândır. Dördüncü farz müsâhibin dindir. Beşinci farz ahbârdır. Altıncı farz ekberdir. Yedinci farz aktâbdır. Sekizinci farz müddeîdir. Dokuzuncu farz tâc-ı devlettir. Onuncu farz kemerbestedir. Onbirinci farz evliyâ tarîkına girmektir. On ikinci farz kutb-ı evliyâ olmaktır. Yani bu farzlardan ne çıkar dirsen, Muhammed-Ali ne işlediyse, Hakk’ın yolunda ve erkânında ne var ise biz onu işleyelim dimektir.[84]

Dürr-i Meknûn’dakırk makâmın on tanesinin müsâhiblikle ilgili olduğu belirtilmektedir: 1. Müsâhib müsâhibin gövdesinde cânıdır. 2. Müsâhib kişinin ikrârıdır. [Kişi] ikrârını bilirse, müsâhibini de bilür. (3. makâm atlanmış) 4. Müsâhib kişinin dînidir. [Kişi] dinini bilürse, müsâhibini de bilür. 5. [Kişi] müsâhibe yalan söylemeye, yalan söylerse Şâh yolundan mahrûm olur. 6. Müsâhib birbirine dert gerek. Yani küfrü îmân, yahşi yaman gerek. 7. Müsâhibin biri düşse, öbürü de düşer. Zira bir elmanın yarısı niyâz yarısı tercümân olmaz. 8. Müsâhibin biri gök gerek, biri yer gerek. Gök olan dâra durunca, yer olan müsâhib ayağa inüp Hakk’ı bula. 9. Müsâhib birbirine teslîm gerek. Makâmını, müslimini bilmek gerek, tâ kim Muhammed-Ali yolu erkânı yerine gele. 10. Müsâhib birbirine “kâf”la “nûn” gerek. Yani dünyânın, âhiretin varlığının sebebi kâfla nûndur.[85]

Bu kuralların ne anlama geldiği aynı eserde daha ayrıntılı olarak açıklanır: İmâm Ca’fer Hazretleri şu’le vardı. Düşünüp dururken bir avâz geldi ki yâ şeyh eteğinde olan tâlibleri yarlığadım. Dört kapıyı, on iki farzı, on yedi erkânı kırk makâmı, bilsinler diyü buyurdu… İmâm Ca’fer Hazretleri Şeyh Sâfî Hazretlerine on iki farzı telkîn eyledi. İmâm eydür: Yâ Şeyh! Birinci farz oldur ki müsâhible Muhammed-Ali kavline girüp, cânı câna katınca Muhammed-Ali kavli yerin[i] bulur. Hak Teâlâ’dan başına rahmet yağar. İkinci farz oldur ki müsâhib kavline girince ikrârın nûr olur. Üçüncü farz oldur ki müsâhibinle bir olunca îmânın nûr olur. Dördüncü farz oldur ki müsâhib kavline girince dînin hak olur, dört kapı tamâm olur. Beşinci farz oldur ki müsâhib ile bir olup, malı mala, cânı câna katınca, ahbâr olursun. Yani kardeş olursun. İmâm eydür: Yâ şeyh! Böyle olan tâlibler On İki İmâmların rûhuyla kopsalar gerek. Altıncı farz oldur ki ekberdir. Yani ekber diyü Allâhu Teâlâ’ya dirler. Bir tâlib müsâhib kavlini yerine getürse, Allâh’ı bilmiş olur. Allâh’ı bilmeyen kul değildir. Yedinci farz oldur ki Muhammed-Ali yolunda müsâhib müsâhib ile aktâb gerek. Yani gâh lâl olur, gâh tamâm olur. Müsâhibin arasına girilmez. Aktâb dimek gâh büyür, gâh küçülür ve dahi büyüyüp küçülmekle aktâblıktan çıkmaz. Yâ şeyhim dedi, sekizinci farz müddeîdir. Yani yalan da, gerçek de dilde bulunur. Cehd idüp müsâhib müsâhibe yalan söylemeye. Dokuzuncu farz oldur ki tâlib mürşidin rehberin buyruğun[u] yerine getüre. Buyruk yerine gelince, Allah emri yerine gelür. Onuncu farz halîfeden tâc vuruna, kemerbeste ola. On birinci farz Hazret-i İmâm Hüseyin-i Velî’nin özü nice şâhid ise, müsâhibin müsâhibe özü öyle şâhid gerek. Yani kabûl itmek gerek. On ikinci farz Muhammed-Ali yolunda ne vâr ise, buyruğun yerine getüre. Bir tâlib on iki farzı yerine getirürse, ol tâlib kutb-ı evliyâ olur. Ol tâlibe arşu’r-Rahmân, kürsiyyü’r-Rahmân dirler, kevnü’r-Rahmân, azmü’r-Rahmân dirler. Ol tâlib On İki İmâm ile bile kopsa gerektir. Bir tâlib dört kapıyı, kırk makâmı on iki farzı yerine getürse, hak tâlib dirler. İsmi Şâh-ı Tâlib-i Hünkâr yazılmıştır. İsmi Şâh yazılanın küfrü îmân yazılur.[86] Eserde her farz On İki İmâmlardan birisiyle özdeşleştirilmiştir. İlgili farzın müsâhib kavlini yerine getirmeyenin o imâmdan da şefâat beklememesi gerektiği ifade edilmektedir.[87]

