Prof. Dr. Osman Eğri
Hakk için kendini kurban eyleyen,
Şâh-ı Merdân oğlu İmâm Hüseyin,
Cümle erenlere fermân eyleyen,
Erenler serdârı İmâm Hüseyin.[1]
Hakk-Muhammed-Ali’yi cândan seven her tâlibin zihnine bir kahraman olarak yerleştirdiği Hz. Hüseyin, Hakk için kendisini kurban eylemiştir. Burada kastedilen Hakk hem Allâh’ı, hem de zulüm karşısındaki hak ve hukûku ifade etmektedir. Hz. Hüseyin haksızlığa ve zulme boyun eğmediği, bütün baskı ve dayatmalara rağmen harâmları işleyen, yasakları çiğneyen, insanlara zulüm, cevr ü cefâ eden Yezîd’e biat etmediği için şehit edilmiştir. Onun bu denli büyük bir fedakârlığı yapmasına neden olan ise Hakk’a (Allâh’a) sadece bir âbid, zâhid olarak değil âşık derecesinde bağlı olmasından kaynaklanmaktadır. Tâliblerin gönül dünyasında yer alan ve her Alevînin çocukluğundan itibaren cemlerde, âdâb ve erkân içerisinde gözüne, kulağına ve yüreğine işleyen Hz. Hüseyin rol modelinde; hakkın yerine gelmesi, adâlet, merhamet gibi İslâm’ın temel prensiplerinin sürdürülebilmesi için gerekirse cânın verilebileceği anlayışı bulunmaktadır. Bu makalede Amasya/Merzifon Karatepe Köyü’nde bulunan el yazması bir Muharremiyye ekseninde Hz. Hüseyin’in nasıl algılandığı ve bu algının Alevî-Bektâşî erkânına nasıl yansıdığı söz konusu edilecektir. Yazılı kültürü yansıtan yazma bir eserle birlikte, sözlü geleneğe şekil veren âşıkların düvâz-imâm, deyiş, nefes ve mersiyeleri de makalenin alan malzemesini oluşturmaktadır.
Hz. Hüseyin’e böylesine büyük bir fedakârlığı yapma gücü veren yukarıdaki deyişte vurgu yapıldığı üzere; babası Şâh-ı Velâyet İmâm Ali’dir. Alevî-Bektâşî edebiyatında Hz. Ali hicreti sırasında İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’in yatağına yatan, gözü kara bir yiğit olarak resmedilmektedir. Hz. Hüseyin bir insanın yapabileceği en büyük fedakârlık olan başını vermeyi, ceddi Muhammed Mustafâ’dan miras kalan İslâm davası uğruna severek kabul etmiştir. Pir Sultan Abdal’ın Hz. Hüseyin’in bu hareketiyle, erenlere fermân olduğunu söylemesinin nedeni erenlerin yolu hakkında bilgi vermektir. Gelenekte ölmeden önce ölmeyi göze alamayan, hakîkat uğrunda cânını, başını fedâ edemeyen bir tâlib-i Hakk’ın velî veya mürşid olması mümkün sayılmamıştır. Hz. Hüseyin’e gönül veren dervişler onunla öylesine bütünleşmişlerdir ki Kerbelâ’da gövdesine açılan yaralar, sanki onların vücudunda açılmış gibidir. Çünkü o Hakk için serini kurbân eylemiştir. Deli Boran bu duygusunu şöyle ifade eder:
Bakıp çâr köşeyi seyrân eyleyen,
Yaraların bende İmâm Hüseyin,
Hakk için serini kurbân eyleyen,
Yaraların bende İmâm Hüseyin.[2]
Velâyete tâlib dervişlerden olan ve Hz. Hüseyin’i derûn-ı dilden seven Derviş Mehemmed bu sevgi ve özdeşleşmenin insanı kendinden geçirmesi; deli/dîvâne haline getirmesi sayesinde hangi manevî hallerin ortaya çıkacağını işlemektedir. Hz. Hüseyin’in yaralarını bedeninde hissettiği kadar, onun aşkına gözyaşı döken âşık, Hakk’ı kendi özünde bulma gibi bir manevî derece ile ödüllendirilmektedir. Özünü köz etmek isteyen, sözünü özünden söylemeyi murad eden âşıkların/sâdıkların gözbebeği Hz. Hüseyin’dir:
Seni seven âşık dîvâne olur,
Arar Hakk’ı kendi özünde bulur,
Yaşını silmeğe kapuna gelür,
Ver benim murâdım İmâm Hüseyin.[3]
Teslim Abdal gözündeki perdeyi aralayan, kalbini nazargâh-ı ilâhî haline getiren ve Hakk’ın dîdârını gören gerçeklerin (velîlerin) Hasan Hüseyin aşkına başlarını nasıl kurban verebileceklerini işlemektedir. Nefsinin sesine kulak vermek, hırs, kin ve öfkenin esiri olmak Hz. Hüseyin’i şehid eden Yezîd’in özelliklerindendir. Bu sebeple kalbin manevî ikliminde seyr ü sülûk etmek yerine, nefsin emirlerine itaat etmek gibi bir bayağılığı sergileyen kişi murdâr sayılmıştır. Hüseyin’leşen cânlar onun aşkına fakire, fukarâya vermenin, yemeyip yedirmenin, giymeyip giydirmenin, nefsi aşmanın ve benlik ağacını gönül şehrinden söküp atmanın sembolü olmuşlardır:
Fehmettik dîdârımızı yüzdürelim derimizi,
Kurban verdik serimizi Hasan Hüseyin aşkına.