Müşâhedetü’l-Mâide-i Muhibbân adlı el yazması eserin bir bölümü cemdeki 12 hizmetin nasıl yapılacağına ayrılmıştır. 12 hizmetin her birisinde hangi âyetin ve hangi tercümânın okunacağı, mürşidin, rehberin, tâlibin hangi sırayla neler yapacağı ayrıntılı bir şekilde tarif edilmektedir. Burada Erkân-ı Müsâhib başlıklı bölümden bir kesit alınmıştır: “İmdi azîz-i men! Bir kimse erkân-ı müsâhib kavline girmek dilese, müsâhib libâsın giymek içün, bir âlim-i müfred yani bir delîl, mürîd elinden tutup getüre. Mürîd mürşidin elin öpe. Müfred mürîdi meydâna alıp, safâ nazar eylen erenler diye. Müfred hırkayı getüre. Mürşide, erenler havâletinizle deyüp, hırkayı açıp, Veliyy-i Nebiyy-i Handân, Muhammed-Ali Yezdân, hulle-i tarîkat, mürde-i hakîkat, Âl-i Babâ emânet, hırka-i azametu’llâh, yâ Şâh-ı Velâyet, yâ Sultân Seyyid Battal Gâzî, yâ Hünkâr Hacı Bektâş Velî diye, bunu okuya: Bismillâhirrahmânirrahîm. Ve izâ şi’nâ beddelnâ emsâlehüm tebdîlâ.[88] Yâ Ehadü, yâ Vâhidü, yâ Samedü, yâ Ferdü diye hırkayı arkasına sala, bunu okuya: Bismillâhirrahmânirrahîm. Aleyhim siyâbü sündüsin huzrün ve istebrakün ve hulû esâvira min fiddatin ve sekâhüm Rabbühüm şerâben tahûrâ[89] diye tekbîr ile Allâhu Ekber Allâhu Ekber Hak Lâ ilâhe illallâhu vallâhu Ekber Allâhu Ekber ve lillâhi’l-hamd gülbenk çeke. Müfred, kuşağı tâlibin boynuna taka, sücûd ettire, beline bağlaya, bu âyeti okuya: Bismillâhirrahmânirrahîm. Lekad radiyallâhu ani’l-mü’minîne iz yübâyi’ûneke tahte’ş-şecereti fealime mâ lem ta’lemûn fece’ale min dûni zâlike fethan karîbâ.[90] Nasrun mina’llâhi ve fethun karîb ve beşşiri’l-mü’minîn.[91] Yâ Allah, yâ Muhammed, yâ Ali, yâ Sultân Seyyid Battâl Gâzî, yâ Hünkâr Hacı Bektâş Velî diye gülbenk çeke. Müfred tâcı eline ala. Havâletinizle erenler diye, mürşide tâcı teslim ede. Mürşid mürîdin başına tâcı koya, bunu okuya: Bismillâhirrahmânirrahîm. Allâhü’llezî rafe’a’s-semâvâti[92] ve salli alâ Muhammedin tâc-ı tekbîr Ali bin Ebî Tâlibin Esedullâhi’l-Gâlib imâmân ve irşâdân ve salli alâ seyyidinâ sâhibi’t-tâc ve’l-mi’râc yâ Allâh, yâ Muhammed, yâ Ali diye tekbîr ile bunu okuya: Külli şey’in hâlikün illâ vechehû lehü’l-hükmü ve ileyhi türce’ûn.[93] Velî, Nebî handân, Muhammed-Ali’den erkân diye ve bunu okuya: Bismillâhirrahmânirrahîm. Ve kul’il-hamdü lillâhi’llezî lem yettahiz veleden ve lem yekün lehû şerîkün fi’l-mülki ve lem yekün lehû veliyyün min’z-zülli ve kebbirhü tekbîrâ.[94] Tekbîr ile tâcı müridin başına vura. Bu düvâz-imâmı okuya…”[95]

Eserlerde âdâb ve erkânın yanı sıra tasavvufî hâl ve makâmlar da açıklanmıştır. Meselâ; Kaygusuz Abdal cezb, incizâb, meczûb kavramlarına yer vermiştir: “Bir tâife dahi vardır, onlara meczûbân dirler. Kutbiyyet ve nübüvvet ki makâm-ı hizmettir ve kulluktur, onu bilmezler. Emr-i i’tibârîdir, ol makâma esîr olmaya âr iderler. Kâle aleyhi’s-selâm: Hasenâtü’l-ebrâr seyyiâtü’l-mukarrebîn.[96] Yani ebrârın sevâbı mukarrebûnun günâhıdır. Zira namâz kılmak buna işarettir ve duâlar okurlar ve illâ mukarrebîn ubûdiyette ikilik bulunduğu için, onlara günâh gelir. Zira bir hâleti vardır ki yerde ve gökte ve kendinde hep Hakk’ı görür. Hüve’l-Evvelü ve’z-Zâhirü ve’l-Bâtinü[97] ma’nâsı mucîbince âşık ayn-ı ma’şûktur ve Hakk’ın mahbûbu olur, ne dilerse onu işler. Hak ona; “niçin böyle işledin?” dimez. Lâ hesâb velâ azâb dedikleri bunlardır. Eğer suâl iderlerse, Hazret-i Rasûlu’llâh dahi mahbûbluk makâmına vardı mı? Cevap: Vardı, ammâ nübüvvet makâmında kaldı ve karâr kıldı. Nübüvvet makâmında kalan elbette Hakk’ın buyruğun[u] tutmaya icap ider. Zira eğer hamr içse, Peygamber şöyle eyledi dirler ve sözün kimse tutmayıp cemî’ âlem azardı.”[98]

Nice bunda idersin zikr-i devrân,

İdevüz Cennet-i A’lâ’da cevelân.

Su içmeyip çekerdik erba’înler,

İçür Cennet’te bize Âb-ı Kevser.

Yemezdik halvet içinde ta’âmı,

Bize mahşerde vir Dârü’s-Selâm’ı.[99]

Anadolu’da seyyidler ve dervişler, giydikleri kıyafetlerle diğer insanlardan kolaylıkla ayırt edilebilmişlerdir. Bu kıyafetlerden birisi olan tâcın giyilen diğer kıyafetler gibi sembolik bir anlamı ve önemi bulunmaktadır. Seyyid Nizâmeddîn Fazîletnâme’sinde tâcın anlamını şöyle anlatır: “Suâl idüp iderler ki bu sûfiyyûnun başlarında giydikleri tâclar farz mıdır, vâcib midir, müstehab mıdır? Cevâb idevüz ki cemî’ enbiyâullâh tâc giymek Cenâb-ı İzzet’de [emir] olunmuştur. [İlk giyen] Âdem aleyhisselâmdır. Andan Şît, andan İdrîs, andan Nûh, andan İbrâhîm, andan İsmâîl, andan Mûsâ, andan Dâvud, andan Süleymân, andan Îsâ, andan Muhammed Mustafâ giymiştir. Bu takdirde ma’lûm oldur ki cemî’ enbiyâya tâc giymek farz ve evliyâullâha vâcib ve meşâyıh-ı kirâma sünnet ve avâmü’n-nâsa müstehab imiş. Eğer suâl idüp dirlerse enbiyâya verilen tâc şimdiki meşâyıhın isti’mâl ittiği tâcların hangisidir? Cevâb virüp idevüz cemî’ meşâyıhın tâcları ol enbiyâya verilen tâcdan ihrâc olunmuştur.[100] Seyyid Nizâmeddîn’e göre; on dört dilimli tâcı giyen kişinin on dört kötü duygu ve davranışı terk etmesi gerekmektedir. Bunlar; Kibir, kin, öfke, hırs, haset, zinâ, livâta, fısk, mesâvî (Allah’tan gayri şeyleri sevmek, bağlanmak), gıybet, hubb-ı dünyâ (dünya sevgisi), dûn-ı amel (amelsizlik), cem’u’d-dünyâ (Allâh’ı bırakıp dünyalık peşinde koşmak), gaflettir.[101] Ayrıca Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Rasûlullâh kelime-i tevhîdi de on dört harfdir. Tâcın başta bulunması, tevhîd inancının sürekli onu giyen kişinin başında bulunması anlamına gelmektedir.[102]