Gerçekler kalbini güder nefsini dinleyen murdâr,
Verdiğin za’ya mı gider Hasan Hüseyin aşkına.[4]
Zulmün karşılığı adâlet, merhamet ve cömertliktir. Muharremiyye’de yas ve matem günleri yetim ve fakîrlerin gönüllerinin kazanılacağı zaman dilimi haline getirilmiştir. Şu tavsiyelerde bulunulmaktadır: “Bir kişi âşûrâ günlerinde bir fakîrin karnın doyursa cemî’ ümmet-i Muhammed’in yoksulların doyurmuşça sevap bula ve her kim âşûrâ günlerinde bir yetimin başın sığasa şefkat eliyle, Hak Teâlâ Hazreti Kemâl-i Kerem’inden eli altında ne kadar kıl var ise, adedince ol kulun derecâtını arturur. Pes mü’min olan kişiye lâzımdır ki âşûrâ günlerinde ve gayrı günlerde fakîrleri, yetîmleri, ve garîbleri hoş tutalar. Allah içün kâdir olduklarınca hürmet ve şefkat ve riâyet ideler, rencîde ve remîde (ürkütmek, korkutmak) etmiyeler. Zira gönül Hakk’ın evidir ve hem nazargâhıdır. Ev sâhibi evden hâlî değildir.”[5] Muharremiyye’deki şu ifadeler ise ihtiyaç sahiplerine yardım etme konusunda Hz. Ali’nin örnekliğini gözler önüne sermektedir: “Rivâyettir ki ol Esedullâhi’l-Gâlib Hazret-i Emîrü’l-Mü’minîn İmâm Ali ibn-i Ebî Tâlib kerremallâhu vechehû yetimleri yetîmleri ve garîbleri göricek merhamet ve şefkat idüp gâyetle hoş tutardı ve riâyet etmesine işâret iderdi…”[6]
Öğrendiği dinî bilgiyi, uğruna cân fedâ edilebilecek kadar hazmedemeyen, özü (rûhu) ve sırrıyla buluşturamayan, yani zâhiri bâtınla bütünleştiremeyen kişi rûh-ı revân-ı Muhammedî’yi kavrayamamış demektir. İnancın konusu olan ğayb görünmeyen, bilinmeyen bir âlemdir. Hz. Hüseyin kimsenin görmediği ğayba sanki görmüşçesine kesin bir inançla inandığı ve inancının gereğini yerine getirdiği için cümle mü’minlerin şâhı olmuştur. Mü’minler Fuzûlî’nin Hadîkatü’s-Süedâ’da anlattığı üzere akrabası Müslim bin Akil’in ölüm haberini alınca; “Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.”[7] âyetini okuyan Hz. Hüseyin örneğinden yola çıkarak, îmânın bedelinin yüksek bir tasdîk olduğunu kavrayabilmektedirler. Alevî-Bektâşî algılamasında Hz. Hüseyin mü’minlerin îmânını artıran bir fenomendir. Pir Sultan Abdal yukarıdaki deyişin bir başka dörtlüğünde bu gerçeğe şöyle dikkat çekmektedir:
Bâtının sultânı mü’minler şâhı,
Ğayb âleminin şems ile mâhı,
Şah Hüseyin deyü ederler âhı,
Mâtem ile zârı İmâm Hüseyin.[8]
Alevî-Bektâşînin muhayyilesinde Muharrem ayı ve özellikle aşûre günü, sadece mü’minlerin değil, bütün cihânın hû çekip ağladığı bir gündür. Hz. Hüseyin ve Âl-i Abâ muhibbi olan Âşık Cevâbî Ehl-i Beyt’i sevenleri ağlamaya davet ederken, Hz. Hüseyin aşkına gözyaşı dökenlerin ancak îmân ehli olabileceklerini haber vermektedir. Hakk’a îmân, Hakk için kendisini kurban eyleyen İmâm Hüseyin için gözyaşı dökmeyi gerektirmektedir:
Sen nice gâfil durursun ey muhibb-i hânedân,
Firkatinden hû çeker cümle cihân ağlar bugün,
Hakk’ı inkâr eyleyen münkir, münâfık ağlamaz,
Didesinde nem döken ehl-i îmân ağlar bugün.[9]
Âşık Ali de tıpkı Cevâbî gibi gaflete dalıp, Hz. Hüseyin’in çektiği acıları görmezden gelenleri, hayatında Muharrem yasına yer vermeyenleri uyandırmak istemektedir. Ancak onun dikkat çektiği konu biraz daha farklıdır. O Muharrem’de İmâm Hüseyin aşkına ağlamanın Allah tarafından bir şekilde değerlendirileceği üzerinde durmaktadır:
Ağla bugünlerde gözünü silme,
Âb-ı revân eyle, za’y olur sanma,
Aç gözün gafletten sen, gâfil olma,
Ağla gözler İmâm Hüseyin aşkına.[10]
Zahmî’ye göre; matemin her Muharrem’de yenilenmesi normal bir durumdur. Çünkü bütün melekler, insanlar ve cinler aşûre günü matem tutmaktadırlar:
Dila tecdîd-i ma’tem et bugün mâh-ı muharremdir,
Melâik, ins ile cinnî bugün hep ehl-i ma’temdir.[11]
Muharrem ayının dışında da kırk sekiz Cuma olarak isimlendirilen ve yılın kırk sekiz haftası Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan geceleri cem erkânı yürütülmektedir. Erkân sırasında Hz. Hüseyin aşkına su dağıtılması ve okunan mersiyelerin gözyaşı dökülerek dinlenmesi, tâliblerde oldukça güçlü bir Hz. Hüseyin algısı meydana getirmektedir. Muharremiyye’deki şu satırlar aşûre gecesi erkânını özetlemektedir: “Pes imdi bilmiş olasız kim âşûrâ günlerinde Ehl-i Beyt-i Rasûl’ün muhibleri cem’ olup, bir yere gelseler, aş pişirip, sohbet kılsalar, Hadîkatü’s-Süedâ ve Ravzatü’ş-Şühedâ ve bazı mersiyeler okuyup, Âl-i Muhammed’in yezîdler elinden çektikleri cefâların ve derd ü belâların yâd idüp, firkat ve rikkatle giryân olup, gözlerinden bir katre yaş akıtanların cümle günâhları hazân vaktinde ağaçların yaprakları döküldüğü gibi döküle… Dahi Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazreti buyurur ki: Ey kullarım! Bilin ve işitin ki âşûrâ günlerinde benim Habîb’im evlatları içün gözlerinden bir katre yaş akıtanların gözleri yaşın Âb-ı Hayât’a kattım ve her kim ol Âb-ı Hayât çeşmesinden nûş iderse (içerse) ölmez dirlik bula ebedü’l-âbâd.”[12]Her cemde mutlaka on iki hizmetten birisi olan su dağıtılması Kerbelâ’da susuz bırakılan Hz. Hüseyin aşkına yapılır. Böylece ceme katılan cânlar, Kerbelâ’da susuzluktan şehit olanların çektikleri sıkıntıyı tecrübe ederek, susamışları suya kandırma deneyimini yaşarlar. Bir nevî nefislerinde var olması muhtemel bulunan mazlûm insanları susuz bırakma, onlara eziyet etme eğiliminden uzaklaşmaktadırlar. Suyu dağıtan sakkasucu da, suyu içenler de benzer duygulara ortak olarak, Hz. Hüseyin ve yetmiş iki evlâdına su verirmişçesine erkânı uygulamaktadırlar. Dürrî yaşananları mısralara şöyle yansıtmaktadır:
Sâkıya ver kırbadan âşıklara bir dane su,
Ahmed-i Mahmûd-ı Muhammed Mustafâ’nın aşkına,
Ah ciğer bin pâre oldu evliyânın aşkına,
Şah Hasan Hulk-ı Rizâ sâhib-i vefânın aşkına,
Vaka-yı Şâh Hüseyin’in aşkına ver câne su,
Kerbelâ vadilerinde cân veren atşâne su.[13]
Mersiyede ifade edildiği gibi cemde dağıtılan su, aynı zamanda Ahmed-i Mahmûd-ı Muhammed Mustafâ’nın aşkınadır. Hz. Hüseyin herhangi bir insan değildir. Cümle mü’minlerin ikrâr verdiği, îmân getirdiği İki Cihân Serveri Muhammed Mustafâ’nın torunudur. Haydar-ı Kerrâr, Sâhib-i Zülfikâr’ın ve Hz. Fâtıma’nın oğlu, Hz. Hasan’ın kardeşidir. Hıfzî Hz. Hüseyin’i şehid edenlerin Hazret-i Peygamber’in hukûkunu saymadıklarını dile getirir. Hz. Hüseyin’i şehid edenler bir anlamda âlemlerin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Hz. Peygamber’in kanını yere dökmüşlerdir. Onlar görünüşte Müslüman olmalarına rağmen dünya, makâm ve mevkî hırsına kendilerini kaptırarak, kalplerindeki inancı kaybetmiş kimselerdir:
Çün bilirdi nûr-ı çeşm-i Ahmed-i Muhtâr idi,
Vâlidi Âl-i Cenâb-ı Hazret-i Kerrâr idi,
Mâderi bint-i Rasûl-i Hazret-i Zehrâ idi,
Dâderi pâk-i Hasan-ı Hulk-i Rizâ Hünkâr idi,
Nesl-i Peygamberliğin âyâ kim ızhâr idi,
Biz azim fitne uyandırdı Yezîd-i bî-hayâ,
Söyle vallâhi sezâdır cânına lâ’net sezâ.