Seyyid Nizâmeddîn abdestin rükünleri ile tâcın dilimleri arasında da bir paralellik kurmaktadır: “Bir mü’min abdest alsa, üç kez el, üç kez yüz, ağzına mesh virür ve üç kere yüzün yur. Üç kere kulak yur. Bir baş, iki kulak, bir ense, üç kere ayak, yirmi sekiz olur. Bizim kisvetimizde olan on dört yeşil terk, ol mü’minlerin abdestlerin adedince vaz’ olunmuştur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: Yâ eyyuhe’llezîne âmenû izâ kumtüm ile’s-salâti fağsilû vücûheküm ve eydiyeküm ile’l-merâfiki ve’msehû bi ruûsiküm ve ercüleküm ile’l-ka’beyni[103] emrine inkiyâd eyleyüp, evkât-ı hamsede ve teheccüdde ve işrâkta ve duhâda ve sâir nevâfilde üçer kere ol emir olunan yerleri yumasını başımıza tâc ve gönlümüze sirâc eylemişizdir.[104] Seyyid Nizâmeddîn ezân ve kâmetle tâc arasında da bağlantı kurmaktadır. Ezân okunurken söylenen on yedi kelime ile kâmette söylenen on bir kelimeyi toplayarak, yirmi sekiz rakamına ulaşır. “Demek olur ki biz bu ezân ve kâmeti başımızda tâc bilüp ve işittikçe istikbâl itmesine mutî’yiz demeye işarettir.” şeklinde bir yorum getirir.[105]

Alevî-Bektâşî geleneğinde Anadolu’da geçerli olan tasavvufî bilgileri şiir diliyle işleme metoduna sıklıkla başvurulmuştur. Meselâ; Kul Himmet’e ait bir nefeste tâc erkânı anlatılmaktadır. Tâcın kimlere geldiği, anlamı, onu giyen dervişin hangi niteliklere sahip olması gerektiği gibi konular manzûm bir dille anlatılmaktadır. Bir cönkte yer alan erkânın başlığı Der Beyân-ı Tâcnâme-i Kul Himmet’tir ve orijinal haliyle ilk defa bu tebliğde yer almaktadır:

Ümmetim Peygamber’e,

Hem Aliyyü’l-Kamber’e,

Gönül mescid diledi,

Şâh da çıktı minbere.

Ümmetim Şâh ümmeti,

Şâh-ı merdân ümmeti,

Didâra tâlip olan,

Neyler Cehennem’i, Cennet’i.

Kul Himmet’in kânına,

Mürüvvet geldi şânına,

Allah deyüp başladı,

Tarîkat erkânına.

Tarîkata îmân gerek,

Bu tasdîka îmân gerek,

Tâlip bu dört kapının,

Vârında tamâm gerek.

Sûfî perde pûş gerek,

Dahi zehîr-nûş gerek,

Daima sâkin olup,

Pîr gibi tâmûş gerek.

Sûfî daim zât gerek,

Pîr gibi memât gerek,

Gördüğünü örtücü,

Settâr sıfât gerek.

Gördüğün örtmek gerek,

Gün be-gün artmak gerek,

Tâlip ol tâliptir ki,

Issın, ziyânın tartmak gerek.

Özünü bilmek gerek,

Pîr gibi ölmek gerek,

Ma’rifet tohumunu,

Ol pîre salmak gerek.

Ol tohum bitip, çıkıp,

Üstâd yüzüne bakıp,

Ma’rifetten su akıp,

Ânı suvarmak gerek.

Ol tohumdan dem bite,

Birisinden on bite,

Tâlip özün düşürüp,

Bu dergâha yön tuta.

Düğenine savrıla,

Samanından ayrıla,

Değirmende un olup,

Üstâd elinde yoğrula.

Dosta bilişmek gerek,

Âşına düşmek gerek,

Muhabbet tennûrunda,

Hallolup pişmek gerek.

Bu derde yanmak gerek,

Aşka boyanmak gerek,

Vilâyet sofrasında,

Hûn olup yenmek gerek.

Ne yerlisin, ne dağlısın,

Pes sen kime bağlısın?

Kul Himmet der ey gönül,

Digil: Kimin oğlusun?

Aşk elinden dağlıyım,

Ben rehbere bağlıyım,

İrâdetim mürşide,

Belî! Ben yol oğluyum.

Ta ezelî ezelden,

Gerçek dönmez belîden,

Yol kimden kaldı dersen,

Ol Muhammed-Ali’den.

Yol şerîat, tarîkat,

Bir deryâdır hakîkat,

Dost Dost’a ulaşanda,

Gülşen eder ma’rifet.

Kul Himmet ceme geldi,

Işk taştı deme geldi,

Ehl-i tarîk içinde,

Kaç kimseye tâc geldi?

Tarîkata hâc geldi,

Mü’mine mi’râc geldi,

Ehl-i tarîk içinde,

Beş kimseye tâc geldi.

Evvel Âdem’e geldi,

Nûh’dan ol deme geldi,

İbrâhîm Halîlullâh,

Ahmed Dedem’e geldi.

Zülfün bana bâğ geldi,

Gerçek sözün sâğ geldi,

İçinin rengi yeşil,

Muhammed’e âğ geldi.

Dil söyler salâvetten,

Seyyid-i saâdetten,

Ali’ye kırmızı geldi,

Şerbet-i şehâdetten.

Cemâlin arzı nedir,

Bile gör ırzı nedir,

İdi vir gönül bana,

Beş tâcın farzı nedir?

Tâcın farzı yol açmaktır,

Bir gerçeğe ulaşmaktır,

Betlü huyun terk edip,

Bir yahşiye ulaşmaktır.

Bu bir ulu sabâkdur,

Güzel aç dinle bak dur,

Tâcın ta’biri belli,

Eyvallâh, zikr-i Hakk’dur.

Meylim tâc-ı elifedir,

Salınan zülüfedir,

Tâcın kıblesi belli,

Eyvallâh halîfedir.

Şâhım şâhlar şâhıdır,

Âlemin penâhıdır,

Tâcın terki düvâzdeh imâm,

Ma’nâsı menâkıbıdır.

Akıl nedir, balık nedir,

Bu sırra dâhil nedir,

İdi vir gönül bana,

Beş tâcı câhil nedir?

İsminde ismin bilmez,

Resminde resmin bilmez,

Tâc-ı câhil oldur ki,

Giyer de, nefsin bilmez.

Her kim ki nefsin bilir,

Bu sırrın aslın bilir,

Nefsin bilen kişiler,

Evvel mertebesin bilir.

Ehl-i îmân aşkına,

Şâh-ı merdân aşkına,

Kul Himmet’in günâhın,

Bağışla imâmlar aşkına.

İrâdetim şâhımdır,

Er kala mi’râcımdır,

Ben şâha duâcıyım,

Şâh benim duâcımdır.

Gevher çok harc etmeye,

Kudretim yok yetmeye,

Binde birin söylerim,

Gerçek gerek tutmaya.

Kul Himmet uyan oldu,

Güzel şâh imâm oldu,

Şâhın cemâli vechinde,

Bu vasfı tamâm oldu.[106]

3. Duâlar

Yazmalarda sofra duâsından sabah ve akşam yapılacak duâlara, istiğfâr duâsından dâr duâsına kadar çeşitli duâ metinleri yer almaktadır. Geçmişten bugüne, kulaktan kulağa nakledilen duâlar zaman içerisinde kısalarak değişmişlerdir. Bu nedenle el yazması duâ metinlerine ulaşılması, orijinal metinlerin gün yüzüne çıkması açısından oldukça önemlidir. Üç nüshasına ulaşarak, edisyon kritik yaptığımız ve Türkiye Diyanet Vakfı’nın Alevî-Bektâşî Klasikleri Projesi çerçevesinde yayımlanmış olan dâr duâsı, orijinal ve tarihsel olan bir duâ metnini ortaya çıkarmış bulunmaktadır. Şu anda Anadolu’nun herhangi bir bölgesinde okunan dâr duâsı yaklaşık olarak 10 dakika sürerken, orijinal duâ metninin okunması 40 dakikayı bulmaktadır. Bu durum duânın kulaktan kulağa aktarılmasının onu orijinalinden ne kadar uzaklaştırdığını göstermektedir. El yazması eserdeki dâr duâsının baş tarafı şöyledir:

Bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm. Hak Teâlâ, yokları vâr edici ve ölmüşleri diri kılıcı ve marazları af edici Kadîr Pâdişâh’dır. Dertlere dermân, hastalara şifâ verici, cümle marazları af eyleye. Bugün ve bu sâatte, şifâ, sıhhatler vere. Allah, Allah. Ba’dehû, ammâ özü sâf, kendi sâfî, birkaç mü’min ve müslim kardaşlar, dâra duralar ve eğer zulmedici ve yola taş atıcı, zâlim elinden kurtara. Hak Teâlâ Hazretlerine, ricâ ve minnet edeler. Hak Teâlâ hazretleri ol zâlime, ilhâm ve insâf vere. Eğer insâfa gelmez ise, an-karîb Hak Teâlâ belâsını vere. İki gözleri kör ola. Ayakları ve elleri tutmaz ola. Hasmı Hak Teâlâ ola, evliyâ ola. Ba’dehû bu ölmüş kimsenin, Hak Teâlâ’dan günâhın dileyüp, yolunun dârın çeküp, bu minvâl üzre ideler: Bismi’llâhi ve bi’llâhi ve mina’llâhi ve ila’llâhi yâ müfettiha’l-ebvâbe’n-necât. İlâhî! Yâ Rabbe’l-âlemîn veyâ erhame’r-râhimîn. Hâcet kapuların aç. Hâcetlerimizi, Sen kabûl eyle ve hâcet kapuların açuk eyle. Yâ Rabbe’l-âlemîn! İki Cihân Serveri Muhammed Mustafâ salla’llâhu aleyhi ve sellem ve Şâh-ı Merdân Aliyyü’l-Murtazâ hürmetleri içün işimizi Sen âsân eyle diyeler. Andan sonra bunu okuyalar: Ellezî haleka’s-semâvâti ve’l-arda vemâ beynehümâ fî sitteti eyyâmin sümme’stevâ ale’l-arşi’r-rahmân.[107] Bu okunan Kur’ân-ı Azîm’in ve Furkân-ı Kerîm’in ve Kelâm-ı Kadîm’in izzeti ve şevketi ve kerâmeti ve bereketi ve fazîleti hürmeti içün Hak Teâlâ Hazretleri ol geçen merhûmun kabrini Cennetü’l-Me’vâ, suâlini âsân eyleye. Azâbı var ise af eyleye. Cümle günâhlarını bahş eyleye. Rahmet ve mağfiret üzere ise, rahmetini ve mağfiretini günden güne ziyâde eyleye. Diyelim: Allah, Allah.[108]

Tarîkatta pîrden el almak, tövbe etmek tarîkata girme erkânının olmazsa olmaz uygulamalarıdır. Ayrıca tövbe, istiğfâr kalp ve gönlün kötülüklerden, günâh işleme eğiliminden temizlenmesi için sıkça başvurulan bir yöntemdir. Nasıl hamdsız, salavâtsız, düvâz imâmsız, semâhsız bir cem erkânı mümkün değilse, istiğfârsız bir cem de düşünülemez. Tövbe istiğfârın gerekliliği Allâh’ın ağzından şöyle dile getirilir: “Hak Teâlâ eyitti: Mü’minlere eyit, istiğfâr eylesinler. Mûsâ eyitti: İlâhî! Ben nice eyleyim? Hak Teâlâ eyitti: Günde yirmi beş kez Estağfirullâhe ve li-vâlideyye ve li-cemî’i’l-mü’minîne ve’l-mü’minât ve’l-müslimîne ve’l-müslimât el ahyâi minhüm ve’l-emvât[109] her kim bu istiğfârı dese, ol kişiye yetmiş yedi sıddîklar sevâbın yazalar.”[110]

Bir yazmada aşağıdaki istiğfârın önce fazîleti anlatılır, sonra da olduğu gibi duâya yer verilir: “Yâ Muhammed! Her kim senin ümmetinden bu duâyı okusa, ya evinde kosa İzzet’im Celâl’im hakkı içün eğer günâhı yerler ve gökler ve feriştehler bölüğünce ve dahi kumlar ve denizler katresince günâh olsa, Recep ayı hürmeti içün bağışlayam, yine sevaplar rûzi kılam ve dahi Cennet’te bunca köşkler makâmlar virem… Hazret Aleyhi’s-Selâm emreyledi hep yazdılar, okudular ve dahi ümmete tekrâr tekrâr vasiyet eyledi kim bunu her kişiye bildirin ve bir şehirden bir şehre iletin. Bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm. Allâhümme innî estağfiruke min külli mâ tübtü ileyke sümme udtü fîhi. Allâhümme innî estağfiruke mimmâ eraytüm vecheke fehâlitni şey’in fîhi rızâke. Allâhümme estağfiruke min külli va’dî leke min nef’î sümme lem ûfi bihî. Allâhümme innî estağfiruke min külli ni’metin aleyye fe-vefeytü bihâ alâ ma’siyyetike. Yâ ilâhî ve ilâhe külli şey’in ilâhen vâhidâ. Lâ ilâhe illâ hüve’r-rahmânü’r-rahîm. Lâ ilâhe illâ hüve’l-hayyü’l-kayyûm. Kul’illâhümme mâlike’l-mülki tü’til-mülke men teşâü ve tenzi’u’l-mülke mimmen teşâü ve tu’izzü men teşâü biyedike’l-hayr. İnneke alâ külli şey’in kadîr. Tebâreke’smü Rabbike ve teâlâ ceddüke yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm.”[111]