Allah Allah öyle bedbahtın olup fermânberi,
Saymadı asla hukûk-ı Hazret-i Peygamber’i,
Bir içim suyu diriğ etti havâric leşkeri,
Sûretâ İslâm idi sîrette kâfir ekseri,
Olmadı böyle musîbet devr-i Âdem’den beri,
Ya nice yaş dökmesin erbâb-ı aşkın gözleri,
Biz azim fitne uyandırdı Yezîd-i bî-hayâ,
Söyle vallâhi sezâdır cânına lâ’net sezâ.[14]
Hz. Hüseyin’in Kerbelâ fâciâsına kadar devam eden, kararlı ve kendinden emin duruşu, o günden bugüne milyonlarca insanı etkilemektedir. Hatâyî, Hz. Peygamber’in Hz. Ali’ye hitaben söylediği rivâyet edilen; “Ey Ali! Ben Kur’ân’ın tenzîli için mücadele ettim, sen de te’vîli için mücadele edeceksin” hadîsini hatırlatırcasına, Hz. Hüseyin’in kesik başının dahi Kerbelâ’da Kur’an okuduğunu dile getirir. Bu iç yakıcı fotoğraf Alevî-Bektâşînin zihninde sürekli canlı tutulan Ben size benden sonra dalâlete düşmeyeceğiniz iki emanet bırakıyorum. Bunlar Kur’an ve Ehl-i Beyt’imdir hadîsi ile de anlam bütünlüğü oluşturmaktadır. Kevser havuzunun başına kadar birbirinden ayrılmayacak olan Kur’an ve Ehl-i Beyt şehâdet pahasına birbirinden kopmamıştır. Hz. Hüseyin dedesinden miras kalan Kur’an emanetine cânı ve başı pahasına sahip çıkmıştır. Onun bu sadâkati derviş ve tâliblerin Kur’ân’a bağlılığını daha da pekiştirmektedir:
Kerbelâ’da delik taşlar,
Kur’an okur kesik başlar,
Fatmanaya olan işler,
Âh Hüseyin vâh Hüseyin.[15]
Erkân sırasında kurbanlar kesilmekte; lokmalar yenilmektedir. Pîrin, mürşidin duâsından sonra yenilen bu lokmalar “rızâ lokması”dır. Birbirinden râzı olmayan, birbirine helâllik vermeyen cânların rızâ lokması yemesi doğru sayılmaz. Bu sebeple dede (pîr) cânlara dönerek; “birbirinizden râzı mısınız, aranızda bir başkasından ağrınmış, incinmiş var mı?” diye sorar. Aralarındaki senlik ve benliği kaldırmayanların, Hüseyin’leşerek dünya hırsını terk etmeyenlerin, Hakk için cânını ve başını vermeyenlerin, birlik ve dirliği sağlamayanların rızâ lokmasını yemelerine izin verilmez. Malatyalı Sâdık Baba bir mersiyesinde yenen lokmanın Hasan ile Hüseyin aşkına olduğunu vurgular:
Kaldır gitsin senlik benlik hatalar,
Benliğe yok dedi güzel atalar,
Kesilen kurbanlar yenen lokmalar,
Hasan ile Hüseyin’in aşkına.[16]
Böylece âdâb ve erkân açısından bir eksiği kalmayan, senlik ve benliği terk ederek, yolun hakkını veren bir cân (tâlib) rızâ lokmasını yiyebilir. Tâlib kendi ailesi içerisinde de huzûr ve güveni temin edebilmelidir. Hz. Hüseyin yârânı ve evlâdı ile birlikte şehit olmuştur. Onun en yakınındakiler, en yakın akrabalarıdır. Bu sebeple Muharrem ayı ev halkı ve akrabalar ile olan ilişkilere de dikkat edilmesi gereken bir zaman dilimi sayılmıştır. “Ol günlerde her kim kendi ehlin ve iyâlin hoş tutsa, Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazreti ânın dirliğin dünyadayken kılıvere, hâl-i hayâtında oldukça azîm dirlik süre, kimseye muhtaç olmaya, ol dirlikle pîrliğe irişe, sâlihler, velîler gürûhuna karışa…”[17] cümlesi erkânın aile ilişkilerine verdiği önemi göstermektedir. Eğer tâlibde bir eksik, bir kusur varsa bundan birinci derecede onun manevî eğitimini gerçekleştiren rehber sorumludur. Şah Hatâyî rehberden tâlibinin eksiğini tamamlamasını ister. Tâliblerin sorgu ve görgüden geçtikleri, bir nevî sosyal kontratın/sözleşmenin yapıldığı meydân, hem eksikliklerin tamamlandığı, hem de rızâ lokmasının yendiği bir mekândır. Hakk aşkının nûş edildiği bu meydânda semâh dönebilmek için, öncelikle Hüseyin ahlâkına sahip olmak gerekir:
Rehber tâlibini arıkla getür,
Tamâm eyle eksük yerlerin yetür,
Rızâ lokmasını meydana getür,
Yiyelim İmâm Hüseyin aşkına.[18]
Hatâyî başka bir deyişinde meydânda semâh dönen peyklerin dînin serveri İmâm Hüseyin’in dervişleri olduğu vurgusunu yapar. Hakk aşkından dolayı yana yana, döne döne Allah Allah diyenler, kadir gecelerindeki lutuf ve inâyete de mazhar olurlar. İnceden ince bu yol, İmâm Ca’fer’den Hz. Hüseyin’e kadar sürüp gitmektedir:
Senin dervişlerin semâlar döner,
Kadir geceleri şem’alar yanar,
Katarımız İmâm Ca’fer’e uyar,
Gel dînim îmânım Hüseyin.[19]
Alevî-Bektâşî erkânında aşûre gecesi, günâhların Allah tarafından bağışlandığı bir tövbe gecesi de sayılmıştır. Gelenekte Hz. Hüseyin rûhu, Yezîd nefsi temsil etmektedir. Tâlibler bu gece nefislerinin fısıltılarından kurtularak, rûhlarının esintilerine kendilerini kaptıracak ameller yaparlar. Muharremiyye’de bu olay Hz. Peygamber’le ashâbı arasında geçen bir olaya dayandırılarak, tövbenin usûlü de anlatılmış olmaktadır: “Rivâyettir ki Medîne şehrinde sahâbelere katı hastalık ârız oldu. Rasûl Hazretine arz ettiler. Buyurdu ki: Âşûrâ gecesi gusül eylen, Hak Teâlâ Hazreti cemî’ günâhlarınızı yârlığaya ve bedeniniz sıhhat bula didi. Vardılar sahâbe gusül ittiler. Âşûrâ gününün gecesi tâat ve ibâdet ittiler. Fi’l-cümle sıhhat buldular. Hak Teâlâ Hazreti’ne şükürler kıldılar. Âşûrâ gecesi her kim pâk gusül idüp, başına su koya, bir âşûrâya değin hastalık görmeye. Dahi başında olan kıl adedince günâhı olsa, Hak Teâlâ Hazreti yarlığaya, rahmet ve mağfiret eyleye.”[20] Şah Hatâyî aşağıdaki; hata ettim günâhımı bağışla redifli deyişinde Allâh’a yakarışın şeklini seslendirmektedir:
Seksen bin Urum Erenleri içün,
Doksan bin Horasan Pîrleri içün,
Hasan Hüseyin’in nûrları içün,
Hata ettim günâhımı bağışla.[21]
Muharremiyye’de Hz. Peygamber’in Abdulah bin Mes’ûd’a tavsiye ettiği daha ayrıntılı bir aşûre gecesi erkânı yer almaktadır. Bu erkânda aşûre gecesi kaç rek’ât namâz kılınacağı, hangi rek’âtta hangi sûrenin okunacağı, kaç kere salavât getirilip, tesbîh çekileceği ve okunacak duâ tarif edilmektedir: “Her kim âşûrâ gecesi pâk gusül idüp ve abdest alıp, ârî donlar giyse, kıbleye müteveccih olup, on rek’at namâz kılsa, her bir rek’atta bir Fâtiha üç İhlâs-ı Şerîf ba’de’l-ferâğ tesbîh ve duâ kılıp, yetmiş kerre Rasûlullâh Hazreti’ne salavât getirse ve yetmiş kerre istiğfâr-ı tövbe idüp Estağfirullâh Sübhânallâh ve’l-Hamdü lillâhi velâ ilâhe illallâhu vallâhu ekberu lâ havle velâ kuvvete illâ bi’llâhi’l-aliyyi’l-azîm dese, Hak Sübhânehû ve Teâlâ o kişinin kabrini misk ve amberle doldura ve feriştehlere buyura ki; kıyâmete değin ol kulun mezârın ziyâret ideler ve kıyâmet gününde kabrinden kopıcak şehîdler ve sâlihlerle haşrola, hesâbsız ve azâbsız Cennet’il-Me’vâ’ya ve Firdevs-i A’lâ’ya vâsıl ola.”[22]
Pîr Sultan Abdal’ın ifadesiyle; erenlerin serdârı olan İmâm Hüseyin, velâyet için gerekli olan cândan geçme amelini yerine getirerek, erenlere bir nevî maneviyât fermânı yazmıştır. Muharremiyye velâyete nasıl erilebileceği hakkında da bilgiler verilmektedir. Hakk için kendisini kurbân eyleyen Hz. Hüseyin’in ayı olan Muharrem’de tâlib-i velâyetin dilinin virdi olan Hakk’ın güzel isimleri de sıralanmaktadır. Yazmada Muharrem’in ilk gününden itibaren sabah namâzından sonra Cenâb-ı Hakk’ın Allâh, Hafîz, Alî, Kâfî, Bâsit, Rezzâk, Selâm, Vedûd ve Azîz isimlerinin kaçar kere zikredileceği tarif edilmektedir. Her bir ismi zikretmenin maddî ve manevî fazîletleri anlatılmaktadır.
Böylece Hz. Hüseyin rol modelinin zihinlerde canlandığı, kökleştiği Muharrem ayı tâlib ve dervişlerin maddî/manevî kirlerden arındıkları, Hüseyin’leştikleri, Hakk ve hakîkata bağlılıklarının arttığı bir zaman dilimi olmaktadır. Mürşidin şahsında Muhammed Mustafâ (s.a.v.)’ya verilen ikrârın tazelendiği bu ayda, okunan mersiyeler ve dökülen gözyaşları sayesinde gönüllerdeki dinî ve ahlâkî duygular yeşermektedir. Harekete geçen iyilik yapma iradesi sayesinde fakîr, miskîn ve yetimler sevindirilmektedir. Nefsin aşıldığı bu süreçte Ehl-i Beyt’in en önemli vasfı olan cömertlik, şefkat ve merhamet gibi toplumu birbirine yakınlaştıran duygu ve davranışlar daha kolay karakterize edilebilmektedir. Mersiye ve Maktel-i Hüseyin’lerle birlikte Kur’ân’ın daha çok okunduğu, Allâh’ın daha fazla zikredildiği bu ayda tâlibin ailesi ile olan ilişkileri de olumlu yönde etkilenmektedir. Bu ayda Allâh’ın birliğini ifade eden kelime-i tevhîd daha bir içten okunarak, peykler semâhı daha büyük bir ilâhî coşkuyla dönmektedirler. Lâ ilâhe illallâh, illallâh Şâh illallâh, Ali mürşid güzel Şâh, Şahım eyvallâh eyvallâh sözleriyle edâ edilen miraçlama erkânı sırasında Allah sevgisi yüreklere işlenmektedir. Hz. Hüseyin aşkına dağıtılan suyla zihinlerdeki ma’rifet ve kalplerdeki muhabbet artmaktadır.
MUHARREMİYYE
/205a/ Kitâb-ı Şerh-i Beyân-ı Âşûrâ Fazl-ı Beyne’l…Meşhûrâ
Bismillâhirrahmânirrahîm
Ve’l-fecri veleyâlin aşri Pes imdi ey mü’minler bilmiş olasız ki âşûrâ gününün ve gecesinin fazîletin Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazreti Kelâm-ı Kadîm’inde ve Kur’ân-ı Azîm’inde buyurmuştur. Bu âşûrâ gününün ve gecesinin fazîleti şerhi eğer bi’t-tamâm ve’l-kemâl zikir olunursa gâyetle söz mutavvel (uzun) olur. Lâkin biz muhtasar (kısa) kıldık. Ânın içün bu denlü şerh-i beyân itdik ki bilmeyen ve işitmeyen kişiler bu âşûrâ gününün ve gecesinin fazîletin ve sevâbın dinleyeler, cân-ı gönülden bu sözün manasın anlayalar, bu kitaptan bir feyz alalar. Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazreti katında makbûl ve mağfûr olalar ve kâtibine hayır duâlar kılalar. İmdi âkil olan kişi bir kelâmın aslın işitti, dükelin (hepsini, bütününü) bilür, tatvîle (uzatmaya) ihtiyaç olmaz. Kâle’n-Nebiyyü sallallâhu aleyhi ve sellem: Men sâme selâse yevmen min âşûratin keteba’llâhu lehû ibâdeten sittîne senetin sıyâmühâ nehâren ve kıyâmühâ leylen ve a’tî sevâbe elfi melekin. Yani Hazret-i Rasûl-i Ekrem /205b/ sallallâhu aleyhi ve sellem buyurmuştur ki: Âşûrâ günlerinde her kim üç gün oruç tutsa, Hak Teâlâ Hazreti ol kula altmış yıl oruç tutmuşunca sevap vire şöyle kim gece kâim gündüz sâim olmuşça sevap vire ve bin ferişteh sevâbın vire ve bin kabûl olmuş hac sevâbın vire ve bin şehîd, gâzî kılmışca sevap vire. Ammâ âşûrâ günlerinde üç gün didiğümüz şehr-i Muharrem’in dokuzuncu ve onuncu ve on birinci günleridir. Ol günlerde kâdir olduğu kadar aş pişirüp fukarâya vire. Yedi eve değin ulaşdura. Akşam oldukta kendü ol aşla orucun aça. Nakildir ki zamân-ı evvelde bu âşûrâ orucu farz idi; Nûh Peygamber aleyhi’s-selâm zamânında. Rasûl-i Ekrem Hazreti zamânına gelince her Peygamber ki geldi ümmetlerine buyurdu, tutarlardı ve ol vakit ki Hazret-i Rasûl-i Ekrem sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem zamânı geldi, Dîn-i İslâm’ı zuhûr kıldı. Emr-i Hakk’la ümmetlerine buyurdu ki Ramazân ayın oruç tutalar. Öyle olsa, Ramazân ayı farz oldu, âşûrâ orucu sünnet oldu /206a/ Kâle Rasûlu’llâh sallallâhu aleyhi ve selem: Men eftera indehû mü’minün fî yevmi âşûratin Rasûlullâh Hazreti sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem buyurmuştur ki: Bir kişi âşûrâ günlerinde bir fakîrin karnın doyursa cemî’ ümmet-i Muhammed’in yoksulların doyurmuşça sevap bula ve her kim âşûrâ günlerinde bir yetimin başın sığasa şefkat eliyle, Hak Teâlâ Hazreti Kemâl-i Kerem’inden eli altında ne kadar kıl var ise, adedince ol kulun derecâtını arturur. Pes mü’min olan kişiye lâzımdır ki âşûrâ günlerinde ve gayrı günlerde fakîrleri, yetîmleri, ve garîbleri hoş tutalar. Allah içün kâdir olduklarınca hürmet ve şefkat ve riâyet ideler, rencîde ve remîde (ürkütmek, korkutmak) etmiyeler. Zira gönül Hakk’ın evidir ve hem nazargâhıdır. Ev sâhibi evden hâlî değildir. Hak Teâlâ Hazreti ânın gibi (…) gönüllerde olur; hakâret gözüyle bakmayasın. Zinhâr bir kimsenin gönlün yıkmayasın ki Hakk’ın evin yıkmak gibidir. Rivâyettir ki ol Esedullâhi’l-Gâlib Hazret-i Emîrü’l-Mü’minîn İmâm Ali ibn-i Ebî Tâlib kerremallâhu vechehû yetimleri yetîmleri ve garîbleri /206b/ göricek merhamet ve şefkat idüp gâyetle hoş tutardı ve riâyet etmesine işâret iderdi. Günlerde bir gün Yemen iklîminin sultânlığın kendi mukarreblerinden bir kimseye virdi ve buyurdu, menşûrın (fermân) yazdılar. Meğer kim ol vakit Hazret-i Ali’nin katında bir yetim masum oğlancık var idi. Mübârek eliyle okşayıp, ânın başın sığardı, merhamet ve şefkat idüp, ânı hoş tutardı ve ol beğ dahi ânda hâzır idi. Ânı öyle görüp itdi: Yâ Ali! Bu oğlancığı ne yavlak (çok, gayet) hoş gördün. Hod kendi iyâlin değildir didi. Hazret-i İmâm Ali kerremallâhu vechehû itdi: Bir kimsenin ki garîblere ve yetîmlere kendi iyâli gibi şefkati olmaya, ol kişi beğliğe lâyık değildir didi. Ol beğin yazılan takrîrin kendi mübârek eliyle pâre pâre kıldı, ona beğlik virmedi. Ol kişi söylediği söze nâdim odu ve rem-beste (sessiz) kaldı. Abdullâh ibn-i Abbâs rivâyet ider Rasûlullâh Hazretinden sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem buyurmuşlardır ki şehr-i Muharremü’l-Harâm’ın evvelinden onuna değin âşûrâ dirler. Ol günlerde her kim kendi /207a/ ehlin ve iyâlin hoş tutsa, Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazreti ânın dirliğin dünyadayken kılıvere, hâl-i hayâtında oldukça azîm dirlik süre, kimseye muhtaç olmaya, ol dirlikle pîrliğe irişe, Sâlihler, velîler gürûhuna karışa didi. Ve her kim âşûrâ günü kurbân eylese, Hak Teâlâ Hazreti İsmâîl Peygamber aleyhisselâm hasenâtınca sevap vire. Bilmek gerektir ki âşûrâ günü aş pişirmek Nûh Nebî Neciyyullâh salavâtullâhi aleyhi ve sellem Hazretlerinden kalmıştır. Ol vakit kim tûfândan necât buldu. Kimisi Tûr dağına çıktı. Âşûrâ günü idi, kavmi dükeli (hepsi) acıkmışlardı. Kiminde buğday ve kiminde nohut ve kiminde mercimek ve kiminde üzüm, bunları cümle bir kazana koyup pişirdiler. Ânı iftâr idüp, halâslık şükrânesi içün duâ kıldılar. Ândan beri ol aşı pişirmek bize vâcib oldu. Gücü yeten ğanîceler pişirip fukarâya vireler. Bu aşı her kim pişirse, Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazret-i Nûh Peygamber sevâbın vire. Dahi âşûrâ günü gözlerine sürme çekmek Nûh Peygamberden kalmıştır. Kâle Rasûlullâh /207b/ sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem: Men iktehale fî yevmi âşûrâ lem termed aynâhu ebedâ. Fi’l-cümle kavmiyle gözleri tûfândan ağrımıştı. Cibrîl-i Emîn Hazret-i Rabbü’l-âlemîn’den vahiy getirdi ki ol aş pişirdikleri kazanın karasın sürme çekineler. Gözlerine çektiler, fi’l-hâl cümlesi şifâ buldular. Ol günde bu kehli gözlerine her kim çekse, ömründe göz ağrısı görmeye, inşâallâhu teâlâ. Rivâyettir ki Medîne şehrinde sahâbelere katı hastalık ârız oldu. Rasûl Hazretine arz ettiler. Buyurdu ki: Âşûrâ gecesi gusül eylen, Hak Teâlâ Hazreti cemî’ günâhlarınızı yârlığaya ve bedeniniz sıhhat bula didi. Vardılar sahâbe gusül ittiler. Âşûrâ gününün gecesi tâat ve ibâdet ittiler. Fi’l-cümle sıhhat buldular. Hak Teâlâ Hazreti’ne şükürler kıldılar. Âşûrâ gecesi her kim pâk gusül idüp, başına su koya, bir âşûrâya değin hastalık görmeye. Dahi başında olan kıl adedince günâhı olsa, Hak Teâlâ Hazreti yarlığaya, rahmet ve mağfiret eyleye. Dahi Abdullah ibn-i Mes’ûd /208a/ radiyallâhu anh rivâyet kılur Rasûl Hazreti’nden sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem buyurmuştur ki: Her kim âşûrâ gecesi pâk gusül idüp ve abdest alıp, ârî donlar giyse, kıbleye müteveccih olup, on rek’at namâz kılsa, her bir rek’atta bir Fâtiha üç İhlâs-ı Şerîf ba’de’l-ferâğ tesbîh ve duâ kılıp, yetmiş kerre Rasûlullâh Hazreti’ne salavât getirse ve yetmiş kerre istiğfâr-ı tövbe idüp Estağfirullâh Sübhânallâh ve’l-Hamdü lillâhi velâ ilâhe illallâhu vallâhu ekberu lâ havle velâ kuvvete illâ bi’llâhi’l-aliyyi’l-azîm dese, Hak Sübhânehû ve Teâlâ o kişinin kabrini misk ve amberle doldura ve feriştehlere buyura ki; kıyâmete değin ol kulun mezârın ziyâret ideler ve kıyâmet gününde kabrinden kopıcak şehîdler ve sâlihlerle haşrola, hesâbsız ve azâbsız Cennet’il-Me’vâ’ya ve Firdevs-i A’lâ’ya vâsıl ola. Sahâbeler itdiler: Yâ Rasûlallâh! Bu namâzı hangi gece kılalım didiler. Buyurdu ki: Muharrem ayının onuncu gecesi kılmak gerek didi. Her hangi kişi kim benim ümmetimden bu on gün içinde ömrün tâatla geçirse, Hak Teâlâ /208b/ Hazreti ol kula dâim iyilikler rûz kıla ve çok ihsânlar eyleye, hâlet-i nez’de cân acısın görmeye. Dahi suâl itdiler: Yâ Rasûlallâh! Bu on gün içinde hangi namâzı kılalım didiler. Buyurdu ki: Her kim bu on gün içinde kırk rek’at namâz kılsa, günde dört rek’at namâz olur. Her rek’atta bir Fâtiha, üç İhlâs-ı Şerîf okuya, dörtte bir selâm vire. Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazreti ol kula bir yıl ibâdet etmişce sevap vire. Suâl itseler ki bu âşûrâ gününe niçün âşûrâ dirler. Cevâb bu vecihledir ki on Peygamber bu on gün içinde kerâmete erişti. Evvel Hazret-i Âdem Safiyyullâh âşûrâ günü tövbesi kabûl oldu. İkinci İdrîs Peygamber aleyhi’s-selâm Cenneti’l-Me’vâ ve Firdevs-i A’lâ’ya dâhil oldu, hulle donları biçmek içün ve hûrîler kocmak (kucaklamak) içün ve Cennet taâmlar[ın]dan yiyüp mâ-i selsebîle ve âb-ı kevsere ve şerâben tahûru içmek içün. Üçüncü Yûnus Peygamber aleyhi’s-selâm balık karnından âşûrâ günü çıktı. Dördüncü Eyyûb Peygamber aleyhi’s-selâm derd ü belâ ve gam ve elem /209a/ ve endüh-ı (gam) minnetten âşûrâ günü halâs oldu, vücûdu sıhhat buldu. Beşinci Mûsâ Peygamber aleyhi’s-selâm Firavun şerrinden âşûrâ [günü] kurtuldu. Altıncı Yûsuf Peygamber aleyhi’s-selâm kuyudan çıktı, âşûrâ günü Mısır’a sultân oldu. Yedinci Ya’kûb Peygamber aleyhi’s-selâm oğlu Yûsuf’u âşûrâ günü buldu, hüznü sürûra tebdîl olup, ağlaması sâkin oldu. Sekizinci Dâvud Peygamber aleyhi’s-selâm âşûrâ günü teber duâsı hedef-i icâbet buldu. Zebûr kitâbı ana nâzil oldu. Dokuzuncu Îsâ Peygamber aleyhi’s-selâm âşûrâ günü dergâh-ı Hakk’a yüz tuttu, dördüncü kat göğe urûc itti. Onuncu Nûh Peygamber aleyhi’s-selâm tûfân-ı belâdan âşûrâ günü kurtuldu ve Hazret-i Rasûl evlatlarından bir nice kimseler şehîd oldular. Hazret-i İmâm Hüseyin ve evlatları ve birâderleri ve tevâbi’leri ve Abbâs, Ali ve Hazret-i Hamza ve Sa’îd rıdvânullâhi teâlâ aleynâ ve aleyhim ecma’în. Çünkim sahâbeler âşûrâ gününün bu denlü kerâmetin ve fazîletin işittiler, itdiler: Yâ Rasûla’llâh! Bu âşûrâ gününün ne yavlak, azîm sevâbın /209b/ söyledin ve ne çok şerhin eyledin didiler. Rasûl Hazreti sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem buyurdu ki: Yâ sahâbelerim! Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazreti Kur’ân-ı Azîm’inde buyurmuştur: Haleka seb’a semâvâtin ve’l-arda yedi tabaka yerleri ve yedi tabaka gökleri, arşı, kürsîyi, on sekiz bin âlemi ve cümle feriştehleri ve cemî’ mahlûkatı, uçmağı ve tamûyu ve üç yüz altmış bir dağları ve Hazret-i Âdem aleyhi’s-selâmın kalıbın ve Hazret-i Havvâ’yı âşûrâ [günü] halk itdi ve Hazret-i İbrâhîm Halîl âşûrâ gün[ü] vücûda geldi ve dünyâ serâbından âhiret mülküne âşûrâ günü gitdiler rahmetullâhi aleyh. Haberde gelmiştir ki zamân-ı evvelde kâfir elinden bir esîr çıktı, kaçtı. Kâfirler haberdâr olup, ânın ardına düştüler, tâ kim eriştiler, birbirin çığrıştılar. Karga gibi ânın başına üş[üş]tüler. Ol tutsak bu hâli gördü, ağladı, yüz yere sürdü, Hak Teâlâ Hazretine tazarru, niyâz idüp münâcât eyledi. İtdi: Yâ İlâhe’l-âlemîn! Âşûrâ günü hürmeti içün beni bu dîni ayrı din düşmanlarının elinden halâs eyle didi. /210a/ Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazreti Fermân-ı Birle ol kâfirlerin gözleri görmez oldu, tutamadılar. Ol Müslümân tutsaklıktan kurtuldu. Âşûrâ günü hürmetine halâs olup, Hak Teâlâ Hazretine hezârân şükür kıldı. Meğer kim ol vakit hikmetle âşûrâ günü idi. Üç gün, üç gece yürüdü. Dâim Allah dir idi. Havfından (korkusundan) bir şehre ve ve bir köye uğramadı. Beni tutarlar diyü aç ve susuz sâim ve kâim giderdi, Hakk’ı zikir iderdi. Hak Teâlâ Hazreti fermânıyla feriştehler uçmak taâmlarından getürdiler ve Âb-ı Kevser şerbetinden içirdiler. Hâl-i hayâtda oldukça ol kimse dünyâ taâmlarından yemedi ve bu ahvâli kimseye demedi. Âşûrâ günü hürmetine kerâmete erişti. Her kim âşûrâ günlerinde bir aç doyursa, Hak Teâlâ Hazreti ona uçmak taâmlarından nasip eyleye. Dahi her kim âşûrâ gecesin ihyâ eylese, tâatda ve ibâdetde, zikir ve tesbîh idüp otursa sabâha değin Allâh Tebâreke ve Teâlâ Hazreti ol kula yetmiş tabaka a’lâ derece vire /210b/ ve her bir derecede yetmiş köşk yapılmış ola la’l ve yâkutdan ve her bir köşkte bir taht kurulmuş ola beyaz inciden ve her bir taht üzerinde yetmiş hûrî ola ve başında nûrdan tâc ve belinde kemer, dükeli (hepsi) ol kula hizmet ideler. Hâl böyle olıcak mü’minlere vâcibdir ki her sene mâh-ı Muharrem oldukta on güne değin riyâzet-i tâat, ibâdetle zikir ve tesbîh idüp, hüzün, melâlet üzre olmak gerek, ânın içün Rasûl-i Ekrem sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem evlatları bu ayda zâlimler elinde dil-teşne şehîd oldular Hazret-i Fâtıma Ana oğulları İmâm Hasan ve İmâm Hüseyin Hazretleri iki cihân fahri Hazret-i Muhammed Mustafâ sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem Hazreti onlara kurratü’l-aynım ve ciğer köşem diyü okşardı. Hâricî mel’ûnlar onların birin zehirle ve birin tığ-ı kahırla şehîd itdiler. Bu hâl mâh-ı Muharremü’l-Harâm’ın onuncu günü vâki’ odu ki ol gün hikmetle mübârek Cum’a günü idi. Câmilerde müezzinler ezân okuyup, mahfillerde muarrifler /211a/ İnnallâhe ve melâiketehû yusallûne ale’n-nebiyyi diyüp, çığrışırlardı ve hatîbler minberler üzerine çıkup türlü mev’izelerle halka İnnallâhe ye’muru bi’l-adli ve’l-ihsân’ı halka ayân ve beyân iderlerdi. Ol Yezîd-i Pelîd ibn-i Muâviye la’netullâhi aleyh Hak’tan havf itmeyip, Hazret-i Peygamber’den utanmayıp, Hazret-i İmâm Hüseyin gibi servere bu cefâyı revâ gördü. Ânın üzerine asker virdi, Kerbelâ sahrâsında yetmiş iki yârânıyla susuz şehîd itdiler. Kat’an merhamet ve şefkat itmeyip, ol mazlûmu yüzü üzerine bırakıp, hançerle ensesinden ser-i mübâreğin beden-i latîfinden cüdâ kıldılar. Öyle olsa her sene ânın ğarasın tutmak mü’minlere vâcib oldu. Bir kişi âşûrâ niyetine üç günlük yoldan gelse, Hak Teâlâ ol kişiye yetmiş kerre Ka’betullâh şerrefeha’llâhı tavâf etmişçe ve yetmiş yıl Arafat’ta vakfeye durmuşça ve yetmiş kerre Merve Safâ’yı sa’y eylemişçe ve yetmiş kerre umre getirmişçe sevap bula. Dahi bir kişi mü’min, Müslümân olsa âşûrâ günlerinde bir nice mü’minler cem’iyyet idüp, aş pişirseler /211b/ bir mü’min kişi bunların keyfiyet-i hâlin bilüp ve işidüp özürsüz ve bahânesiz varmağa ihmâl eylese Ehl-i Beyt-i Rasûl’e muhabbet etmemiş olur ve gönlünde muhabbeti olan kişi lâzım sevdiğin bulur. Nitekim Rasûl-i Ekrem sallallâhu teâlâ aleyhi ve selem buyurmuştur: Vehüm yehdî ümmetî illâ ümmetün kâfirün eşeddü. Yani Rasûl Hazreti sallallâhu teâlâ aleyhi ve selem buyurmuştur ki Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazreti benim ümmetime inâyet ve hidâyet etmiştir. Bana tâbi’ olup, benim ümmetim olan kişi sünnetim tutar ve gittiği yolu bilir, doğru yürür ve hem doğru söyler, dost gönlün ağrıtmaz ve illâ ki ol ümmet-i bî-vefâlar bana zâhirde îmân getirip, Müslümân oldular ve bâtında i’tikâd itmediler ve tarîk-i müstakîme gitmediler; kâfirden eşed oldular. Pes imdi bilmiş olasız kim âşûrâ günlerinde Ehl-i Beyt-i Rasûl’ün muhibleri cem’ olup, bir yere gelseler, aş pişirip, sohbet kılsalar, Hadîkatü’s-Süedâ ve Ravzatü’ş-Şühedâ ve bazı mersiyeler okuyup, Âl-i Muhammed’in yezîdler elinden çektikleri cefâların /212a/ ve derd ü belâların yâd idüp, firkat ve rikkatle giryân olup, gözlerinden bir katre yaş akıtanların cümle günâhları hazân vaktinde ağaçların yaprakları döküldüğü gibi döküle. Ve ammâ ki ânların baş açık, yalın ayak, üryân ve giryân dil-i gamnâk ve sîne-i çâk oldukların görüp, bazı nâdânlar ta’n ve zebânderâzlık itseler münkir olurlar. Rasûl Hazreti’nin evlatların inkâr idüp, şehîd iden müşrik-i pelîd-i mel’ûnlardan eşed olurlar, nâr-ı cahîm-i esfel-i sâfilînde kalırlar. Kavluhû Teâlâ: İnnallâhe lâ yağfirü en yüşrake bihî. Yani Hak Teâlâ müşrikleri yarlığamaz. Kâle’n-Nebiyyü sallallâhu teâlâ aleyhi ve selem Lâ tet’inû ehle’l-fukarâi ve ehle’l-cû’i feinne ahlâkahüm ahlâku’l-enbiyâi eşbeu yevmen ve cûü yevmeyni. Yani Hazret-i Rasûlullâh sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellemburmuştur kim: Ehl-i fakr olanları görüp, ta’n itmeyesiz, onlar Tanrı dostlarıdır, ol farkla fahri derler. Hulkları Peygamberler hulku gibidir; bugünüm yarına kalsın dimezler ve dünyâ içün gam ve ğussa itmezler ve bir gün tok /212b/ olurlarsa, iki gün aç olurlar. Dahi Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazreti buyurur ki: Ey kullarım! Bilin ve işitin ki âşûrâ günlerinde benim Habîb’im evlatları içün gözlerinden bir katre yaş akıtanların gözleri yaşın Âb-ı Hayât’a kattım ve her kim ol Âb-ı Hayât çeşmesinden nûş iderse (içerse) ölmez dirlik bula ebedü’l-âbâd. Kavlühû Teâlâ: Cennâtü adnin tecrî min tahtihe’l-enhâru[23] makâmında kala. Her kim Ehl-i Beyt-i Rasûl içün gözlerinden bir katre yaş akıtsa, Hak Teâlâ Hazreti buyurur ki İzzim, Celâlim hakkı içün kendi kudret elimle ol mü’minin rûhun kabz idem, hâlet-i nez’de cân acısın görmeye, zira ki ânlar benim kullarımın evrendesi ve hülâsasıdır. Dahi her kim âşûrâ günlerinde on gün oruç tutsa, Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazreti ol kişiye on mürsel Peygamber sevâbınca sevap vire. Evvel günü sâim olsa, Âdem Peygamber aleyhi’s-selâm mizden vire. İkinci gün sâim olsa Şît Peygamber aleyhi’s-selâm mizden vire. Üçüncü gün sâim olsa Zekeriyâ Peygamber aleyhi’s-selâm mizden vire. /213a/ Dördüncü gün sâim olsa, Cercîs Peygamber aleyhi’s-selâm mizden vire. Beşinci gün sâim olsa, Eyyûb Peygamber aleyhi’s-selâm mizden vire. Altıncı gün sâim olsa, İbrâhîm Peygamber aleyhi’s-selâm mizden vire. Yedinci gün sâim olsa, İsmâîl Peygamber aleyhi’s-selâm mizden vire. Sekizinci gün sâim olsa, Mûsâ Peygamber aleyhi’s-selâm mizden vire. Dokuzuncu gün sâim olsa, Îsâ Peygamber aleyhi’s-selâm mizden vire. Onuncu gün sâim olsa Seyyidü’l-Kevneyn ve Rasûlü’s-Sekaleyn, Habîb-i Rabbi’l-âlemîn, Ahmed-i Mahmûd, Ebu’l-Kâsım, Muhammedü’l-Mustafâ sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellemimizden vire ve dahi her kim Muharrem ayın göricek bin kerre Lâ ilâhe illa’llâhu vahdehû lâ şerîke lehû lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü yuhyî ve yümîtü ve hüve hayyün lâ yemûtü biyedihi’l-hayr. İnneke alâ külli şey’in kadîr dise, Hak Teâlâ Hazretlerinin emn-i emânında olup, ol sene başına değin cemî’ hastalıktan kurtula. Dahi âşûrâ ayının evvel günü sabâh namâzından sonra altmış altı kerre yâ Allâh dise, Hak Teâlâ Hazreti ol sene tamâmına değin cemî’ belâlardan ve kazâlardan saklaya. Dahi her kim Muharrem /213b/ ayının ikinci günü dokuz yüz doksan sekiz kerre yâ Hafîz dise, Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazreti üstüne, başına değen tâğûn şerrinden ânı hıfz ide ve cemî’ türlü belâlardan ve âfetlerden saklaya. Dahi her kim Muharrem ayının üçüncü günü yüz on kerre yâ Alî dise, Hak Teâlâ Hazreti azîz ve mükerrem eyleye, cemî’ halk içinde muhterem ola, cemî’ âlem gözlerine şirin görüne isim, adı cihâna dola, her diyârda ânı zikir ideler. Dahi her kim Muharrem ayının dördüncü günü yüz on kerre yâ Kâfî dise, Hak Teâlâ ol kimseye sene başına değin cemî’ şûr-ı şer işlerden emîn eyleye. Dahi her kim Muharrem ayının beşinci günü yüz otuz iki kerre Rasûlu’llâh’a salavât-ı şerîfe getirse, Hak Sübhânehû Teâlâ Hazreti katında eğer dünyevî, eğer uhrevî her ne murâdı ve maksûdu var ise, kabûl ide, bilâ şek velâ şüphe âlem-i rüyâda Rasûl Hazretin müşâhede kıla. Dahi her kim Muharrem ayının altıncı günü yetmiş iki kerre yâ Bâsit dise, Hak Teâlâ Hazreti ol sene başına değin ânın hâlin münbasit (ferah, geniş) kıla, /214a/ hazîne-i ğaybdan feth-i bâb ide, bir kimseye muhtâc olmaya. Dahi her kim Muharrem ayının yedinci günü üç yüz sekiz kerre yâ Rezzâk dise, Hak Teâlâ Hazreti ol sene ânın rızkın ve mâlın ziyâde kıla ve hem kalbin küşâde (açık) kıla, gam ve elem ve ğussayı def’ ide, perde-i hicâbı ref’ ide, bâkî ömrün safâ-yı zevkle geçire. Dahi her kim Muharrem ayının sekizinci günü yüz otuz bir kerre yâ Selâm dise, Hak Teâlâ Hazreti ona selâmetlik vire, cemî’ belâlardan emîn ola, eğer bir yere ateş düşse, adedince bu ismi okuyalar, dahi deryâda muhâlif rüzgâr çıksa, keştâbâna karşı okuyalar, def’ ola, dahi yolunda taşkın su aksa, yahut bir yavuz canavar çıksa, hemân sâat bu ismi adedince okuyalar. Hak Teâlâ emîn eyleye. Dahi her kim Muharrem ayının dokuzuncu günü yirmi kerre yâ Vedûd dise, âlem içinde ne denlü düşmanları var ise, cümlesi dost olalar. Dilersen ki bir kimseyi kendine dost idesin, bir lahza seni görmese sabrı, karârı kalmaya. Ânın niyetine her gün yirmi bir kerre yâ Vedûd diye. /214b/ Bu ismin adına silsile-i muhabbet dirler. Meselâ demir zincirle bağlayıp, çekmiş gibidir, gaflet olunmaya. Dahi her kim Muharrem ayının onuncu günü doksan dört kerre yâ Azîz dise, Hak Teâlâ ânı halk içinde azîz eyleye. Yûsuf Peygamber aleyhi’s-selâm kuyuya düştüğü zamânda bu ismi vird eyledi, sonra kuyudan çıkıp, Mısır’a sultân oldu. Şeyh Şehâbüddîn Sühreverdî Hazretlerinden menkûldür ki âşûrâ gününde her kim bu duâ-yı şerîfi on kerre okusa, beşâret olsun ki gelecek âşûrâya değin ol kişiye mevt mukadder olmaya. Bismillâhirrahmânirrahîm Sübhâna’llâhi’l-melei’l-mîzân müntehe’l-ilmi ve mebleğa’r-rızâ ve zenete’l-(….) lâ melce velâ müncî minallâhi illâ ileyhi Sübhânallâhi adede’ş-şef’i ve’l-vitri ve adede kelimâti’t-tâmmeti birahmetihî estağîsü bihî lâ havle velâ kuvvete illâ bi’llâhi’l-aliyyi’l-azîm ve hüve hasbî ve ni’me’l-vekîl ni’me’l-mevlâ ve ni’me’n-nasîr ve sallallâhu alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecma’în evvelîne âhirîne tayyibîne tâhirîn bi-rahmetike yâ erhame’r-râhimîn ve selâmün ale’l-mürselîn ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn.
[1] Pir Sultân Abdal, Maktel-i Hüseyin, İstanbul, 2008, Horasan Y., s. 45.
[2] Deli Boran, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi, haz: İsmail Özmen, Ankara, 1995, Saypa Y., c.: IV, s. 359.
[3] Derviş Mehemmed, Maktel-i Hüseyin, s. 38.
[4] Teslim Abdal, Maktel-i Hüseyin, s. 32.
[5] Muharremiyye, vr. 206a.
[6] Muharremiyye, vr. 206a-206b.
[7] Ahzâb, 33/23.
[8] Pir Sultân Abdal, Maktel-i Hüseyin, s. 45.
[9] Cevâbî, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi, c.: IV, s. 232.
[10] Âşık Ali, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi, c.: IV, s. 364.
[11] Zahmî, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi, c.: IV, s. 141.
[12] Muharremiyye, vr. 211b-212b.
[13] Dürrî, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi, c.: IV, s. 283.
[14] Hıfzî, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi, c.: IV, s. 131-132.
[15] Hatâyî, Maktel-i Hüseyin, s. 41.
[16] Malatyalı Sâdık Baba, Maktel-i Hüseyin, s. 50.
[17] Muharremiyye, vr. 206b-207a.
[18] Şah Hatâyî, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi, c.: II, s. 167.
[19] Hatâyî, Maktel-i Hüseyin, s. 40.
[20] Muharremiyye, vr. 207b.
[21] Şah Hatâyî, Alevî-Bektâşî Şiirleri Antolojisi, c.: II, s. 165.
[22] Muharremiyye, vr. 208a.
[23] Âyetin anlamı: “İçinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri! İşte arınanların mükâfatı budur.” Tâhâ, 20/76.
İlgili