Bir başka istiğfârın ismi Duâ-i Ahidnâme’dir ve şöyledir: “Bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm. Estağfirullâh, Estağfirullâh, Estağfirullâh, tevbeten, tevbeten, tevbeten, tövbe eyledim cemî’ günâhlarıma sağîrine ve kebîrine ve gizlisine, âşikâresine, amdine ve sehvine ve hatâsına ve unutulmuşuna estağfirullâh. Tövbe Mevlâmın kapısına geldim, Rahmet’ini uma geldim, devâsın arzuladım, Cennet’e müştâk oldum, Cehennem azâbından emân istedim. Ümîdim vardır, ben fakîre, ben zaîfe, ben miskîne inâyet eyleyip, kapısından mahrûm eylemeye. Cennet’ten ayrı düşürmeye. Estağfirullâh, Estağfirullâh, Estağfirullâh, tevbeten, tevbeten, tövbe eyledim. Allâh’ın buyruğu üzerine ve Muhammed Mustafâ sallallâhu aleyhi ve sellem[in] sünneti üzerine, Muhammed Mustafâ sallallâhu aleyhi ve sellem hürmeti içün ilâhî kabûl eyle tövbemi. Estağfirullâh, Estağfirullâh, Estağfirullâhe’l-azîm ve etûbü ileyhi. Estağfirullâh tövbe eyledim cemî’ bilmezlikle, sehv ile, hata ile eksiklik ile ettiğim günâhlarıma tövbe eyledim. Ağzım ile, gözüm, hevâ-yı nefs ile, şerr-i şeytân ile ettiğim günâhlarıma tövbe. Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Rasûlüh.[112] Şehâdet ederim ve tasdîk ederim Tanrı birdir. Yerde ve gökte, arşta ve kürsîde ve levhde ve kalemde, on sekizbin âlemde vardır. Melâikeleri hak ve gökten inen kitâbları hak, Kelâm-ı Kadîm’i hak, içinde olan Nebîlerin emri hak, mürselleri hak, Muhammed Mustafâ hak, delilleri hak, ölüm hak, azâb hak, kabir hak, suâl hak, Münker ve Nekîr hak, öldükten sonra geri dirilmek hak, kıyâmet hak, sırât, mîzân hak, Cennet hak, Cehennem hak, suâl hak tasdîk ederim. İlâhî! Yâ Rabbi! İnâyetin hakkı içün, melâikeler hürmeti hakkı içün, Kelâm-ı Kadîm’in hürmeti hakkı içün ve nebîler hürmeti hakkı içün, mürseller hürmeti hakkı içün, Habîb’in Muhammed Mustafâ sallallâhu aleyhi ve sellem hürmeti hakkı içün yâ Rabbi! Tövbe eyledim, tövbemi kabûl eyle. Günâhlarım affeyle. Rahmeti bol, eksiklik [ile] geldim, mahrûm gönderme. Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Rasûlühû[yu] her kim âhir ömründe bir kerre okusa, dünyâdan âhirete îmânla gide, tövbesi kabûl ola, günâhları yarlığana. Bi-emrillâhi teâlâ sahih tövbe budur.”[113]

4. Düvâz[deh] İmâm ve Nefesler

Alevî-Bektâşî geleneğinde Ehl-i Beyt sevgisi çok önemli bir yer tutmaktadır. Bu nedenle hangi erkân uygulanırsa uygulansın, mutlaka Ehl-i Beyt ve On İki İmâmlar anılır, onların adına düvâz[deh] imâm okunur. Onların yüzü, suyu hürmetine Allah’tan af ve mağfiret dilenir, Allah’tan onların şefâatine nâil olmak istenir. Aşağıda Çorum bölgesindeki Alevî-Bektâşî el yazmalarında rastladığımız iki adet düvâz imâm bulunmaktadır:

1

Yaratan Allâh’a kulum diyenler,

Kul olup da kulluğunda olmalı,

Güzel Muhammed’e ümmet olanlar,

Oruç tutup, namâzını kılmalı.

Evliyâlar ulusunu bilenler,

Âhiret kayıtın dünyada görenler,

Murtazâ Ali’ye belî diyenler,

Kırk sekiz hafta-i Cum’â bilmeli.

Rehbere hak deyip de oturan,

Müsâhibin sünnetini bitiren,

Hasan Hüseyin’e îmân getiren,

Cânı bâşı bu meydanda vermeli.

Zeynel Âbidîn’in yasını çekip,

Muhammed Bâkır’ın yoluna gidip,

İmâm Ca’fer’in ilmini okuyup,

Okuduğu ilme âmil olmalı.

Mûsâ Ka’zım gibi kurşunlar yutup,

İmâm Rızâ’nın yoluna gidip,

Takî’ye, Nakî’ye muhabbet edip,

İmâm Hasan Askerî’yi sevmeli.

Çünkü bu işler böyle olunca,

Tâlip rehbere teslim olunca,

Va’de yetip Mehdî zuhûr olunca,

Üstâd nazîrine doğru varmalı.

Sefîl Yûnus sever On İki İmâmı,

İmâm ilen olur işin tamâmı,

İmâmları seven mahrûm kala mı,

On İki İmâm katarına uymalı.[114]

2

Lokman Hekim emü eylese yarama,

Pîre varmayınca yoktur çaresi.

Günde varsam gelsem şâh-ı kereme,

Pîre varmayınca yoktur çaresi.

Âşık olsam türlü ma’nâ söylesem,

İnsem ilmin deryâsını boylasam,

Abdal Mûsâ’nın mehdin eylesem,

Pîre varmayınca yoktur çaresi.

Türâb olsam toprak olsam, yol olsam,

Hacı Bektâş eşiğine kul olsam,

Tâlip olsam hâl evinde hâl olsam,

Pîre varmayınca yoktur çaresi.

Şâh aşkına kurbanımı yedirsem,

Kurbanımız kabul olsun dedirsem,

Muhammed’in tülbendini yudursam,

Pîre varmayınca yoktur çaresi.

Şâh aşkına kurban etsem ağlasam,

Âh u zârî fîgân eylesem,

Mansûr gibi boynum urgan eylesem,

Pîre varmayınca yoktur çaresi.

Seksen bin hacıyla Kâ’be’den gelsem,

Âmentü okusam, abdest alsam,

Ulu câmilerde beş vakit kılsam,

Pîre varmayınca yoktur çaresi.

Arasam da kendi yolumu bulsam,

Öksüz olanların hâlini sorsam,

Şâh aşkına su dağıtsam, su versem,

Pîre varmayınca yoktur çaresi.

İsmâîl’in kurbanını yedirsem,

Cebrâîl’in hizmetini yetirsem,

Selmân gibi genç oğlanı getirsem,

Pîre varmayınca yoktur çaresi.

Kul Himmet Üstâdım Allah hüvallâh,

Er meydânında olur Allah eyvallâh,

Hüseyinler çağrışur Allah hüvallâh,

Pîre varmayınca yoktur çaresi.[115]

Sonuç

Mevlânâ araştırmacısı ünlü Alman profesörü Annemarie Schimmel kendisine atfedilen bir sözünde; “Siz Türkler hazîneler üzerinde oturan dilencilere benziyorsunuz” demiştir. Gerçekten de mümbit Anadolu toprakları sinesinde hazîne değerine sahip el yazması eserleri barındırmaktadır. Alevî-Bektâşî el yazmaları bu zengin kütüphanenin sadece bir bölümüdür. Bu değerli kitaplar araştırmacıların bir şekilde kendilerine ulaşmasını, okunmayı ve günümüz Türkçesi’ne aktarılmayı beklemektedirler. Okunduklarında ve içerisindeki bilgiler yaşanan hayata taşındığında, kültürel sermâyemiz bugüne ve yarına kazandırılmış olacaktır. En önemlisi ise millî hâfıza konumundaki bu eserler sayesinde, bize ait değerler gün yüzüne çıkartılmış olacaktır. Böylece sözlü gelenekle, yazılı gelenek bir araya gelerek, âdâb ve erkânın mürşid ve tâliblere, meraklılarına öğretimi mümkün hale gelecektir. Okurlarını sağlam bir inanca, güzel bir ahlâka, bilinçli bir ibadete yönlendiren bu eserler yakın zamâna kadar Hakk’a ulaşmaya tâlib olan cânların kılavuzları olmuşlardır. Bazısı literatürde hiç geçmeyen, bazısı da literatürde bilinmesine karşın hiç yayımlanmamış olan bu eserler, Alevî-Bektâşî geleneğinin zenginlik ve güzelliğini dil ve üslup özelliklerinin çekiciliğiyle birlikte gözler önüne sermektedirler. Bu tebliğde yer verilen bilgilere bakıldığında, her eser tek başına kendisine emek verilmeyi fazlasıyla hak etmektedir.

BİBLİYOGRAFYA

Yazma Eserler

Cönk (Yazma Eser), ts., Eyüp Öztürk Dede Özel Kütüphanesi.

Dürr-i Meknûn (Yazma Eser), H. 1258, Kemal Durmuş Dede Özel Kütüphanesi.

Erkânnâme (Yazma Eser), H. 1204, Kemal Durmuş Dede Özel Kütüphanesi.

Hikâyât-ı Meymûn-ı Bânû (Yazma Eser), H. 1176, Âşık Hasan Kurban Özel Kütüphanesi.

Mağribî, Tuhfetü’l-Uşşâk (Yazma Eser), H. 1255, Kemal Durmuş Dede Özel Kütüphanesi.

Maktel-i Hüseyin (Yazma Eser), H. 1263, Hasan Akdeniz Özel Kütüphanesi.

Mâlik b. Eşter Cenknâmesi (Yazma Eser), H. 1309, Durmuş Topal Özel Kütüphanesi.

Muhammed Hanefiyye Cenknâmesi (Yazma Eser), H. 1309, Durmuş Topal Özel Kütüphanesi.

Muharremiyye (Yazma Eser),ts,Muzaffer Şahin Özel Kütüphanesi.

Münâcât-ı Mûsâ Aleyhi’s-selâm (Yazma Eser), H. 1176, Âşık Hasan Kurban Özel Kütüphanesi.

Müşâhede-i Mâide-i Muhibbân (Yazma Eser), ts., Kemal Durmuş Dede Özel Kütüphanesi.

Seyyid Ali Baba, Risâle-i Girîdî (Yazma Eser), ts., Amasya/Gümüşhacıköy Sarayözü Köyü.

Seyyid Ali Sultân, Hidâyetü’l-Uyûn(Yazma Eser), H. 1317, Kemal Durmuş Dede Özel Kütüphanesi.

Seyyid Nizâmeddîn, Fazîletnâme (Yazma Eser), H. 972, Amasya/Gümüşhacıköy Sarayözü Köyü.

Virânî Baba Risâlesi (Yazma Eser), H. 1004, Bektaş Toka Baba Özel Kütüphanesi.

Virânî Baba, İlm-i Câvidân (Yazma Eser), H. 1290, Turan Saltık Dede Özel Kütüphanesi.

Basılı Eserler

Dâstân-ı İbrâhim Edhem, haz: Mahfuz Söylemez, Ankara, 2007, Türkiye Diyanet Vakfı Y.

Hacı Bektâş Velî, Makâlât, haz: Ali Yılmaz, Mehmet Akkuş, Ali Öztürk, Ankara, 2007, Türkiye Diyanet Vakfı Y.

Kitâb-ı Cabbâr Kulu, haz: Osman Eğri, Ankara, 2007, Türkiye Diyanet Vakfı Y.

Kitâb-ı Dâr, haz: Osman Eğri, Ankara, 2007, Türkiye Diyanet Vakfı Y.


[1]       Dinî içerikli herhangi bir esere besmele (Allâh’ın adını anarak), hamdele (Allâh’a hamd ederek)ve salvele (Hz. Muhammed ve O’nun Ehl-i Beyt’ine salât ve selâm getirerek)başlanması usûldendir. Bu eserde de bu usûle uygun hareket edildiği görülmektedir.

[2]       Erkânnâme (Yazma Eser), Kemal Durmuş Dede Özel Kütüphanesi, H. 1204, vr. 1b-2a.

[3]       Sohbet sırasında hakîkat sırlarını söylemenin gereği ile ilgili olarak bkz. Hacı Bektâş Velî, Makâlât, haz: Ali Yılmaz, Mehmet Akkuş, Ali Öztürk, Türkiye Diyanet Vakfı Y., Ankara, 2007, s. 81.

[4]       Erkânnâme, vr. 3a-3b.

[5]       A.g.e., vr. 5a.

[6]       Mağribî, Kaygusuz Abdal’ın kullandığı lakaptır. Eserdeki engin tasavvufî bilgi de bu yazma eserin Kaygusuz Abdal’a ait olabileceği düşüncemizi güçlendirmektedir.

[7]       Mağribî, Tuhfetü’l-Uşşâk (Yazma Eser), Kemal Durmuş Dede Özel Kütüphanesi, H. 1255, vr. 25a-25b.

[8]       Erkânnâme, vr. 6a-6b.

[9]       Hacı Bektâş Velî, Makâlât, s. 71.

[10]     Bu bölgede Hacı Bektâş Velî’nin Makâlât adlı eserinin nüshalarına çok sayıda rastlanılmamasına rağmen, alıntılar yapıldığı görülmektedir. Meselâ; Erkânnâme’de akıl-îmân münasebeti işlenirken eserin ismi verilmeden Makâlât’tan alıntı yapılmıştır: “Îmân akıl üzeredir. Akıl sultândır. Ten içinde nâibi îmândır. Pes sultân nâibine ne ide? Meselâ; îmân bir hazînedir, İblis uğrudur, akıl hazînedârdır. Hazînedâr gitti, uğru hazîneye nitti? Bir kavilde îmân süttür, akıl bekçidir, İblis ittir. Bekçi gitti, gör it süte nitti?” Bkz. Erkânnâme, vr. 6a; Makâlât’ta geçen ifadeler ise şu şekildedir:“Zîrâ kim îmân akıl üzredür ve akıl sultândur ve ten içinde nâyib iblîsdür. Pes sultân gitse nâyib durur. Meselâ îmân bir hazînedür. İblîs bir uğrıdur. Akl hazînedârdur. Hazînedâr gitdi uğrı hazîneyi ne itdi! Ve dahi bir kavilde îmân koyundur, akıl çobândur, iblîs kurtdur. Çobân gitdi, kurt koyuna ne itdi! Ve dahi bir kavilde îmân sütdür, akıl bekçidür, iblîs itdür. Bekçi gitdi it süte ne itdi! Ve üçü dahi bir evdedür.” Bkz. Makâlât, s. 68-71.

[11]     Münâcât-ı Mûsâ Aleyhi’s-selâm (Yazma Eser), Âşık Hasan Kurban Özel Kütüphanesi, H. 1176, vr. 9a.

[12]     Buhârî, Sahîh, Îmân 39; Müslim, Sahîh, Müsâkât 107; Nesaî, Sünen, Büyû’ 2.

[13]     Tirmizî, Sünen, Kader 7.

[14]     Mağribî, Tuhfetü’l-Uşşâk, vr. 31b-32b.

[15]     Âyetin bütününün anlamı: “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” Kaf, 50/16.

[16]     Seyyid Ali Baba, Risâle-i Girîdî, Gümüşhacıköy Sarayözü Köyü, vr. 88b.

[17]     Seyyid Ali Baba, a.g.e., vr. 90b.

[18]     Virânî Baba Risâlesi (Yazma Eser), Bektaş Toka Baba Özel Kütüphanesi, H. 1004,vr. 22a.

[19]     Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, s. 359.

[20]     Seyyid Ali Baba, Risâle-i Girîdî, vr. 12a.

[21]     Mağribî, Tuhfetü’l-Uşşâk, vr. 4b-5b.

[22]     Tasavvufta yaygın olarak dile getirilen ve hadîs-i kudsî olarak rivâyet edilen bu ifade sahîh bir senetle rivâyet olunmamıştır. Ancak vemâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ li yabudûn (Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Zâriyât, 51/56.) âyetinin İbn-i Abbâs tarafından ya’rifûnî (Beni bilsinler, tanısınlar diye) şeklinde tefsîr edilmesi sebebiyle âyetin muhtevâsından çıkarılmış bir manadır. Bkz. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c. II., s. 132.

[23]     Ebû Dâvud, Sünen, Edeb 49; Tirmizî, Sünen, 1/18.

[24]     Seyyid Ali Baba, Risâle-i Girîdî, vr. 10b.

[25]     Seyyid Ali Baba, a.g.e., vr. 11a.

[26]     Erkânnâme, vr. 2b-3a.

[27]     Kitâb-ı Dâr, s. 77-78.

[28]     Bkz. Kitâb-ı Dâr, s. 66-73.

[29]     Münâcât-ı Mûsâ Aleyhi’s-selâm, vr. 6a.

[30]     Tasavvufta yaygın olarak rivâyet edilen bu söz hadîs olmamakla birlikte, manası sahîh kabul edilmiştir. Keşfü’l-Hafâ, c. II., s. 164. Anlamı şöyledir: (Ey Habîb’im!) Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım.

[31]     Seyyid Ali Sultân, Hidâyetü’l-Uyûn(Yazma Eser), Kemal Durmuş Dede Özel Kütüphanesi, H. 1317, vr. 8a.

[32]     Virânî Baba Risâlesi, vr. 8a.

[33]     Seyyid Ali Baba, Risâle-i Girîdî, vr. 7b.

[34]     Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, s. 308.

[35]     Bkz. Erkânnâme, vr. 3b-4a.

[36]     Âyetin anlamı: “Çok merhametli (Allah), Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti.” Bkz. Rahmân, 55/1-4.

[37]     Seyyid Ali Baba, Risâle-i Girîdî, vr. 8b.

[38]     Seyyid Ali Baba, a.g.e., vr. 10b.

[39]     A.g.e., vr. 11a.

[40]     Bkz. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, s. 129-130.

[41]     Bkz. Erkânnâme, vr. 5a

[42]     Gazâli bu sözü İhyâu Ulûmi’d-Dîn adlı eserinde hadîs olarak rivâyet etmektedir. Bkz. Keşfü’l-Hafâ, c. I., s. 412.

[43]     Bkz. Erkânnâme, vr. 7b-8a.

[44]     Bkz. Erkânnâme, vr. 12a

[45]     Seyyid Nizâmeddîn, Fazîletnâme (Yazma Eser), Amasya/Gümüşhacıköy Sarayözü Köyü, H. 972,vr. 37b.

[46]     Bkz. Erkânnâme, vr. 78b-79a.

[47]     Virânî Baba, İlm-i Câvidân (Yazma Eser), Turan Saltık Dede Özel Kütüphanesi, H. 1290, vr. 11a.

[48]     Münâcât-ı Mûsâ Aleyhi’s-Selâm, vr. 10b-11a.

[49]     Makâlât, s. 60-63.

[50]     Münâcât-ı Mûsâ Aleyhi’s-Selâm, vr. 15b-16b.

[51]     A.g.e., vr. 11b.

[52]     A.g.e., vr. 12b-13a.

[53]     Erkânnâme, vr. 77b-78a.

[54]     Erkânnâme, vr. 100b-101a.

[55]     Bkz. Erkânnâme, vr. 101b-102a.

[56]     Hikâyât-ı Meymûn-ı Bânû (Yazma Eser), Âşık Hasan Kurban Özel Kütüphanesi, H. 1176, vr. 66a-68b.

[57]     Bkz. Erkânnâme, vr. 3a.

[58]     Erkânnâme, vr. 79a-80a.

[59]     Bkz. Erkânnâme, vr. 91a-91b.

[60]     Mağribî, Tuhfetü’l-Uşşâk, vr. 8b.

[61]     Seyyid Nizâmeddîn, Fazîletnâme vr. 25a-25b.

[62]     Seyyid Nizâmeddîn, Fazîletnâme, vr. 32b-33a.

[63]     Dürr-i Meknûn (Yazma Eser), Kemal Durmuş Dede Özel Kütüphanesi, H. 1258, vr. 2b.

[64]     Bkz. Mağribî, Tuhfetü’l-Uşşâk, vr. 13b-15a.

[65]     Eserde Hz. Peygamber’den şu hadîs rivâyet edilmektedir: “Beni ve Ehl-i Beyt’imi sevmek, yedi yerde fayda verir. Birincisi; kişi vefât ettiğinde Azrâîl rûhunu kolaylıkla kabz eder. İkincisi; o muhabbet nûruyla kalbi münevver olur. Üçüncüsü; mahşer yerinde arş gölgesinde olur. Dördüncüsü; kitâbı sağ eline verilir. Beşincisi; hesâbı kolay görülür. Altıncısı; mîzânda günâhlarından sevapları daha ağır gelir. Yedincisi; mahşer yerinde günâhları âşikâre olmayıp, hesapsız ve azapsız Cennet’e girer. Bkz. Seyyid Nizâmeddîn, Fazîletnâme, vr. 21a-21b.

[66]     Seyyid Nizâmeddîn, a.g.e., vr. 21a-24b.

[67]     A.g.e., vr. 29a.

[68]     Seyyid Nizâmeddîn, Fazîletnâme, vr. 23a.

[69]     Bu sözün anlamı şöyledir: “Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allâh’ın elçisidir, Ali Allâh’ın velîsidir, Fâtıma Allâh’ın kuludur, Hasan ve Hüseyin Allâh’ın sıfatlarıdır, Allâh’ın laneti Ali’ye buğz edenin üzerinedir.”

[70]     Seyyid Nizâmeddîn, a.g.e., vr. 26b-27a.

[71]     Dürr-i Meknûn, vr. 140b-141b.

[72]     Âyetin anlamı: “İçinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri! İşte arınanların mükâfatı budur.” Tâhâ, 20/76.

[73]     Muharremiyye (Yazma Eser), Muzaffer Şahin Özel Kütüphanesi, vr. 211b-212b.

[74]     Bkz. Erkânnâme, vr. 115b.

[75]     Bkz. Dürr-i Meknûn, vr. 17b.

[76]     Bkz. Erkânnâme, vr. 96b-97b.

[77]     Bkz. a.g.e., vr. 97b.

[78]     Dürr-i Meknûn, vr. 22a-22b.

[79]     A.g.e., vr. 18a-18b.

[80]     Bkz. Dürr-i Meknûn, vr. 19b-20a.

[81]     Dürr-i Meknûn, vr. 11a-11b.

[82]     A.g.e., vr. 14a.

[83]     A.g.e., vr. 21b.

[84]     Dürr-i Meknûn vr. 7b.

[85]     A.g.e., vr. 20a-21a.

[86]     A.g.e., vr. 8a-9b.

[87]     Bkz. Dürr-i Meknûn, vr. 9b-10a.

[88]     Âyetin anlamı: “…Dilediğimizde (kendilerini yok eder) yerlerine benzerlerini getiririz.” İnsan, 76/28.

[89]     Âyetin anlamı: “Üzerlerinde yeşil ipekten ince ve kalın elbiseler vardır; gümüş bilezikler takınmışlardır. Rableri onlara tertemiz bir içki içirir.” İnsan, 76/21.

[90]     Âyetin anlamı: “Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, o müminlerden râzı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir.” Fetih, 48/18.

[91]     Âyetin anlamı: “Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Müminleri (bunlarla) müjdele.” Sâf, 61/13.

[92]     Âyetin anlamı: “Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten, sonra Arş’a istivâ eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah’tır. (Bunların) her biri muayyen bir vakte kadar akıp gitmektedir. O, Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için her işi düzenleyip âyetleri açıklamaktadır.” Ra’d, 13/2.

[93]     Âyetin anlamı: “Allah ile birlikte başka bir tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka tanrı yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” Kasas, 28/88.

[94]     Âyetin anlamı: “Çocuk edinmeyen, hakimiyette ortağı bulunmayan, âcizlikten ötürü bir dosta da ihtiyacı olmayan Allah’a hamd ederim de ve tekbir getirerek O’nun şanını yücelt!” İsrâ, 17/111.

[95]     Müşâhede-i Mâide-i Muhibbân (Yazma Eser), Kemal Durmuş Dede Özel Kütüphanesi, vr. 50a-51a.

[96]     Tasavvufta yaygın olarak kullanılan bu söz, bir kabulü ifade etmektedir. Hadîs değildir.

[97]     Âyetin anlamı: “O her şeyden öncedir; kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı son’dur; varlığı âşikârdır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir.” Hadîd, 57/3.

[98]     Bkz. Tuhfetü’l-Uşşâk, vr. 23b-24a.

[99]     Seyyid Nizâmeddîn, Fazîletnâme, vr. 37a.

[100]    Seyyid Nizâmeddîn, a.g.e., vr. 1b-2a.

[101]    A.g.e., vr. 2a.

[102]    A.g.e., vr. 2b.

[103]    Âyetin anlamı: “Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın.” Mâide, 5/6.

[104]    Seyyid Nizâmeddîn, a.g.e., vr. 3a.

[105]    A.g.e., vr. 4a.

[106]    Cönk (Yazma Eser), Eyüp Öztürk Dede Özel Kütüphanesi, ts. vr. 13b-16a.

[107]    Âyetin anlamı: “Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra da arşa hükmeden Rahmân’dır…” Furkân, 25/59.

[108]    Kitâb-ı Dâr, s. 37-45.

[109]    Anlamı: “Allâh’ım! Annemi, babamı, sağ ve ölü, kadın ve erkek bütün mü’min ve müslümanları bağışla!”  

[110]    Münâcât-ı Mûsâ Aleyhi’s-Selâm, vr. 15a-15b.

[111]    Münâcât-ı Mûsâ Aleyhi’s-Selâm, vr. 56b-58a; Metnin anlamı şöyledir: “Allâh’ım! Tövbe edip de tekrar tövbemi bozup, geri döndüğüm günâhlarımdan ötürü Sen’den af dilerim. Allâh’ım! Göstermiş olduğun Cemâl’in aşkına Sen’den af diliyorum. Beni içinde hoşnutluğun bulunan şeyle hem-hâl eyle. Allah’ım! Menfaatim icabı Sana söz verip de sonra sözümden caydığım için Sen’den af dilerim. Bana verdiğin nimetlere isyan ile karşılık verdiğim için Sen’de af dilerim. Ey! Tek, bir İlâh olarak, benim ve her şeyin İlâhı olan Rabb’im! Rahmân ve Rahîm olan Allah’tan başka Tanrı yoktur. Diri ve ebedî var olacak olan o [Yüce Zât’tan] başka Tanrı yoktur. Rasûlüm! De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin. (Âl-i İmrân, 3/26) Rabb’inin ismi mübarektir, [Rabb’im!] Sen’in şânın yücedir, ey Celâl ve Kerem sahibi.”

[112]    Anlamı: “Tanıklık ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve yine tanıklık ederim ki Hz. Muhammed (s.a.v.) O’nun kulu ve elçisidir.”

[113]    Münâcât-ı Mûsâ Aleyhi’s-Selâm, vr. 57b-60b.

[114]    Cönk, Eyüp Öztürk Özel Kütüphanesi, vr. 27a-27b.

[115]    Cönk, Eyüp Öztürk Dede Özel Kütüphanesi, vr. 29a-29b.


*      Hitit Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

[1]       Yayımlanan eserler: Kitâb-ı Dâr, haz: Osman Eğri, Türkiye Diyanet Vakfı Y., Ankara, 2007; Dâstân-ı İbrâhim Edhem, haz: Mahfuz Söylemez, Türkiye Diyanet Vakfı Y., Ankara, 2007; Kitâb-ı Cabbâr Kulu, haz: Osman Eğri, Türkiye Diyanet Vakfı Y., Ankara, 2007; Yayıma hazırlanmış olanlar ise Virânî Baba’nın İlm-i Câvidân isimli eseri ile Hızırnâme’dir.

[2]       Üzerinde çalışma yapılan yazma eserler şunlardır: Maktel-i Hüseyin (Yazma Eser), Hasan Akdeniz Özel Kütüphanesi, H. 1263, Muhammed Hanefiyye Cenknâmesi (Yazma Eser), Durmuş Topal Özel Kütüphanesi, H. 1309, Mâlik b. Eşter Cenknâmesi (Yazma Eser), Durmuş Topal Özel Kütüphanesi, H. 1309.